16 Nisan 2018

,

Yük


Yalan

“Kemalizmin belirleyici yanının dindar çevrelere karşı savaşması olduğu savı, kuşkusuz koskoca bir yalandır.”[1]

1980’de TKP bu değerlendirmeyi yapıyor. Bugünkü TKP ve türevleri ise ya “yalan”a ya da Kemalizme örgütleniyorlar. 1980’deki TKP de bir yalana örgütlenmiş idi. O günlerde kongresini Konya’da örgütlediğini söylüyordu sağa sola, oysa kongre Moskova’da toplanmıştı!

Bu yalanı bugün Manifesto ve TKH güncelliyor.[2] İmam-hatipten ayrılmış ve komünist saflara katılmış biriyle, hayalî bir röportaj gerçekleştiriyorlar. Doğal olarak “Muhammed” isimli bu şahıs, son dönemdeki Deizm tartışmaları üzerinden bir anlam kazanıyor. Aslında Muhammed gibi o deizm tartışması da yalan! Yalanı Kemal abilerinden öğreniyorlar.

Deizm

İlber Ortaylı “Atatürk, olsa olsa deisttir” diyordu bir sohbetinde. Deizm demek ki Atatürk Türkiye’sine örgütlenmeyi ifade ediyor. Esasen deizmin yaygınlaştığı haberleri, devlet kaynaklı ve hiçbir somut karşılığı yok. Devlet ve burjuvazi, kendi azınlık hâlini, güçsüz durumunu, gayri meşru varlığını, bazen ilahi bazen de doğal kanunlara isnat ederek gerekçelendirmeye ihtiyaç duyuyor.

Bugünün deizm tartışmaları da bu zeminde gerçekleşiyor. İmam-hatip gibi olgular böylelikle meşru bir zemine kavuşturuluyor. Özel kolejler kadar imam-hatipler de düzen açısından zaruri, her ikisine özel kitleler inşa ediliyor.

Asıl sorun, TKH’nin “demek ki imam-hatipler korkulacak yerler değil” sözüne ikna edilmiş olması. Onların yıkılmasına gerek yok, zira istenilirse içinden komünist militanlar devşirmek mümkün.

Aynı mantık, Halkevleri gibi yapıların “üniversitelerde bilimsel eğitimi savunuyoruz” deyip sonra da çocuk istismarına soyunmalarında da var. Çocukların arkasına saklanınca, tüm yalan, tüm yanlış temize çıkartılır zannediyorlar. Kendi zaman ve mekân algısı üzerinden düşmanın zamanını ve mekânını da meşrulaştırıyorlar. İkisini asla ayıramıyorlar. Bilimsel eğitimi savununca, AKP öncesi Koordinasyon’un tüm o bilimsel eğitim talepleri boşa düşüyor, çünkü bir şeyi savunuyorsanız, onun var olduğunu da söylemiş oluyorsunuz. Koordinasyon’un partisini kuracakken, çocuk kulüplerine dönüşmek, gerçekten trajik!

Çentik

Düşmanın zaman-mekânı ile devrimin zaman-mekânı arasına çentik atmak şart. TKP’nin 1980’de yapamadığı bu. Ordu içerisinde ilerici subaylar arıyor, bunların Türkeş çetelerini tasfiyesine ve goşist solu yok etmesine seviniyor. Böylelikle 12 Eylül rejimine örgütleniyor.

Asıl mesele, bu örgütün başındaki ismin bugün PKK saflarında, “verin Öcalan’ı, alın Rojava’yı” demesi. Asıl mesele, kimilerinin Efrin’in neden Çanakkale’nin yıldönümünde, 18 Mart’ta teslim edildiği. İmralı’ya hangi heyetin gittiği.

Veysi Sarısözen, 12 Eylül öncesinde, önemli bir işçi örgütü olan DİSK’i CHP’ye vermişti. Bu küçük burjuva pazarlık mantığı dâhilinde Sarısözen, DİSK karşılığında ne aldı?

MSP ile ilgili değerlendirmede de bir hinlik var tabii ki. Ulusal demokratik cephe, devlete içrektir ve askeri de içerecek şekilde, tüm iktidarın örgütlenmesine ait bir bileşendir. Tek kurbanı DİSK de değildir. TKP gölgesinde ilerleyen ekiplerin hepsi, TKP ile birlikte bir bir tasfiye edilmişlerdir. Eldeki miras budur.

Demokrasi Zokası

Doksanlarla birlikte kim demokrasi hikâyesinin içerisine belirli toplumsal unsurların dâhil edilmesini istemişse, asıl derdi, o unsurlardaki devrimci zindeliği öldürmektir. Yani “en temel demokratik mesele, Kürt meselesidir, o mesele çözüme kavuşturulmadan demokrasi kurtulamaz” diyenler, esasen bir tür sömürgeciliği mutlak önveri kabul ederek konuşmaktadırlar ve ağızlarından çıkan sözler, o sömürgeciliğin tezahürüdür.

“Demokrasiye Kürt gerek” diyenler, aslında “Kürt’e demokrasi gerek” demektedirler. Bu da mevcut demokrasinin sınıfsal temellerini sorgulamadan, o potada Kürt’ün eritilmesiyle ilgili bir taleptir. Kürt, demokrasi diye ari ırka tekabül eden bir nizam adına, arındırılmalı, tasfiye edilmeli, yola getirilmeli, çapaklarından temizlenmelidir. TKP ve türevleri şahsında aynı durum işçi sınıfı için de geçerlidir.

Korku

TKP, o dönemde MSP’lilere çağrı yapınca, demek ki sol içerisinde eleştiriye uğramış. O da hemen “Marksizm ve Din” diye bir yazı yazmak zorunda kalmış. “Tanrıları korku yarattı” türünden gayri Marksist, teori dışı laflar sıralayan TKP, “dinsel gericilikle mücadeleyi geriye atmıyoruz” diyor. Ama bu noktada politik bir tutum alarak, “dindar yığınları anti-emperyalist savaşıma daha etkin katmak için çalışmak” gerektiğinden söz ediyor.[3]

Bu anti-emperyalizm de ordu ve Kemalizmle belirli bir ilişki kurmak için girilen bir kapıdan başka bir şey değil. TKP’nin anlamlı bir anti-emperyalist mücadele vermesi zaten imkânsız. İpini bağladığı yerin anti-emperyalist mücadele verdiğini zannetmesi, bu imkânı ortadan kaldırıyor. Onun tüm “ulusal kurtuluş savaşı” okuması yalan ve yanlış üzerine kurulu.

Sığınak

Bu TKH, TKP içerisindeki bölünmede eski TKP’lilerin ağırlıklı olarak yer aldığı yapı. Oradaki bir ismin yazdığına göre, 12 Eylül öncesi başlayan ayrılıkta bir ekip, bile isteye devlete teslim ediliyor. Önemli isimler İstanbul’a çağrılıyor, asıl şefler Avrupa’ya kaçıyor. İçlerinden biri tekstil fabrikası bile kuruyor, hatta NATO’ya kamuflaj satıyor. Yoksul olanlar ve rakip hiziptekiler, işkencehanelere gönderiliyor.

Korkup sığınanlar, “korku”dan söz ediyorlar. Bugün de masa başında ürettikleri hayali bir isim olarak “imam-hatipli komünist” Muhammed’e “komünist olunca tüm korkularımdan uzaklaştım” dedirtiyorlar. Bu “korku” edebiyatında, batı sömürgeciliğine has üstünlükçü ve kibirli dil hâkim. Kendileri korktuklarından Avrupa’ya kaçıyorlar, kaçacak bir yeri olmayan yoksul Müslüman’a “korkak” diyerek onu aşağıladıklarını zannediyorlar.

Bahsi edilen rakip hizip de sonrasında Alevicilik yapma kararı alıyor. Ekibin bir bölümü “biz materyalistiz, ateistiz, Alevilikle ne alakamız var” diye geri çekiliyor. Kalanlar, devlete dişleri çekilmiş Aleviler yetiştiriyorlar.

Nereye Payidar?

Sınıf bilinçli veya bilinçli sınıfçı kişiler, tek tek rejime ve iktidara teslim oldular. Bugün orta sınıfa kolejler, yoksula imam-hatip dayatılıyor. O teslim olanların bu gerçeğe dair söyleyecekleri bir sözleri yok. Ancak “Muhammed imam-hatipte”, “Muhammed kortejde” diye masallar anlatırlar.

12 Eylül’de orduda ilerici bir yan keşfedildiği noktada TKP, MSP kitlesiyle ilişki kurmaktan hemen vazgeçiyor. Zaten gerekli sinyalleri alıyorlar ve buna uygun hareket ediyorlar. MSP kitlesinin sancıları, gerilimleri kimsenin umurunda değil.

TKP açısından işçi sınıfı, demokrasi oyununa dâhil edilmeli. Ama bunun için sivri dişlerinden, çapaklarından kurtarılmalı. Ona bu rol verilmiş. Yukarıyla irtibatını kesemeyen orta sınıf sol, işçi sınıfını her fırsatta satmış. Siyaseti pazarlık meselesine indirgeyen sol, rejime ve düzene “onu alma beni al” demiş hep. Kitleleri ve öncü güçleri devrime örgütlemeyi zûl addetmiş. İlkini kirli ve aşağılık; ikincisini tehlikeli ve riskli görmüş. Bugüne uzanan hatta, her ikisinden de kurtulmak, tek çare. 1 Mayıs, bu yükle çağırıyor sınıfı bağrına. O yükten bizi kurtaracak olansa, kolektif kavgamız.

Eren Balkır
16 Nisan 2018

Dipnotlar:
[1] “MSP ve TKP”, 1 Ekim 1980, Atılım. Kaynak: İştirakî.

[2] “İmam Hatip Öğrencisi Manifesto’ya Konuştu”, 6 Nisan 2018, Manifesto.

[3] Atılım, 1 Ocak 1981, s. 6.

0 Yorum: