George
Souvlis
16 Aralık 2017
Takdim
amaçlı bir giriş yapmak adına, politik ve akademik düzlemde seni en fazla hangi
kişisel deneyimlerin etkiledi, izah edebilir misin?
Yetmişlerde ve seksenlerin başında İran’da idim,
İranlı sol devrimci bir ailenin kızıyım. Sonrasında anne-baba politik tutsaklar
olarak hapse atıldı, ardından sürgün edildi. Bu yaşadıklarım, çalışmalarıma
yönelik bakışıma kalıcı, silinemeyecek kimi izler bıraktı. Diğer yandan
entelektüel, solcu bir evde yetişmiş olmam, sadece Avrupa değil, Rus ve Latin
Amerikan edebiyatı ve tarihi konusunda zengin bir birikim edinmemi sağladı. Bu
sayede Che Guevara, Corc Habeş, Angela Davis, Kara Panterler, Ho Chi Minh,
General Giap, Salvador Allende, Fidel Castro, Sartre, De Beauvoir, Genet, Costa
Gavras, Garcia Marquez, Cortazar, Neruda, Kazancakis ve Gorki gibi isimleri
tanıdım, onların siyasetlerinden haberdar oldum.
Öte yandan ailemin hapis ve sürgün pratiği, ayrıca
onca insanın yerinden yurdundan edilmesi, katliam ve yıkım süreci sebebiyle bu
türden bir şiddetle alakalı çalışmalara karşı hassaslaştım ve kaçınılmaz
olarak, kişisel hayatımın genel kumaşı dünya bağlamında önem arz eden, tarihsel
olaylarla örüldü.
Entelektüel ve deneyimsel açıdan bana etki eden
söz konusu gelişmeler yaşanmamış olsaydı, sanıyorum, bugüne dek ürettiğim
akademik eserleri asla üretemezdim.
Heroes and Martyrs of Palestine [“Filistin’in
Kahramanları ve Şehitleri”] ismini taşıyan ilk çalışman, mülksüzleştirilmiş
Filistinlilerin geçmişlerini anma yollarını ele alıyor. Filistin’deki
milliyetçi hareket, bu geçmişten neler öğrendi sence? O geçmiş neden bu kadar
önemli? Bahsi geçen hareket, Filistin halkının politik mücadelelerini hangi
yollardan etkiledi?
Aslında çalışmanın başında niyetim, Lübnan’daki
Filistinli mültecilerin “güçlüklerle başa çıkma noktasında başvurdukları
mekanizmalar”la alakalı sıradan bir araştırma yapmak veya içi geçmiş liberal
zırvalara bir biçimde katkı sunmaktan ibaretti. Bana tüm cömertliği ile ev
sahipliği yapacak olan mülteci kampına geldikten sonra, tarihin ve hafızanın
sadece kamp ve (yerel, ayrıca ulusal) liderlerce bir araç olarak kullanılan
kaynaklar olmadığını, ayrıca sıradan mültecilerin politik özneler olarak
kendilerine dair hikâyeyi anlatma tarzlarını yapılandıran bir olgu olduğunu net
bir biçimde gördüm. Anladığım kadarıyla bu anlatılar, kapsamlı politik
bağlılıkların ve zamana ait yapıların etkiledikleri belirli anlatı türlerine uygun
düşüyorlardı. 2000’lerin başında saha çalışmasını yürütürken, Filistinliler
belirli bir eşiğe gelip dayanmış durumdaydılar. Edward Said’in açık bir dille,
önceden dile getirdiği biçimiyle, Oslo görüşmelerinin başarısızlığa uğramış
olması, tüm sürecin geri dönüş haklarına yönelik bir tür ihanet süreci olarak
cereyan ettiğini gören Lübnan’daki mültecileri pek ilgilendiren bir gelişme
değildi aslında. Geçmişi anma pratiğinin anlatıya, hikâyelendirmeye dayalı
yapısı, gerçekten trajikti. Anlatılan hikâyelerdeki baskın ruh hâli dâhilinde
Filistinliler, anlattıkları hikâyeleri belirli bir çerçeveye yerleştiriyor,
yenilgi meselesi burada önemli bir yer tutuyordu. Bu noktada insanların feda ve
sumud (sebat) kültürüne ait direnci
hâlen daha yüce tutuyor olmalarının bir önemi yoktu. Bilâkis, Filistin’de
silâhlı mücadelenin yükselişe geçtiği, altmışların ve yetmişlerin herkesin
başını döndüren gerçekliğinde anma pratiği esasen kahramanlarla alakalıydı.
Resmi kurumlar ve halk nezdinde anlatılan hikâyelerde, savaş sahasının içinde
ve dışında süren direniş ve mücadele, bir biçimde yüce tutuluyordu. Bence,
herkesin açıktan fark ettiği farklılaşma, sadece Lübnan iç savaşında Filistinli
politik örgütlerin yaşadığı yıkımla değil, ayrıca Üçüncü Dünyacı mücadelenin ve
dayanışmanın hâkim olduğu dönemin dünya genelinde kapanmasıyla alakalı idi. Bu
yeni dönemde STK’laşma, ilerlemeyi esas alan iddialarda hâkim tarz hâline
geldi. Dünya genelinde, politik bir ortamdan apolitikleştirilmiş bir ortama
geçiş, aynı zamanda hafıza türlerinin destansı olandan trajik olana doğru
yaşadığı dönüşümde de karşılık buldu.
2010’da
yayınlanan Policing and Prisons in the
Middle East [“Ortadoğu’da Gözetim ve Hapishaneler”] isimli çalışmanın
editörlerindensin. Günümüz İslam toplumlarında hapishanelerin rolü nedir, bu
rol, neoliberalizm çağında nasıl değişmiştir? Bugün Ortadoğu’da hapishane
sistemleri, neden bu kadar gelişip serpildi? Foucault’nun Batı’daki ceza
sisteminin rolüne dair yorumlama modelini Ortadoğu’ya tatbik etmek mümkün
müdür?
Biz, aslında o çalışmada günümüzde varolan İslam
toplumlarıyla ilgilenmemiştik. Kitaba katkı sunan yazarlar, bugünün Ortadoğu’su
ile ilgili çalışmalar kaleme alan isimlerdi, dolayısıyla bizim asıl niyetimiz,
gözetim ve hapis pratiklerinin mevcut hâkimiyet, disiplin ve şiddet biçimlerini
nasıl bünyesine kattığını, onları nasıl devreye soktuğunu, söz konusu
pratiklerin genel kapsamını anlamaktı. Yazarların bazıları, doğal olarak, daha
çok Foucault’nun yürüttüğü disiplin tartışmasıyla ilgiliydiler ama bazıları da günümüzde
tüm gözetim veya hapis pratiği biçimlerini hüküm süren disipliner veya
biyopolitik iktidar formu olarak sınıflandırma noktasında kararsızlık yaşayan
isimlerdi. Esasında bize göre, her bir katkıyı o katkının neşet ettiği özel
uzamsal ve zamansal bağlama dayandırmak hayatî önemde bir meseleydi. Bu hâliyle
kitap, yirmilerde ve otuzlarda Suriye çölünde sömürgeci Fransızların yürüttüğü
gözetleme pratiği, İsrail’in Filistin’de yürüttüğü yerleşim siyasetinin
dayandığı biyopolitika, Türkiye’deki polis teşkilâtı, Mısır’ın ellilerde ve
altmışların başında yönettiği Gazze’deki gözetleme pratikleri, Ürdün’deki
muhalif alanların gözetlenmesi, Ebu Gureyb Hapishanesi’nde “özel” veya yarı
kamusal kurumların rolü, Bahreyn’de kadın polislerin teşkilâta yükledikleri temsilî
ve örgütsel değer, ayrıca Suriye, İran ve Türkiye’de tutsakların olağanüstü
direnişleri ve fedakârlıkları ile alakalı bölümler içeriyor.
Ortadoğu’da hapishanelerin, bilhassa politik
hapishanelerin sayıca çoğalması, bölgede uzlaşmak nedir bilmeyen halkların
yönetilmesi meselesinin ne kadar baskıcı bir içerik kazandığının somut bir
göstergesidir. Foucault’nun dile getirdiği, nispeten daha disipline ve ıslah
edici cezalanma pratiği, Ortadoğu’da aşina olduğumuz bir olgu değilse de bu
türden bir gelişme karşısında pek de şaşırmamak gerekmektedir, zira
Foucault’nun kendisi de disipline edici hapishaneyi, birçok Foucault’cunun
tespitiyle, tüm dünyaya teşmil edilebilecek bir üst kavramdan ziyade, belirli
bir tarihsel bağlama oturan bir kurum olarak görür.
“Küresel
Kontrgerilla Harekâtlarında Filistin’in Konumu” isimli makalende, Filistin’in
kontrgerilla strateji noktasında bir laboratuvar olarak kullanıldığını, onun
küresel kontrgerilla harekâtlarının hayatî önemdeki düğüm noktası olarak
görülmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Peki bunun sebebi nedir? Eski ve yeni
kontrgerilla harekâtı biçimleri arasındaki ana farklılıklar nelerdir?
Kontrgerilla pratiğini sömürgeci idaresiyle ne ölçüde ilişkilendirmek
gerekmektedir?
Filistin, insanın aklını başından alan ama aynı
zamanda iç karartıcı bir örnek, zira bu ülke, İngilizlerin sömürge idaresi
boyunca ortaya koydukları sömürgeci gözetim ve sindirme politikaları, bu
bağlamda geliştirilen doktrinler ve yetiştirilen personeliyle tüm bir hareketin
zamansal ve mekânsal açıdan merkezî düğüm noktası, aynı zamanda Filistin,
İsrail devletinin halkı sindirme noktasında hâlen uygulamaya devam ettiği zulme
maruz kalan, sömürgeleştirilmiş bir toprak. Filistin’i asıl ilginç kılan,
İsrail’in hukukî ve idari kurumları yanı sıra, sahip olduğu güvenlik
aygıtlarının İngilizlerden miras kalan kontrgerilla pratiklerini,
doktrinlerini, kanunlarını, söylemlerini özümsemiş ve yenilerini geliştirmiş
olması. Manda dönemi boyunca Filistin, toplu cezalandırma biçimleri, kentlerin
ve köylerin kuşatılması, duvarların inşa edilmesi ve sivillerin rehineler ve
insanî birer kalkan olarak kullanılması, ayrıca (insanların mahkemeye
çıkartılmaksızın, süresi belirsiz idari gözaltında tutulmasına imkân veren
kanunlar türünden) kimi kanunlardan istifade edilmesi noktasında bir tür
laboratuvar olarak iş gördü. Bu taktiklerin bazıları, İngilizlerin İrlanda ve
Kuzeybatı Sınır Bölgesi gibi, kontrgerilla harekâtı yürüttüğü başka yerlerden
ithal edildi. Ardından uygulamalar ve personel, ilgili yerelliklere ihraç
edildi. Malaya, Kıbrıs ve Kenya gibi bu türden yerelliklerde İngilizler,
sömürgecilik karşıtı güçlerle mücadele etmeyi sürdürdüler. İsrail de Filistin’i
bir tür laboratuvara, aynı şekilde dönüştürdü. Bu laboratuvarda İsrail,
insansız hava araçları türünden, kendi geliştirdiği silâhları sınamakla
kalmıyor, aynı zamanda eski ve yeni diz çöktürme yöntemlerini de deniyor
(kalori kontrolü, bu yöntemlerden biri. Söz konusu yöntem dâhilinde Gazze’ye
girmesine izin verilen gıda miktarı, bir tür cezalandırma yöntemi olarak,
azaltılıyor). Bu türden yöntemler ve ekipman, sonrasında, Doğu Timor’da
Endonezya’nın ve ayrıca Kolombiya’nın yürüttüğü kontrgerilla faaliyetlerine
dayalı savaşlar yürüttüğü başka yerlere ihraç ediliyorlar.
Kontrgerilla faaliyetini sömürge idaresinden
ayrıştırmak tabii ki mümkün. Burada devlet, isyankâr halkı liberal veya liberal
olmayan, kontrgerilla pratiğine yaslanan tedbirler aracılığıyla eziyor.
Suriye’de kontrgerillanın devreye soktuğu şiddet bunun bir örneği.
Ama öte yandan bana kalırsa, devletin hukuka bağlı
olduğunu söylediği liberal, hoşgörülü kontrgerilla pratikleri, yirminci
yüzyılda sömürgeci güçlerin icat ettiği pratikler.
Sence
kontrgerilla faaliyetlerinin cinsiyetle alakalı bir yönü var mı?
Bence cinsiyet meselesi, kontrgerilla
pratiklerinde farklı yollardan işliyor. Ben daha çok ABD’nin Irak ve
Afganistan’da yürüttüğü kontrgerilla faaliyetlerine odaklandım. Buralarda
cinsiyet, her zaman zaten toplumsal sınıf, ırk ve jeopolitik/coğrafi konumla iç
içe geçmiş bir olgu. Bu nedenle bazı örnekler vermek gerekirse; kontrgerilla
güçlerinin uyguladığı şiddetin sonucunda Iraklı ve Afgan erkekler efemineleşti,
özel alanlar, kontrgerilla güçlerinin gözetleme ve baskı pratiğine açık hâle
geldi, tutsaklar cinsel açıdan aşağılamayı öne alan işkence pratiklerine maruz
kaldılar. Cinsiyet, buralarda Ebu Gureyb Hapishanesi’nde herkesi dehşete
düşüren görüntülerde çıktı karşımıza. Buralarda Iraklı erkeklere cinsel açıdan
işkence etmekle kalmadılar, ayrıca çoğunlukla köken olarak beyaz ve işçi olan
kadın askerler, işkenceci ve kırbaççı rolünü üstlendi. Cinsiyet, kurtarılmayla
alakalı hikâyelerde önemli bir rol oynuyor. Özgürleştirme ve kurtarma meselesi,
çoğunlukla liberal askerî müdahalelerde bir bahane olarak dillendiriliyor.
Emperyalist ülkelerin metropollerinde bir tür emperyalist feminizm devrede. Bu
hareket dâhilinde kadınlar, kontrgerilla faaliyetlerine destek veren düşünce
kuruluşlarına giriyorlar, devlette görevler alıyorlar, böylelikle “sert” veya
erkeksi kişiliklere bürünmeksizin, seçkin güvenlik kurumlarında yer buluyorlar.
Emperyalizmi besleyen bir rol oynadıklarını açıktan ortaya koymuyorlar.
Nihayetinde cinayet şebekesinin şoför koltuğunda oturmayı, tüm kadınların
kurtuluşuna ve ilerlemesine dair bir gelişme olarak yüceltme yoluna gidiyorlar.
“Scholar,
Pope, Soldier and Spy” [“Âlim, Papa, Asker ve Casus”] isimli makalende
liberalizmle kontrgerilla faaliyetleri arasında diyalektik bir ilişki olduğunu,
sağlam bir temel üzerinden dillendiriyorsun. Bu iki olgunun birbiriyle nasıl
ilişkilendiğini izah edebilir misin?
İlişkinin diyalektik mi yoksa daha çok simbiyotik
mi olduğundan bek pek emin değilim. Bence ABD ve İngiltere gibi ülkeler
arasındaki ilişki gayet simbiyotik. Bunlar, hukuka ve yönetim meselesine bağlı
olduğunu söylüyorlar ama ortaya çıkan sonuçlarca yalanlandığı biçimiyle, bu
liberal kontrgerilla devletlerin başvurdukları yöntemlerin, iddialarının
aksine, asla daha yumuşak, daha insanî veya insanın iyiliğini daha çok gözeten
bir nitelikte olmadığını söylemek gerekiyor. Ahlâk konusunda dillendirdikleri
iddialar dâhilinde erdemli olduklarını söylüyorlar, demokratik niyetlerle
hareket ettiklerinden dem vuruyorlar veya insanların çektikleri çilelere
hassasiyet gösterdikleri iddiasında bulunuyorlar ama bahsi geçen makalede asıl ilgilendiğim
husus olan, kontrgerilla faaliyetlerinin yol açtığı şiddetin sonuçlarını asla
ele almıyorlar.
Biraz
da Time in the Shadows [“Gölgedeki
Zaman”] isimli kitabından ve ona temel teşkil eden araştırma sürecinden
bahsedebilir misin?
Bu kitapta ben, esas olarak liberal kontrgerilla
güçlerinin kullandıkları yöntemlerin liberal olmayan rejimlerin yöntemlerinden
çok farklı olduğuna dair iddiaları ele aldım. Yani burada ABD gibi bir devletin
uzlaşmak nedir bilmeyen Irak halkına diz çöktürmek için başvurduğu yöntemle
örneğin Rusya’nın Çeçenya’da başvurduğu yöntem arasında fark olup olmadığını
anlamaya çalıştım. Bu amaçla, hapse atma noktasında başvurulan yöntemlerin
kitlesel katliam gerçekleştirme noktasında kullanılan yöntemlerin yerini süreç
içerisinde nasıl aldığını inceledim. Hapse tıkma yöntemleri derken, tek başına
savaş tutsaklarının gönderildiği kampları değil, ayrıca “kara hapishaneler”i,
ülke toprakları dışındaki hapis pratiklerini (ada hapishanesi, başka ülkede
hapse tıkma veya özel hapishaneler), geçmişi Boer Savaşı’nda kurulan toplama
kamplarına, Malaya’daki Yeni Köyler’e, Vietnam’daki Stratejik Mezralar’a
uzanan, sivillerin toplu olarak hapse tıkıldığı uygulamaları, Filistin’de
İsrail’in halka diz çöktürme amaçlı devreye soktuğu tedbirleri ve Bağdat’ta
ABD’nin yürüttüğü kontrgerilla faaliyetine damgasını vuran duvar inşasını
kastediyorum.
ABD ve İsrail’in günümüzde ortaya koyduğu
uygulamaların emsallerini sömürgecilik karşıtı güçlerle mücadele eden Fransız
ve İngiliz güçlerinin ortaya koyduğu pratiklerde buluyorum. Bunu yaparken, ABD
ve İsrail’in belirli doktrinleri ve uygulamaları İngilizlerden ve Fransızlardan
öğrendiğini ortaya koyuyorum, ayrıca geçmişin ve bugünün ezenlerinin söylem,
doktrin ve pratik açısından birbirlerine bağlı ve birbirleriyle ilişkili
olduklarını gösteriyorum.
Kitabın dayandığı araştırma süreci, bir düzineyi
aşan arşivden, eski tutsak, esir, gözaltına alınıp bırakılmış kişi, muhafız,
doktrin kaleme alanlar türünden insanlarla yapılmış onlarca mülâkattan,
hapishanelerde yaşanılanların anlatıldığı anı kitaplarından ve muhtelif
belgelerden beslendi.
Bahsi
geçen Gölgedeki Zaman çalışmanda ele
aldığın diğer bir konu da ABD’nin yürüttüğü teröre karşı savaş. Sence bu savaş,
emperyalist güçlerin her daim kullandıkları gözetleme yöntemleri açısından bir
paradigma değişikliğine işaret ediyor mu? Teröre karşı savaşın hâlen daha devam
ettiğini düşünüyor musun? Yürürlüğe girdiği günden bugüne, aradan geçen on beş
yıl içerisinde neler değişti? Sence bu değişiklikler, ABD emperyalizminin maruz
kaldığı daha kapsamlı dönüşümlerle el ele mi ilerledi?
En önemli değişikliklerden birisi, Irak’ta
kontrgerilla faaliyetinin son bulmasıydı. Bu, kontrgerilla doktrininde yaşanan
bir tür geri çekilmeydi. Diğer önemli değişiklik ise kontrgerilla faaliyetinin
yerini terörizmle mücadele söyleminin almasıydı. Bu söylem, karada faal olan
askerler yerine, insansız hava araçlarına tabi. Böylelikle askeri ve politik
açıdan vekil veya bağımlı güçlere tabiyet daha da arttı. Yirminci yüzyılda
kontrgerilla faaliyetlerinin toplam tarihi, belirli bir salınıma tanıklık etti.
Bir yandan ya daha fazla askeri güç kullanıldı, askeri müdahale geniş bir ölçek
dâhilinde yürütüldü, baskının daha yoğun biçimleri devreye sokuldu (havadan
veya ölümcül sonuçlar doğuran araçlarla, gözetlemenin ağırlıklı bir yer tuttuğu
terörle mücadele yöntemlerine başvuruldu) ya da çoğunlukla vekil güçlerden
istifade edildi. Kontrgerilla taktikleri başarısız olduğu için söz konusu
salınım yaşansa da asıl neden, halkın süreçten bıkıp usanması veya yerine
getirilmeyen vaatler (ki en fazla öne çıkan vaat, ulus inşasıdır) karşısında
hayal kırıklığına uğraması. Sarkacın salınımı, kontrgerilla güçlerinin, kendi
yöntemlerinin öncelikli olduğu konusunda ısrar edebilme becerisine ve yöntemlerinin
verimli sonuçlar üreteceği, vaatlerin yerine getirileceği noktasında halklarını
ve siyasetçilerini ikna edebilme kapasitesine bağlı.
Gözetleme yöntemlerinde yaşanan bu değişikliklerde
iki mesele önemli bir rol oynuyor. Biri teknolojik yenilikler. İnsansız hava
araçlarıyla yürütülen gözetleme faaliyeti, veri toplama ve internetin gizliden
takip edilmesi gibi adımların her biri, birer teknolojik ilerleme. Bu adımlar,
gözetleme pratiğiyle alakalı tarzları bir biçimde etkiliyor, veri toplama
yöntemini değiştiriyor, muhalif güçleri ve sıradan halkı devletin baskı
politikalarına açık hâle getiriyor. İkinci mesele ise devletlerin halkın
çoğunluğunu bu türden gözetleme yöntemlerinin uygulanması noktasında ikna
edebilme becerisinin düzeyi. Terör tehdidiyle bu tür yöntemlerin kullanıldığı
günümüzde asıl iç karartıcı olansa, Avrupa başkentlerinde yaşanan terör
saldırılarının olağanüstü hâlleri, gözetim ve kontrol rejimlerini, şüpheli
görülen insanların (İngiltere’de Önleme Programı, ABD’de Müslümanların kayıt
altına alınması gibi adımlar dâhilinde) sistematik olarak gözetlenmesine bir
biçimde yol açması. Kamuoyunun bu türden baskıcı gözetleme yöntemlerinin sadece
beyaz olmayanlara tatbik edilmesi kaydıyla o yöntemler karşısında susması, bu
tür saldırılara kayıtsız kalması gerçekten önemli bir konu. Sadece ABD ve
Avrupa’da değil tüm dünya genelinde siyaset sahnesinde kitlelerin yüzünü sağa
dönmesi, baskıcı ama politik açıdan olağan hâle gelmiş gözetleme pratiklerine
tabi insanlar açısından hiç de hayra alamet değil.
Gemi
taşımacılığı ve küresel lojistikle alakalı son araştırmanızdan biraz
bahsedebilir misin?
Son araştırmam, ailemin hapis ve sürgünle alakalı
deneyimlerinin doğrudan bilgi açısından beslemediği, önceki çalışmalarımdan bir
miktar farklı bir araştırma. Gerçi yine de kontrgerilla doktrinlerine dair
çalışma ve Filistin’deki anma biçimleriyle alakalı çalışma ile arasında
doğrudan bir bağ mevcut. Bugünlerde Arap Yarımadası’ndaki lojistik
altyapılarının ve deniz taşımacılığının ortaya çıkışını inceleyen, kapsamlı bir
proje için gerekli saha çalışmasını ve arşiv taramasını bitirmek için
uğraşıyorum. Esas olarak odaklandığım konu, İkinci Dünya Savaşı sonrası
dönemde, kapitalist üretimin ve birikimin, askeri lojistiğin merkezi biçimleri,
modern denizcilik pratiğinin gelişim tarihi ve dayandığı coğrafya, ayrıca
yurttaşlarla emekçilerin mücadeleleri. Burada sadece hangi limanların ortaya
çıkıp hangilerinin yok olduğu meselesine değil, ayrıca limanların nasıl inşa
edildiklerine, hukukî ve ticarî kategorilere dönüşen coğrafî özelliklere, liman
inşaatının ekolojik sonuçlarına, tarihî ticaret yollarının günümüzde faal olan
ulaşım koridorlarında hâlen varlığını sürdürüyor oluşuna ve konuyla alakalı
diğer bir dizi faktöre bakıyorum. Projenin parçası olarak, Arap
Yarımadası’ndaki limanların yanı sıra, denizcilik ve ticaret mevzuatının
hazırlanıp yürürlüğe konduğu, finans ve sigortacılık faaliyetlerinin
kendilerine yer bulduğu, ticarî faaliyetlerinin tüm geçmişiyle kayıt altına
alınıp arşivlendiği merkezî metropolleri de ziyaret ettim. Ayrıca bölgede
muhtelif limanlardaki konteynır gemilerinde seyahat etme imkânı buldum. Burada
amacım, malların hareket etme tarzını anlamaktı. Bu hareketi mümkün kılan,
gemiciler ve liman işçileri. Bir amacım da farklı limanlarda ticarî tertibat ve
ticarî uygulamalardaki değişiklikleri görmekti.
Kimi yönlerden bu proje,
araştırmayla alakalı, daha kapsamlı bir merakın ürünü. Geçmişte kaleme aldığım,
Filistin’de anma pratiği ile alakalı çalışma, ulusötesi söylemlerin ve harekete
geçme, seferberlik süreçlerinin yereldeki insanların muhayyilelerini nasıl
etkilediği ile ilgiliydi. Öte yandan kontrgerilla üzerine kaleme aldığım
kitapsa, kontrgerilla doktrinlerini, uygulamalarını ve halkların ulusötesi
hareketini ele alıyordu. Bu liman ve gemi taşımacılığıyla alakalı projede ise
ben, fizikî mamullerin hareketini inceliyorum. Diğer iki çalışma gibi burada da
asıl ilgilendiğim konu, sömürgeciliğin veya kontrgerilla güçlerinin uyguladığı
şiddetin nasıl devreye sokulup nasıl tecrübe edildiği. Buradan da ben,
madunların iktidara yönelik direnişini ve o iktidarın ağına nasıl
yakalandıklarını anlamaya çalışıyorum.
0 Yorum:
Yorum Gönder