2 Kasım 1917’de Arthur James Balfour, “Filistin’de
Yahudi halkı için ulusal vatan” tesis edilmesi talebiyle, İngiliz kabinesi adına
bir bildiri yayınladı. Bu bildiri, Britanya İmparatorluğu’nun Siyonist projeye
desteğine dair bir işaret olarak bölgede yüzyıl boyunca hüküm sürecek çatışma
sürecinin biçimlenmesine de katkı sundu.
Kurucusu Theodor Herzl’in 1896 tarihli o ünlü Der Judenstaat [Yahudi Devleti] ve diğer
yazılarında dile getirdiği biçimiyle, politik Siyonizmin nihai hedefi şuydu:
“Yahudi devletinin kurulması, yani Filistin’e yönelik göç sürecinin Yahudilerin
kontrolüne girmesi ve Yahudi egemenliği idi.”
Siyonist hareket, büyük devlet
desteği arayışı dâhilinde, sömürgeci bir girişim olarak yola koyuldu. Osmanlı
ve Almanya’nın desteğini kazanamayan hareketin liderleri, Britanya’daki savaş
kabinesinde gerekli desteği buldular. Sonrasında bu liderler, o dönemin en büyük
gücünün desteğini almayı bildiler ve bu güç I. Dünya Savaşı’ndan muzaffer
devlet olarak çıktı.
Siyonistler, yirmi yıl boyunca İngilizlerin
ardından da Filistin’de elde edecekleri nihai zafere kapı açan Balfour
bildirisi üzerinden, Milletler Cemiyeti’nin desteğini arkasına aldılar. Öte yandan
Siyonistler de yoğun bir çaba içerisine girdiler. Bu çabanın en açık özeti,
Herzl’in şu önlü sözünde dile getirilmekteydi: “İsterseniz bu, bir masal
olmaktan çıkar.”
Balfour Deklarasyonu’nun başka bir yönü daha var.
O, Filistin halkının geleceğine dair kararı veren belge. Filistinliler için bu
bildiri, başlarına dayanmış bir silâh. O dönemki İngiliz devlet adamlarının
niyetinden bağımsız olarak, bildiri, esasen bir savaş ilânı. Filistinliler
hilafına o topraklarda “ulusal vatan” kurma fikrini destekleyenlerin ve bu
“vatan”ı zorla üretenlerin yerli halka yönelik bir saldırısı.
Filistinliler, on dokuzuncu yüzyılın sonundan beri
Siyonist hareketi endişeyle izliyorlardı. Balfour Deklarasyonu, onların artık
büyük bir tehditle karşı karşıya olduklarını ortaya koydu. Londra’da ilân
edildiği dönemde İngiliz askerleri de Filistin içlerine doğru ilerliyorlardı.
Deklarasyon, bu tehlikenin niteliğini açıktan
ortaya koymaktaydı. Britanya’daki Siyonist hareketin lideri Lord Rothschild’e
hitap eden belgede şöylesi bir paragraf yer almaktaydı:
"Majestelerinin
hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için ulusal vatan kurulması fikrinden yana
ve bu hedefe ulaşılması için her türlü kolaylığı sağlamak amacıyla elinden
gelen her adımı atacaktır. Net biçimde anlaşıldığı üzere, başka herhangi bir
ülkede Yahudilerin kazanacakları haklar ve politik statüye halel getirecek,
Filistin’de Yahudi olmayan toplulukların insani ve dini haklarına zarar verecek
hiçbir şey yapılmayacaktır."
Öte yandan Balfour, “Yahudi halkı” dediği kesime
ulusal haklar veriyor, oysa bu halk, o dönemde Filistin nüfusunun sadece yüzde
6’sını teşkil ediliyor. Tuhaf olan şu ki o günlerde Filistin’de yaşayan
Yahudilerin çoğu da Ortodoks veya doğulu Yahudi (Mizrahim) ki bunların büyük
bölümü Siyonist harekete mensup değil ya da ona karşı. Bu bağlamda, Birleşik
Krallık’ın Herzl’in Yahudi devleti, egemenliği ve kontrolü ile ilgili talebine
destek sunması kötü sonuçlar doğuracak bir adım. Bu noktada Britanya’ya has,
aldatıcı dil devreye giriyor ve “Yahudi halkı için ulusal vatan” tabirine yer
vererek, Herzl’in bu talebi örtbas edilmeye ve dildeki sertlik yumuşatılmaya
çalışılıyor. Dünyanın en güçlü ulusu, yerli halkın hilafına, Filistin’e yabancı
bir halkın çoğunluk hâle gelme fikrine destek sunmuş oluyor.
Balfour Deklarasyonu’nda dile getirildiği
biçimiyle, atılacak adımlar sayesinde Filistinliler, ülkeleri üzerindeki
kontrolü yitirecek, Siyonistler, nüfus ve kültür açısından tümüyle Araplara ait
olan bir ülkeye egemen olacaklar. O gün bu ihtimalin gerçekleşmesi imkânsızmış
gibi görünse de sadece otuz yıl içinde gerçekleşme imkânı buluyor.
Savaş
Sürecinde Filistin
1914 öncesinde Filistin’deki birçok Arap, Siyonist
hareketteki hızlı büyümeyi kaygıyla izledi. Bu süreçte Yahudi göçü iyice
hızlandı. Arap dilinde yayımlanan gazeteler bu kaygıyı dile getirmekteydiler.
I. Dünya Savaşı’ndan önce Hayfa’da çıkan Karmil
ve Yafa’da çıkan Filastin gazetesinde
iki yüzden fazla makale yayımlanmıştı.
Sahil şeridindeki tarım toplulukları ve kuzeydeki
verimli vadiler gibi yerlerde yoğunlaşan yerleşim siyaseti karşısında köylüler,
Siyonizmin ilerleyişine somutta tanıklık ettiler. Sahipleri başka ülkelerde
olan kişilerden toprak satın alan Siyonist hareketin başvurduğu avoda ivrit (İbrani emeği), daha çok
toprağı işleyen Filistinlileri yerlerinden söküp atmayı ifade ediyordu. Bu
satışların sonucunda birçok köylü, nesillerdir kendilerinin kabul ettikleri
çiftliklerden zorla çıkartıldı. Bazıları, yerleşimcilerin kurdukları ilk
paramiliter birliklerin silâhlı saldırılarına maruz kaldılar.
Bugün olduğu gibi o gün de Yahudi nüfusunun yoğun
olduğu Hayfa, Yafa ve Kudüs’te oturanlar da bu korkuyu yaşıyorlardı. Onlar da Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’dan yığınla Yahudi’nin gerçekleştirdiği göçe
tanıklık ettiler.
Balfour Deklarasyonu’na dair haberler, dünyanın
birçok diğer kısmına hızla yayıldı. Ancak Filistin’de kimse bu haberlere vakıf
olamadı. Savaş döneminde yaşanan gelişmeler dikkate alındığında bu, gayet
şaşırtıcı bir durum. Savaş yüzünden yerelde çıkan gazetelerin kapılarına kilit
vurulmuştu. Çünkü tüm Osmanlı limanları, müttefiklerin donanması tarafından
abluka altında olduğundan, gazete kâğıdı bulmak imkânsızdı. Sonuçta
Filistin’deki birçok insan, uluslararası haberlere kısa sürede ulaşamamaktaydı.
Sonrasında, Aralık 1917’de İngiliz askerleri Kudüs’ü ele geçirdi ve askeri
rejim, deklarasyona dair haber yapılmasını yasakladı.
İngiliz yetkililer, yaklaşık iki yıl boyunca
Filistin’e gazete girmesine izin vermedi. Bu nedenle Filistinliler,
deklarasyonu çok sonra, Kahire’den gelen gezginlerin yanlarında getirdikleri
Mısır gazetelerinden öğrendiler.
Müttefiklerin Filistin sahiline yönelik
ilerleyişleri esnasında karadan ve denizden gerçekleştirilen ağır topçu
atışları, Gazze’yi dümdüz etti. Bu saldırı esnasında, Mart, Nisan ve Kasım
1917’de, kente yönelik üç taarruz gerçekleştirildi.
Zaten bitkin olan Filistinliler, savaş yüzünden
kesintilerin, yoksulluğun, yerinden yurdundan olmanın ve kıtlığın çilesini
çektiler. Osmanlı ordusu, hayvanların orduya teslim edilmesini istedi. Çekirge
istilası hasadı mahvetti, askere alıma yönelik ağır tedbirler yüzünden
çalışacak yaştan olan birçok insan, cepheye gönderildi.
Osmanlı, savaş içerisindeki güçler içerisinde en
fazla zaiyatı veren ülkeydi. Ölü sayısı üç milyonu aşmıştı ki bu, toplam
nüfusun yüzde 15’iydi ve bu insanların ekseriyeti sivildi. Bazı tahminlere
göre, bu rakam daha yüksek, Birinci Dünya Savaşı sürecinde ölenler nüfusun dörtte
birini buluyor. Sadece Filistin’i de içeren Büyük Suriye coğrafyasında
1915-1918 arası dönemde yaşanan kıtlıktan ötürü yarım milyon insan ölmüştü.
Bu sivil ölümleri, savaşın yol açtığı korkunç
zaiyatla katlandı. Savaş süresince 2,8 milyon Osmanlı askerinin 750.00’i öldü.
Filistinli ve diğer Arap birliklerindeki zaiyat daha yüksekti, zira en yoğun
çatışmaların yaşandığı savaş alanlarında bu birlikler savaşıyordu. Bu türden
faktörlerin Filistin üzerinde yoğun bir tesiri oldu. Nüfus bilimci Justin
McCarthy’nin tahminine göre, savaş öncesi yıllarda yaşanan yüzde birlik
büyümenin ardından, Filistin nüfusu savaş süresince yüzde altı azaldı.
Çile ve mahrumiyetle yüklü bu ağır arka plan
karşısında Filistinliler, Balfour Deklarasyonu’na dair bilgileri gıdım gıdım
elde ettiler. Tüm yurttaşların savaşın şiddetinin düşmesi ile birlikte ağır
sıkıntılarla yüzleşmesine karşın, hayatta kalanlar gelen haberleri korku ve
endişe ile karşıladılar.
Kurtuluş
Arzusu
Osmanlı idaresi altında geçen dört yüzyıllık
döneme son veren İngiliz işgali, Balfour Deklarasyonu’nun yarattığı şoku iyice
yoğunlaştırdı. Filistin’de varolan politik kimlikler, on dokuzuncu yüzyılın
sonunda dünyadaki eğilimlerle ilişki içerisinde, belirli bir yöne evrilip,
Osmanlı devletindeki evrime paralel bir seyir içerisine girdiler. İmparatorluk,
I. Dünya Savaşı öncesi Balkanlar ve Libya’da yaşadığı toprak kayıpları ile
gücünü yitirmeye başladı ama 1918’deki yenilgi sonrası yaşayacağı dağılma yirmi
kuşak boyunca, yani Amerikan cumhuriyetinin toplam ömrünün iki katını bulan bir
süre dâhilinde, bölgeyi kontrol eden hükümeti yıktı. Bu dönüşüm, Filistin
halkının yolunu yitirmesine neden oldu, buna bir de savaşın yol açtığı yıkım ve
ilk tanık oldukları yabancı işgal altında yaşamanın şoku eklendi.
Savaştan hemen sonra Filistinlilerin sahip olduğu
ulusal kimlik önemli bir değişim içerisine girdi ve hızla başka bir şeye dönüştü.
Esasında o büyük savaşın ardından sınır mınır tanımayan, önemli ölçüde on dokuzuncu yüzyıla ait bir olgu olan milliyetçilik fikri, yeniden önemli hâle geldi.
Dünyanın başka yerleri kadar bu, Filistin ve Ortadoğu’nun diğer kısımları için
de geçerli olan bir gelişmeydi.
Woodrow Wilson ve Vladimir Lenin’in kendi kaderini
tayin hakkı konusunda dile getirdikleri farklı çağrılar da meseleyi daha da
önemli hâle getirdi. İki liderin asıl niyeti ne olursa olsun, sömürge halkın
ulusal arzuların onay vermeleri süreçte muazzam bir etkiye yol açtı.
Elbette Wilson’ın niyeti, ilham verdiği, kurtuluş
umudunu dillendiren halkların önemli bir kısmına söz konusu ilkeleri tatbik
etmek değildi. Kendisinin de itiraf ettiği biçimiyle, adını kendisinin bile
duymadığı grupların sayıca bol oluşu karşısında şaşkına dönen Wilson, ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı çağrısına bu kadar halkın cevap vereceğini hiç
ummuyordu.
Gene de Wilson’ın On Dört Madde’si, Bolşevik
Devrim ve Versay Barış Konferansı karşısında canlanan, ama sonrasında boşa
düşen umutların bir sonucu olarak, Mısır, Hindistan, Kore ve daha birçok ülke,
1919’da ve hemen sonrasında sömürgecilik karşıtı isyanlara tanıklık etti.
Milliyetçilikteki artışın ve onun süreçte ivme kazanmasının, savaş esnasında ve
sonrasında, ulusların genel hislerini uzun süredir bastırmış olan ulusötesi
niteliğe sahip hanedanlık devletleri olarak Romanof, Hapsburg ve Osmanlı
imparatorluklarının dağılması ile ilişkilendirmek mümkün.
Birinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak,
post-travmatik stres bozukluğu yaşayan Filistinliler, milliyetçi coşkuyla yanıp
tutuşan savaş sonrası dünyaya girildiği dönemde yeni gerçeklerle yüzleşmek
zorunda kaldılar. Osmanlı’nın yerinde yeller esiyor, onun boşluğunu Britanya ve
Fransa dolduruyordu. 1915-16’da bu iki Avrupa devleti, Sykes-Picot anlaşması
dâhilinde, bölgeyi gizlice parçadı. Bu anlaşmayı 1917’de ifşa etmekse
Bolşeviklere düştü.
Arapların bağımsız olma ve kendi kaderlerini tayin
etme imkânı, sömürgeci taksim adına bu anlaşma karşısında gerekli tedbirlerin
alınmasını şart koşuyordu. İngilizler, 1916’da Mekke’de Şerif Hüseyin’e bu
hakkı vereceklerini taahhüt ettiler ve Hüseyin, sonrasında bu vaadi sürekli
işitti. En iyi hâliyle İngilizler, diğer Arap halklarına yönelik vaatlerini
kısmen ve gecikmeli olarak tuttular, ama imparatorluk, bu hakkı Filistin halkına hiçbir zaman bahşetmedi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Mısırlılar, İranlılar,
Iraklılar, Suriyeliler ve Türkler, sınırlı ve dar bir çerçeve dâhilinde de
olsa, bağımsızlık elde etmelerine karşın, Filistinliler, bu türden bir fırsattan
hep mahrum kaldılar.
Bunun yerine İngilizler, Filistin’i ilkin Balfour
Deklarasyonu’nda, ardından Milletler Cemiyeti’nde genel hatlarıyla belirlenmiş
olan kurallar bütünüyle yönetti. Deklarasyon, Siyonizmin ihtiyaçlarına göre
kaleme alınmıştı ve Siyonizm ordularıyla Filistin’i fethetmiş olan bir
imparatorlukla ittifak hâlindeydi. Britanya’nın askerleri otuz yılı aşkın bir
süre ülkeyi terk etmediler. Bu dönemde Siyonist nifak kökleşti ve birçok
Filistinlinin en kötü korkularının gerçekleşmesini sağladı.
Üç
Düğüm
Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın önemli bir kısmında
görüldüğü üzere, millet fikri, on dokuzuncu yüzyılın son döneminde Filistin’de
de kök salmaya başladı. Gelgelelim, birçok insana göre, Filistin milliyetçiliği,
Yahudilerin kendi kaderlerini tayin hakkına yönelik, akla mantığa sığmayan bir
tepkiden başka bir şey değil. Oysa pratikte Filistinli kimliği, tıpkı Siyonizm
gibi, birçok uyarıcıya tepki olarak ortaya çıktı. Tuhaf olan şu ki modern milliyetçilikler
antik çağlara ait bağlara sahip olduklarını iddia etseler de, her iki hareket
de aynı dönemde gelişme kaydetti.
Siyonizmin yerleşimcilik projesi, Filistin
milliyetçiliğinin ivmelenmesini sağladı. Onun güçlenmesini sağlayan önemli bir
unsur da antisemitizmdi. I. Dünya Savaşı’ndan önce Filistin kimliği, vatansever
modernizm, Müslüman ve Hristiyanların Filistin’i kutsal topraklar olarak görüp
ona bağlanması ve Avrupa kaynaklı saldırılara yönelik korkular gibi unsurları
içeren bir kimlikti. Sonrasında bu kimlik, Filistinlilerin ve diğer Arapların
özgürlük arzularına mani olan, sömürgeci güçlere yönelik, giderek yaygınlaşmış
hayal kırıklığından beslenip güçlendi. Bu milli duygu, Osmanlı’nın enkazı
altından çıkıp kurulan, büyük ölçüde Sykes-Picot anlaşması temelinde Avrupalı
güçler eliyle tesis edilen, Irak, Lübnan ve Suriye gibi yeni devletlerle aşağı
yukarı aynı dönemde açığa çıkan milli devlet kimliklerine benzemekte.
Şüphesiz Siyonizm, Filistin davası dâhilinde
önemli bir rol oynadı, ama Filistin kimliğini Siyonizme dönük itiraza
indirgemek, komşu devletlerin benzer, paralel tarihlerini gözardı etmeyi
beraberinde getiriyor. Ürdünlüler, Lübnanlılar, Suriyeliler gibi komşu Arap
halklar, yirminci yüzyılda Siyonist yerleşimcilikten istifade etmeksizin, milli
kimliklerini geliştirmeyi bildiler.
Bu kimliğin oluştuğu noktada Filistinliler,
Britanya hükümetine ve sömürgeciliğin imtiyazlı muhatabı olarak Siyonist
hareketin bölgeye gelişine karşı koymaya başladılar. Bu adım, 1920’ye dek
süren, ardından bir dizi İngiliz yüksek komiseri idaresinde devam eden otoriter
askerî işgalin gölgesinde atıldı. İlk yüksek komiser Sör Herbert Samuel,
Siyonizm davasına bağlı bir isimdi ve bakan olarak, sonraki sürecin önemli bir
kısmı için gerekli temelleri atmıştı.
Filistinlilerin bu rejime yönelik muhalefet etme
girişimlerini anlamak için bizim iki önemli faktörü akılda tutmamız gerekiyor.
İlk faktör, diğer birçok sömürge halktan farklı olarak Filistinlilerin sadece
ana sömürgeci güçle değil, ayrıca Balfour Deklarasyonu’ndaki şartlarla da
mücadele etmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle Filistinliler, Birleşik Krallık’a
borçlu olan, ama aynı zamanda ABD’ye yayılıp uluslararası zemin bulmuş,
Britanya’dan bağımsız hareket edebilen bir yerleşimci-sömürgeci hareketle
mücadele etmiştir.
İkinci faktör, Birleşik Krallık’ın Filistin’i
doğrudan yönetmiyor oluşudur: burada yeni Milletler Cemiyeti eliyle yürütülen
bir manda idaresi söz konusudur. Britanyalı yetkililer, Filistin’deki
protestolara itiraz geliştirdiklerinde, 1922’de Milletler Cemiyeti’nin Filistin
için belirlediği manda statüsü sayesinde uluslararası meşruiyet elde
etmişlerdir. Bu manda statüsü, Balfour Deklarasyonu’nu harfiyen tatbik etmiş,
sonraki süreçte taahhütler bu statüye göre biçimlenmiştir.
Bu nedenle Filistinlilerin elleri ayakları üç ayrı
düğümle düğümlenmiştir. Bu, Avrupa kaynaklı yerleşimci-sömürgeci hareketlere
yönelik yereldeki hakların geliştirdiği direncin tarihinde ilk kez tanık olunan
bir gelişmedir. Filistinliler, süreç içerisinde milli bir görevle yüklenmiş,
yerleşme siyasetini başa yazan, bağımsız finans ve güç kaynaklarına sahip olan
bir hareketle yüzleşmiştir. Ayrıca Filistinliler, karşılarında Britanya
İmparatorluğu’nun kudretini bulmuştur. O dönemde tek bir sömürge bile Avrupalı
güçlerden bağımsızlaşma şansına kavuşamamıştır. Bu noktada sadece İrlanda’dan
bahsedilebilir ki onun kazandığı bağımsızlık oldukça kısmîdir. Filistinlilerin
yüzleştiği bir diğer husus da Milletler Cemiyeti’nin onayladığı İngiliz
idaresinin edindiği beynelmilel meşruiyettir. Milletler Cemiyeti, pratikte
Balfour Deklarasyonu’nu, o dönemin en önde gelen uluslararası kurumunun onayı
ile tasdik görmesi sayesinde, takdis etmiştir.
Balfour Deklarasyonu, süreç içerisinde İngiliz
kabinesi kaynaklı bir bildiri olmaktan çıkıp, uluslararası düzlemde onaylanmış
bir hukukî belgeye dönüşmüştür. Bu, deklarasyonun ve manda sürecinin sonraki
dönemi nasıl yapılandırdığını anlamamızı sağlayacak, çok önemli bir görüştür. İlgili
görüş, Filistinlilerin yüzleştikleri zor koşulları neden aşamadıklarını ve atalarından
kalan vatanlarının mülkiyetini neden ellerinde tutamadıklarını da kısmen
izah etmektedir.
Balfour Deklarasyonu öncesi Siyonist hareket,
sırtını dayayacağı, sabit bir güç merkezinden yoksundur ve bir açıdan koruyucu
ebeveyn arayışında olan bir yetim gibidir. Hareket, ancak o koruyucu ebeveyn
Birleşik Krallık olduğunda, tüm imkânlarını seferber ederek Filistin’e
yerleşmeye başlayabilmiştir. Kısa süre sonra ise İngiliz süngülerinden örülü,
zaruri “demir duvar”ın gücünü arkasına almış, Milletler Cemiyeti’nin
uluslararası itibarından istifade etmiştir.
Mağdurları açısından
bakıldığında, deklarasyon savaş ilânı anlamına gelecek, dikkatle ve incelikle
seçilmiş kelimelerle örülü bir yazıdır. Siyonist hareket, bu savaşı parayla,
hukukî araçlarla, propagandayla, silâhlarla ve bombalı araçlarla yürütmüş, öte
yandan İngilizler de baskı, sürgün, savaş uçakları, toplar ve yargısız
infazlarla sürece destek sunmuştur. Dolayısıyla Balfour Deklarasyonu, bugüne
dek devam eden, yüzyıllık bir çatışma sürecinin başlangıcını teşkil etmektedir.
Raşid Halidi
2 Kasım 2017
2 Kasım 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder