Hadi diyelim bu slogan fazla duygusal, bugünkü
sloganlar da yanlış kurgulanmış simetriler üzerine kurulu. Öncelikle son
savaşlarda bir saldıranın bir de saldırılanın olduğunu görmek gerekiyor.
ABD’yi ilk bombalayan, ne Irak ne de Yugoslavya.
Aradaki ayrımı görmemek için ulusal egemenlik ve uluslararası hukuk konusunda
her türden anlayışın çöpe atılması gerekiyor.[1] Ayrıca iki tarafın zarar verme
kapasitesini ve kullandığı gücü kıyaslamak bile mümkün değil. ABD ve elindeki
askerî gücü, içinde yaşadığımız zalim dünya düzenine destek oluyor.
Irak veya Yugoslavya’daki durum konusunda ne
düşünürsek düşünelim, ilerici güçlerin karşıya atması gereken ABD. ABD’yi
güçlendiren her savaş ve her diplomatik başarı, ilericiler ve güttükleri davalar
noktasında yaşanmış birer yenilgi olarak görülmeli.
Daha da önemlisi, “ne o ne bu” yaklaşımı, bizim
her şeyin üzerinde konumlandığımıza dair bir izlenimin oluşmasına neden oluyor.
Sanki bu türden bir laf ederken, zaman ve mekânın dışında gibiyiz. Oysa saldıran
ülkelerde veya onların müttefiki olan ülkelerde yaşıyoruz, çalışıyoruz ve vergi
ödüyoruz (buna karşılık her iki rejime maruz kaldıkları için, Iraklıların “ne
Sam ne Saddam” demeleri mümkün).
Ahlâkî düzeyde geliştirilmesi gereken ilk tepki,
bizim hükümetlerimizin sorumlu olduğu saldırılara karşı koymak olmalı.
Başkalarının sorumluluğunu tartışmadan önce, o saldırılara doğrudan onay
verilmemeli.
“Ne o ne bu” diyenler, genelde daha çok saygı
görüyorlar ve etki yaratıyorlar. Bu argümana çoğunlukla Stalin veya Pol Pot
gibi isimlere destek vermek gibi, geçmişe ait yanlışların tekrarlanmamasına
yönelik uyarılar eşlik ediyor. Aslında çok az desteğe mazhar olan Pol Pot’a
yönelik destek öznel bir nitelik arz ediyor. Bu desteğin sürece etki ettiğinden
söz edilemez.
Şunu da anımsamak lazım: Nazizme yönelik direniş,
“ne Hitler ne Stalin” sloganı üzerinden yürümedi. Hatta aksine direniş,
Sovyetler Birliği’ne ve liderine yönelik hakiki bir inançla gerçekleşti. Bugün
bazı insanlar, o inanç konusunda ne düşünürlerse düşünsünler, Nazizme yönelik
direnişi cesaretlendirme meselesi, büyük bir ağırlığa sahip ve gayet etkili,
ayrıca asla herhangi bir olumsuzluğa da yol açmadı.
Demek ki etkililik konusunda dillendirilen
argümanı çürütmek gayet kolay. Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerdeki yoğunlukla
Kosova veya Irak Savaşı karşıtı gösterilerdeki yoğunluğu kıyaslamak mümkün.
Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde “Ne Johnson (veya Nixon) ne Ho Chi Minh”
sloganı hiç atılmadı. Kosova ve Irak savaşlarına ise en çok Müslüman ülkelerdeki
insanlar karşı koydular. Oysa bu insanlara göre, Saddam bir düşman. Ama bu
gösterilerde ABD’nin saldıran taraf, Irak’ınsa saldırının kurbanı olduğu
üzerinde duruluyor.
Saygı meselesi ise tartışma noktasında gayet nazik
bir mesele. Zira kimin saygı göstereceği tartışmalı bir konu. Saygı duyma
becerisi, ahlâkî düzeyde savunulabilir bir konumu ifade ediyor. “Ne o ne bu”
yaklaşımının böylesi bir konum alması mümkün değil.
Eğer mesele, medyanın ve güçlü aydınların gözünde
saygın olmaksa, o durumda savaşa ilkeli bir karşı duruş sergileyemezsiniz ve
yanılsamaların kurbanı olursunuz. Eğer mesele, kamuoyunun saygısına mazhar
olmaksa, kamuoyunun takdire şayan bir hedef olmadığını görmek gerek.
Savaş karşıtı hareket, savaş propagandasına ve
savaşı gizemli kılma girişimlerine karşı mücadele yürütmek demek. Savaşın
insanî yardım temelli olduğu yalanları açığa çıkartılmalı. Bu mücadeleyi
verebilmek içinse fikirlerin netleştirilmesi ile yola çıkmak ve o netliği
ortaya koyan sloganlar seçmek gerek.
