04 Şubat 2018

Mizan


“Düş görmemize izin vermezseniz, biz de sizin uyumanıza izin vermeyiz” [Kahire]


Hamid Dabaşi, İslamî Kurtuluş Teolojisi isimli çalışmasında ana önerme olarak şunu söyler: 11 Eylül ile birlikte, İslam ve Batı ikiliği hükümsüz hâle gelmiştir, çünkü İslam’ın kendisini belirli bir karşıtlıkla kurduğu “Batı” artık yoktur. Bunu kısmen Batı’nın Müslüman coğrafyasına yerleşmesiyle, ana karargâhlar kurmasıyla ve verdiği ideolojik, fikri mücadeleyle birlikte anlamak gerekmektedir.

Dabaşi’nin, Fanon’un çalışmasına atfen, Esmer Deri Beyaz Maskeler olarak adlandırdığı diğer kitabında bir alıntıya yer verilir. 2003’te ABD başkan yardımcılığı görevini ifa eden Dick Cheney, basına Irak’ta birçok insanın kendilerini bir kurtarıcı olarak karşılayacağını söyler. Buna ABD’de yaşayan bir Iraklı, şu cevabı verir: “Evet, herkes ABD’yi Irak’ta şeker ve çiçeklerle karşılayacaktır.”

Batı, zehirli şekerleri, patlayan çiçekleri ile gelmiştir. Bu Iraklının bilinci, bölgede on beş yıl içerisinde kökleşmiştir. Emperyalizm, nesnel olgu olarak, düşman derekesinden düşürülmüş, dünyaya bakışın içine işlemiştir. Bu açıdan, Dabaşi’nin böylesi bir dönemde İslam’ın kendisini Batı’ya göre kurmaması gerektiğini söylemesinde hem olumlu hem olumsuz bir yan vardır.

* * *

Marx’a göre Feuerbach gibi isimlerin teizm karşıtlığı, ideolojiktir. Bu isimler, tanrı ve insan arasında bir tercihte bulunurlar. Oysa Marx’ın asıl itiraz ettiği, bu tercihin kendisidir. Ona göre, sosyalistin dünyayı ve toplumsal ilişkileri “tanrının olup olmaması” sorusu üzerinden görmemesi gerekir. Öznelleşmiş bir tanrı prizmasından bakmakla, gene aynı ölçüde öznelleşmiş bir tanrı karşıtlığı prizmasından bakmak arasında bir fark yoktur. Mesele, egemen ilişkilerin inşa ettiği “özne”yi sessiz çığlıkla parçalamaktır.

Aynı işlem, “Batı ve İslam” karşıtlığı için de geçerlidir. “Doğu da Batı da Allah’ındır” ayetine iman edenlerin kendilerini bir tür Batı kurgusuna göre inşa etmeleri mümkün değildir. İslamî mücadelenin dünyevî ve toplumsal ilişkilere dair bir boyutu güçlü olmak zorundadır. İnşa, yeryüzünde sömürüye ve zulme dair her duruma ve olaya göre gerçekleşmelidir. İslam’ın bir üstünlük mertebesi, ilerleme sürecinin en üst mevki değil, bir tür devrim ve mevzi olarak okunması ve bu vasfıyla değerlendirilmesi gerekmektedir.

Batı’ya göre gerçekleştirilen inşa sürecinde ana eğilimlerden biri, Sovyetler’in varlığı ile birlikte, Batı’daki liberal damara girmek yönündedir. Ta İbn Teymiyye’den beri özel mülkiyet ve birey bağlamında geliştirilmiş teoriler, güçlü bir yer tutmaktadır. Bu teorilerin saraylarla ve bugünün şirket binalarıyla rabıtası kurulmalıdır. İslam’ın avamın kontrol altına alınması, disipline edilmesi, sömürü-zulüm kalelerine nefer olarak sürülmesinde bir tür araç olarak kullanılmasına izin verilmemelidir.

* * *

Marx’ın Feuerbach gibi solculara yönelik eleştirisi, temelde burjuva ideolojisiyle alakalı bir eleştiridir. Bir yanıyla Marx, yaptığı müdahaleyle, sadece özel insanlara kapalı olan bir mücadeleyi, herkese açmak derdinde gibidir.

Aynı şekilde Batı’ya göre kurgulanmış bir İslam da kendi özel insanlarına kapanmış bir ideolojiye dönüşecektir. Sonuçta tercihler belirleyicidir ve tercihlerin kutsallaştırılması ile birlikte, o tercihlerin sahipleri, hatta sahipliğin kendisi, kutsiyet kazanır.

Oysa tercihlerin ardındaki ihtiyaçlar ve zorunluluklar belirleyicidir. Meselenin tercihe indirgenmesi, o tercihin sahibini özel bir alana hapseder, çünkü onun sadece o alanda hayat bulması mümkündür. Tercihin kutsallaşması ile birlikte mücadelenin ihtiyaçları ve zorunlulukları geri plana atılır. Esasen kendisini Batı’ya göre kurmuş kişi, bir süre sonra o Batı’nın çeşitli imkânlarından yararlanmayı da kendisine hak görmeye başlar. Bu kutsiyet, özelleşme ve imkânlar, avamın dudaklarına çalınmış bir parmak bal gibidir.

Bu açıdan, sosyal demokrat ve liberal düşüncenin İslamî çevrelerde dil bulması, eleştirilmeyi beklemektedir. Sol hareketin Müslüman çevrelerle kurduğu ilişki düzlemi, genelde bu çevrelerdir. Aslında bu tür dinamikler, alttaki yoksul, ezilen kesimle ilişkilere mani olmak için vardırlar. Onların kıyamı, bu tür yöntemlerle lâl ve topal bırakılmaktadır.

* * *

Batı’yı eleştirene, “o zaman niye cep telefonu kullanıyorsun?” sorusunu soran, ya ahmaktır ya da belirli bir misyonun bilinçli yürütücüsüdür. Temelde Batı’daki sömürü ve zulüm yöntemleri, masum görülen cep telefonu kullanımı ile ilişkilendirilmektedir. O yöntemler hiç de masum değildir. Batı’yı olumlu ve olumsuz görenler, o yöntemlerin, zaten Doğu’da uygulamada olan yöntemlere uyarlanmasında önemli bir görevi icra ederler.

Mevcut sömürü ve zulüm yöntemleri içinde İslam’a ve tarihine dair ne varsa reddedilmelidir. Aslında bu İslamîymiş gibi görünen hususların devlete ait bir mitolojinin ve ilahiyatın uzanımı olduğunu söylemek gerekir. O mitolojiye “İslam” diyerek saldıranlarla ona “İslam” diye sarılanlar, aynı saftadırlar. Bugün, Kars’ta bulutun dağa düşen gölgesini Atatürk’ün suretine benzetip her yıl ayinler düzenleyenlerin batıl inançtan, gericilikten bahsetmeleri saçmalıktır. Mevcut hükümet koltuklarında oturan isimleri İslam kimliği üzerinden eleştirenler, devletin yeni ve o oranda eski mitolojisinin inşa sürecinin birer parçasıdırlar.

* * *

Batı’nın tarihi, özel insanların iktidarlarını avamla paylaşma kavgasının tarihidir. Ekonomik, askerî, siyasî ve ticarî alanlarda avamın çıplak gücüne muhtaç olan efendiler, bu paylaşımı kendi lehlerine olacak bir içeriğe kavuşturmak için mücadele etmişlerdir. Daha önce değindiğimiz, Feuerbachçı ateizmi ve Marx’ın eleştirilerini, bir yönüyle, bu mücadele bağlamında okumak gerekmektedir.

Özel insanlar, tanrıya yakınlıklarını, güçlü konumlarını, zaman-mekân dışı kurgularını, onları var eden imkânları terk etmek niyetinde değildirler. Bu nedenle, avam içerisinde belirli insanları kendileri gibi olduklarına ikna ederler. Havuç-sopa yöntemi her zaman işe yarar. Halkın bir kısmı, özel olduğuna; bir kısmı da avam ve aşağılık olduğuna ebediyete dek ikna edilmek zorundadır.

Sol hareket kadar İslamî hareket de bu özel olduğuna ikna edilmiş olanların ceremesini çekmiştir. Bu özel oluş, başkalarına kapalı, sadece özel bilgiye, birikime, imkânlara ve maddi araçlara sahip olanların girebildikleri mason localarının kurulmasını beraberinde getirmiştir.

Bu localar için aslolan tercihlerdir. Bir eyleme gidip gitmeme, bir örgütü seçip seçmeme, bir partiye oy atıp atmama gibi örneklerde her zaman bu tercih meselesi kutsallaştırılır. Bu kutsallaştırma gayretinin sebebi, siyasetin özel olana kapatılmasıdır. Efendiler, güçlerini avamla, ancak avamın ruhunu (çoğunlukla bedenini) öldürerek paylaşabilirler. Bu, eşitsiz bir ilişkidir, çünkü verilen pay, her zaman geri alınmak üzere verilir.

Çevre, ateizm, cinsiyet gibi konularda ortaya konulan fikirlerde hep bir üstinsan konuşuyor gibidir. Herkes, aşağılık ve aşağıda görülmekte, özel olduklarına ikna edilenler, kendi kabuklarına çekilmek için bu teorileri bir bahane olarak kullanmaktadırlar. Birçok ateist, temelde mevcut tanrı algısını fazla insanî ve fazla yavan buldukları için ateisttirler. Onda bir tür baskıcı yan bulmalarının nedeni, kendilerinin tanrı olmalarını istemeleridir.

Dolayısıyla, Batı dolayımıyla Batı üzerinden okunan hayat, ister istemez Batı’nın istediği gibi bir hayat olacaktır. İslam ya da Batı, burjuvazi veya işçi sınıfı arasında tercih yaptıklarını düşünüp fikriyatını buradan kuranlar, o tercihlerin ardında duran, herkesi bağlayan, zorunlulukları ve ihtiyaçları asla görmeyecektir.

* * *

Gâdir-î Hum olayı, İslam’ın mezhepsel düzleminde önemli tartışma başlıklarından birisidir. Hz. Ali, Yemen seferinden dönüşte kıymetli kumaşlar getirmiştir. Bazı sahabeler, kendilerine bu kumaşlardan özel elbiseler dikmişlerdir. Hz. Ali, buna itiraz edip elbise diktirenleri azarlamış, bu kişiler de Hz. Ali’yi Peygamber’e şikâyet etmişlerdir. İşte o kum tepesinde Peygamber’in Hz. Ali’nin kolunu havaya kaldırıp, “ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ey Allahım, onu sevenleri sev, ona düşman olanlara düşman ol” demesinin sebebi buradadır. Söz konusu tartışmada Peygamber, Hz. Ali’nin safında olduğunu ortaya koymuştur.

Ama sonrasında bu mesele, yönetim ve siyaset üzerinden okunmuştur. Esasında temel mesele, özel kumaşlardan kendisine özel elbise diktirmededir. Gelgelelim İslam tarihi, “sadece Araplar, sadece Kureyş, sadece muktedirler, sadece özel yetkilere sahip olanlar ya da sadece kendini tanrı zannedenler Müslümandır, gerisi kâfirdir” sözlerine bağlı olarak yazılmış gibidir. Bu şahsi mizanlar, asli Mizan’ı hükümsüz kılmıştır.

Onca sömürünün ve zulmün karşısında, tüm özel elbiseleri yırtıp ortak şenlik ateşinde yakmanın vaktidir. Çünkü asıl mesele, temel ölçüt “ezilenleri, mustazafları önder kılmaktır.”

Eren Balkır
4 Şubat 2018

0 Yorum: