Önemli bir İranlı gözlemci olarak Sadık
Zibakelam’a göre[2] Müslüman liderler, Şah’ın yapamayacağı şeyleri talep etme
noktasında halkın diliyle konuşabilmişlerdir. Halkın talepleri, beklentileri,
toplumsal umutları ve politik arzuları İslam aracılığıyla maddileşme imkânı
bulmuştur. Despotizme bağlı güçler eliyle ihmal edilen, ezilen ve sömürülen
halk, hoşnutsuzluklarını din yoluyla dile getirebilmiştir.[3] Zibakelam’a göre
1979 devrimi, İslam konusunda uzman olan Müslüman mütefekkirlerin öncülüğünde
elde edilmiş bir zaferdir. Onun iddiasıyla, bu kişilerin İslam’a başvuru
tarzları, kitlesel bir devrimin gerçekleşmesine imkân sağlamıştır. Aralarında
Fedailerin[4] ve Tude’nin[5] de bulunduğu birçok Marksist örgüte göre ise
bilhassa devrimi önceleyen yıllar boyunca, örgütlenme ve ajitasyon
faaliyetlerinin büyük bir kısmını Marksistler üstlenmişlerdir. Marksistler,
genelde devrim esnasında Müslüman din adamlarının halkı aldattıklarını, devrimi
çaldıklarını ve ona “İslam” etiketi vurduklarını iddia etmektedirler.[6]
Devrim esnasında örgütlenen kimlerdi,
Marksistlerin Müslüman olmalarını sağlayan veya onları bir ideoloji olarak
İslam’a başvurmaya iten ana sebepler nelerdi? Genel kanaate göre, Marksistlerin
Müslümanlaştığı sürecin hikâyesi, bu ideolojik dönüşümün pürüzsüz, hatta gayet
doğalmış gibi görülmesini sağlayacak ölçüde hiçbir çaba sarfedilmeden
gerçekleşmesini sağladı. İslam, Marksistlerce öyle doğal ve kesintisiz bir
biçimde kullanıldı ki kimse bu süreci inceleme gereği bile duymadı. Her iki
ideoloji açısından bu uyumlulaşma süreci çelişkili ve tuhafmış gibi görünse de
ilgili süreç konusunda tek bir makale veya kitap kaleme alınmadı.
Birçok araştırmacının da iddia ettiği biçimiyle,
1979 devrimine yol açan ana unsur İslam’dı. Bu iddianın sadece Müslümanlarca dile
getirilmediğini söylemek gerek. Solcu ve Marksist araştırmacılar da aynı sonuca
ulaşıyorlar. İran toprağının derinlerine kök salmış bir olgu olarak İslam,
sadece devrimin sonuçlarını değil ayrıca onun yürüdüğü yolu da tayin etti.
Skocpol’un ifadesiyle:
“İran’da
bu ülkeye has bir devrim yapıldı. Kimse bunu söylemez ama bu devrimi İran
sahnesinde faal olan devrimci partiler yapmadı. Devrimin altında ne Müslüman
gerillaların ne Marksist gerillaların ne de komünist Tude’nin ne de
seküler-liberal Milli Cephe’nin imzası var. O, Şah’a yönelik halk direnişinin
birer merkezi hâline gelmiş, kentlerde varolan, komünal yaşam alanlarında
toplumsal açıdan yerleşik olan kültürel ve örgütsel formlar aracılığıyla
gerçekleşti. […] Böylesi bir amaca, toplumsal krizin orta yerinde kitlelere bir
gecede yapılan yaratıcı bir devrimci propaganda asla hizmet edemezdi. Belirli
bir plana sahip devrimci bir hareket, ancak uzun süredir ülkede var olan
belirli bir dünya görüşüyle ve bir dizi toplumsal pratikle varolabilirdi.
İran’da tüm toplumsal sektörler, Humeyni’nin peşinden gidip, Şiiliğin
dillendirdiği yönergeler uyarınca birleşip kaynaştılar. Şah’ın mollalardan
kopması sonrası siyaset sahasındaki ana çekim merkezi, önce sağlam bir politik
muhalefete ardından da devrime doğru kaydı.”[7]
Bu açıdan bakıldığında Skocpol’un görüşüyle 1979
devrimi esnasında yaşananlar arasında belirli bir tutarlılığın olduğu
görülmekte. Radikalizm, şehadet ve velâyet-i fakih gibi Şiiliğe has yöntemleri
ve vizyonu süreç içerisinde Marksist örgütler bile kabul ettiler.
Bazı Marksist örgütler, din ve dinî politik
seçeneklerle aralarında mevcut olan, uzlaşılması mümkün olmayan farklılıkları
kasten bir kenara koyarlar ve toplumsal-politik devrimle ilgili analizlerini
nispeten yumuşatırlar. İslam dinine uyma meselesi bilhassa Marksistler için bir
tuhaflıktır, zira İslam ideolojisi, devlet ve devletin işlettiği kurumlarla
kendisi arasına bir ayrım çizgisi çekmemektedir. Skocpol’un kanaatine göre,
devrimi yapan tam da bu ideolojidir:
“Devrimleri
devrimciler veya kitle hareketleri yapmazlar. […] Fakat eğer eski nizamı
alaşağı etmeyi amaçlayan, kitle tabanı olan bir toplumsal hareketin bilinçli
bir plan uyarınca yaptığı bir devrim varsa o, Şah’a karşı gerçekleştirilmiş
olan İran Devrimi’dir.”[8]
Skocpol’a göre, ideolojiler kendilerini, devrimci
liderlerin belirli sonuçlara yol açmak adına hareket ettiklerinde uydukları
pratik stratejiler aracılığıyla ortaya koyarlar. İran’da İslam ideolojisi,
devrimci liderler için bir tür kılavuz işlevi görmüştür.
İran’da İslam’ın ve İslam kültürünün sahip olduğu
güçlü kökler, İran kültürüne aşina olanların zaten bildiği bir gerçekliktir.
İslam ahlâkının politik ve toplumsal hareketler bünyesinde oynadığı rol ve
sahip olduğu önem, İran’daki örgütler kadar bireyler nezdinde de çok büyüktür.
İslam ahlâkı, aynı zamanda İslam dışı veya seküler örgütlerde de gözlemlenir.
Örneğin Marksist örgütler içerisinde kadın-erkek ilişkileri ataerkil yaşam
tarzına dair bir göstergedir. Ülkeye has kültürün ayakta kalmayı bilmiş olan
nüfuzuna ek olarak bu ataerkillik de İslam ideolojisinden kaynaklanmaktadır.[9]
Forrest Colburn açısından hâkim olan paradigma,
entelektüel kültürdür: Bu kültür, İran devriminde tanık olduğumuz kolektif
niyetleri ve davranışı ifade edip biçimlendiren İslamî değerleri, beklentileri,
sözleri, görselleri ve örtük kuralları içerir. Diğer yazarlar gibi Colburn de
bir inanç sistemi olarak İslam’ın ve birer örgütçü olarak Müslümanların
kitlelere öncülük etme noktasında daha hazırlıklı olduğuna inanır:
“Marksizm-Leninizm’in
başarısız olduğu noktada İslam’ın devrimci bir güç olarak elde ettiği başarı,
birkaç farklı unsur üzerinden izah edilebilir. İran’da din adamları, Şah’a
karşı halk muhalefetini harekete geçirme noktasında Marksistlere kıyasla daha
etkili ve daha geniş bir örgütsel tabana sahiplerdi. Ayrıca İslam,
Marksizm-Leninizm’in ancak arzulamakla yetineceği, bir yankıya ve meşruiyete
sahipti. Son olarak, İslam’ın sahip olduğu ahlâkî üstünlük, ilk başlarda
seküler örgütlerin yüzleştikleri baskıya karşı din adamlarını korudu.”[10]
İslam’ın ahlâkî otoritesi, Şah’ın düşmanlarını
algılama tarzıyla ilgili herhangi bir farklılığa yol açmadı. Şah, Marksistlerle
işbirliğine giden Müslümanların rejimi yıkma amacıyla fesada ortak olduğunu
düşünüyordu. 1979 devrimi öncesi politik hareketliliği “kızıl-kara fesadı”
olarak niteleyen Şah, komünistlerin Müslümanların içine sızdığından,
Marksist-Müslümanların varolduğundan ve daha birçok farklı bileşimlerin açığa
çıktığından bahsediyordu.[11]
Bu isimlerdeki ölçülü niyetlerden bağımsız olarak
Müslümanlar ve Marksistlerin teori ve pratikte yakınlaştığı gün gibi ortadaydı.
Şubat 1979 devriminden yaklaşık bir yıl önce devlet destekli İttilaat gazetesinde
bir makale yayınlandı. 25 Aralık 1977 günü yayınlanan bu makalenin yazarı,
Humeyni’yi ihanetle ve kadınların kurtuluşu ile ilerlemeye karşı direnmekle
suçluyordu: “Kızıl ve kara gericiler, Humeyni’yi İran devrimine[12] (yani
Şah’ın “Beyaz Devrim”ine) karşı mücadele eden en uygun kişi olarak görüyorlar.”
Devamında bu suçlayıcı yazı dâhilinde Humeyni’nin “kızıl ve kara güçlerin
hazırladığı sömürgeci planın ana figürü olduğundan” söz ediliyordu.[13]
Ortadoğu’da İslamî hareketlerin öncülük ettikleri fesattan dem vuran makale, bu
örgütlerin Sovyetler’in başını çektiği komünistlerle koordineli hareket ettiklerini
söylüyordu.
Şah’ın iki politik hareketi ilişkilendirmeye dönük
çabaları hiç son bulmadı. Bu mesele, Başbakan Cemşid Amuzegar devrilip yerine
Cafer Şerif İmami getirildikten sonra bile[14] kamuoyunun gündeminde
tutuldu.[15] Mecliste yapılan özel bir oturumda Şerif İmami de aynı fesattan
söz etmekteydi. Görünüşe göre İmami, Marksistleri suçlu, Müslümanları da birer
kurban olarak görüyordu.
“Ona
göre, devletle şiddet üzerinden mücadele etmek, İran halkının başvuracağı bir
yol değildi. Eğer halk, iyi Müslümanlardan oluşuyorsa ve devletle mücadele
etmeyecekse, o vakit bu işten başkaları sorumlu olmalıydı. Eldeki belgelerin de
ortaya koyduğu biçimiyle, Marksistlerdi şiddetin ana sebebi. Mevcut koşullarda
hedeflerine ancak din yoluyla ulaşabileceklerini düşünmüşlerdi. Bu nedenle
dindar halkın içine sızdılar. Halkın dinî ortamlarda attıkları sloganlar,
komünistlerin direktiflerinin birer delili gibiydiler. Gözlemlediğimiz
kadarıyla sloganlar tümüyle Marksistti.”[16].
Marksistler, Müslümanlarla kurdukları işbirliklerini
ancak politika bağlamında rasyonalize edebiliyorlardı. Marksistler ve
Müslümanları harekete geçiren dürtüler, işbirliğinin kapsamı ve samimi
yoldaşlığı içeren bağ, uzun süre incelenmemiş bir toplumsal olgu. Birçok
Müslüman’a göre, Marksistlerle işbirliği kurma ve/veya onların yönlendirmesine
tabi olma, pek hoş görülebilecek ve kesinlikle onur kırıcı bir fikirdi. İranlı
sosyal bilimci İmadeddin Baği’nin kanaatine göre, Marksistler pratikte
“Müslümanları kibirli bir yaklaşımla yönlendirme” derdindeydiler:
“Marksistler,
dünyada süren anti-emperyalist mücadelede yegâne öncünün kendileri olduklarını
düşünüyorlar. Onlar, zulme ve emperyalizme karşı yürütülen her türden
mücadeleyi tekellerine alıyorlar. Marksistler, her türden dindar veya Marksist
olmayan gücün burjuva, küçük burjuva veya feodal olduğunu düşünüyorlar. Onların
kanaatine göre, dindar grupların halka anti-emperyalist mücadeleler dâhilinde
öncülük etmeleri asla mümkün değil, Müslümanlar, esaslı bir emperyalizm
anlayışından mahrum olduklarından, hikâyenin sonunda emperyalizmle
uzlaşırlar.”[17]
Baği’nin ifadesi bir
gerçeğe işaret ediyor. Yukarıdaki değerlendirme, ister İran’la ilgili olsun
ister olmasın, doğru bir şeyden bahsediyor. Buna karşılık diğer tarafa geçme
konusunda İranlı Marksistlerin daha fazla öne çıktığını söylemek lazım. Bu
farklılaşma sayesinde Baği’nin sözünü ettiği, Marksistlerin direniş hareketleri
üzerindeki tekel de kırılmış oldu. Ayrıca bu sayede İslam inancının
uygulanabilirliği belirli bir meşruiyete kavuştu. Baği’nin sözünü ettiği,
Marksistlerde gördüğü entelektüel kibir zamanla yerini, hüsnüzana bıraktı.
Sonrasında bu düşünsel yönelim, Marksistlerin bağlamı tayin eden İslam’ın içine
girmelerine neden olacak bir tür tuzağa dönüştü.
Abdurrahim
Cevadzade
[Kaynak:
Marxists into Muslims: The Iranian Irony, Florida International University,
2007, Doktora Tezi.]
Dipnotlar
[1] John Esposito. 1990. The Iranian Revolution: Its Global Impact. Gainsville: University
Press of Florida. s. 40.
[2] Sadegh Zibakalam. 1999. Moghaddame-yee Bar Enghelab-e Eslami (İslam Devrimi’ne Giriş).
Tahran: Rozaneh Publications.
[3] A.g.e.
[4] 1970 yılında kurulan Fedailer İran’daki en
önemli Marksist gerilla örgütlerinden biriydi. Örgüt, Şah’a karşı silâhlı
mücadele yürütülmesi fikrini savunmaktaydı.
[5] Tude, ülkedeki en önemli Marksist politik
örgüt. 1941’de eski İran Komünist Partisi üyeleri tarafından kuruldu.
Fedailer’den farklı olarak bu örgüt silâhlı mücadeleyi şiddetle
eleştirmekteydi.
[6] Kar,
Fedailer (Azınlık) Yayın Organı, Sayı. 166, Nisan 1983.
[7] Skocpol, Theda. Social Revolutions in the Modern World. New York: Cambridge Univ. Press,
1994. s.250.
[8] Skocpol, s. 241.
[9] Farah Azari. ed. 1983. Women of Iran: The Conflict with Fundamentalist Islam. Londra:
Ithaca Press.
[10] Forrest Colburn. 1994. The Vogue of Revolution in Poor Countries. Princeton, NJ: Princeton
University Press. s. 31.
[11] Ervand Abrahamian. 1988. Iran Between Two Revolutions. Princeton: Princeton University
Press, s. 575, 607-611.
[12] Kızıl Marksistleri, kara da Müslümanları
temsil etmekteydi. Bu renk kodlamasına esas olarak Şah hükümeti başvurmaktaydı.
[13] Emaddeddin Baghi. 1991. A Survey of Iran’s Revolution (“barressi-e enghelab-e Iran”).
Tahran: Saraee, s. 226.
[14] 1976’da Şah tarafından belirli bir reforma
yönelik tedbir dâhilinde, başbakan olarak atandı ve yerine Abbas Huveyda
getirildi. Hükümeti 13 yıl işbaşında kaldı.
[15] Cemşid Amuzegar yerine başbakan yapıldı. 27
Ağustos 1978’de bakanlar kurulu üyelerini Şah’a takdim etti. Hükümeti 6 Kasım
1978’de devrildi.
[16] Baghi, s. 247.
0 Yorum:
Yorum Gönder