“Ne o ne bu” yaklaşımında ısrar etmenin en kötü ve
tehlikeli yanı, çifte standart uygulanmadığını ispatlamak adına Saddam’ın,
Miloseviç’in, İslamcı köktencilerin mahkûm edilmesinin gerekli olduğu
düşüncesine kapılınması. Bu düşünce, samimi birçok barış savunucusunda
karşımıza çıkıyor. Fakat maalesef hayat o kadar da basit değil.
Birinci Dünya Savaşı esnasında Alman imparatoruna
ait karikatürlerin savaş propagandasının bir yüzü olduğuna hiç şüphe yok. Bu
karikatürler, milyonlarca gencin mezarlara gömülmesine katkı sundu.
Fakat bugün Miloseviç’i veya Muhammed Peygamber’i
canavar gibi sunan karikatürlerin aynı amaca hizmet ettiğini çok az Batılı
görüyor. Burada da aynı ilke geçerli: Söylediğimiz ve kaleme aldığımız şeyleri,
temelde Batı yani bizim kamp işitiyor veya okuyor. Doğru olup olmadığı şöyle
dursun, etik bir bakış açısı üzerinden asıl mesele, bu yazılanların ve
söylenenlerin burada yol açtığı etki.
Savaş süresince, hadi diyelim herkes doğru
bilgilere sahip oldu, düşmanın işlediği suçları eleştirip mahkûm etmek, sonuçta
savaşı kabul edilir kılan o nefreti teşvik ediyor ve besliyor.
Birinci Dünya Savaşı süresince savaşın her iki
tarafı doğru ya da yanlış, kimi detaylara odaklanarak kendisinin uygarlığı
barbarlığa karşı savunduğunu iddia etmeye çalıştı. Geriye dönülüp bakıldığında,
bu güçler birçok ortak yöne sahipti ve asıl vahşet savaşın ta kendisiydi.
Dolayısıyla bugün İslam’ın sıklıkla ve
otomatikleşmiş bir pratik dâhilinde mahkûm edilmesine karşı ihtiyatlı olmak
lazım. Müslüman dünyayla (henüz) savaşmıyoruz fakat (“özgür dünya”nın lideri)
ABD, iki Müslüman ülkeyle savaşta, İran ve Suriye’yi de tehdit ediyor, ayrıca
İsrail de o “özgür dünya”nın parçası olarak görülüyor.
Madrid ve Londra’da patlayan bombalardan daha
tehlikeli bir durum var ortada. Arap-Müslüman dünyası ile tüm dünya genelinde
yaşanacak bir savaşın kıvılcımı çakılmak üzere. Eğer böylesi bir gelişme
yaşanacaksa, o vakit bugün İslam’a yönelik eleştiri ve saldırılar, Birinci
Dünya Savaşı öncesi savaşın tüm taraflarının yürüttüğü milliyetçi propagandaya
denk düştüğünü görmek gerekecek.
Bugün genelde medyada yeni
“tehditler”e ve “düşmanlar”a karşı yürütülen kampanyaların ardından büyük bir
savaşa tanıklık edildiği, bu kampanyalarda çoğunlukla masa başında uydurulmuş
mezalimlere ve barbarca eylemlere abartılı bir biçimde yer verildiği
unutuluyor.
Jean
Bricmont
[Kaynak:
Humanitarian Imperialism: Using Human
Rights to Sell War, Monthly Review Press, 2006.]
Dipnot
[1] Söz konusu ayrım, ülke içerisinde cereyan eden
iç çatışma esnasında, örneğin Yugoslavya’nın dağılmasına neden olan savaşların
“dış saldırı” olarak takdim edildiği koşullarda silikleştiriliyor. Burada amaç,
dış müdahaleyi meşrulaştırmak. Bkz. Diana Johnstone, Fools’ Crusade: Yugoslavia, NATO and Western Delusions (New York:
Monthly Review Press/London: Pluto Press, 2002), s. 169: “Alman hükümeti
Hırvatistan’ı ve Slovenya’yı alelacele tanıdı. Burada amaç askerî çatışmaya
mani olmak, onu uluslararasını ilgilendiren bir mesele hâline getirmek,
böylelikle Almanya’nın duhul edeceği dış müdahaleyi meşrulaştırmaktı.” Aynı
aygıta Yugoslavya Kosova’daki Arnavutların ayrılma sürecine mani olmak için
attığı adımda da başvuruldu ve o süreçte Sırplar “kendi topraklarını işgal eden
güç” olarak takdim edildi.
0 Yorum:
Yorum Gönder