30 Ekim 2017
29 Ekim 2017
Ekimlere
Ekim nasıl inkâr edilir? Bu sorunun cevabını Ertuğrul
Kürkçü’nün mülâkatında[1] bulmak mümkün. Kürkçü’ye, reformizmin ve genel
anlamda Marksizmi inkârın geldiği düzeyi ele verdiği için müteşekkir olmak
gerek. İrfan Aktan’ın takdiminde yer verdiği “gerillalığın” bir karşılığının
olmadığını, samanlığı seyrandan başka bir anlam ifade etmediğini söyleyerek
başlayalım.
Mülâkatın muradının, bayatlamış Stalin tartışmasını yeni
bir sosa daldırmaktan ibaret olduğu açık. Devrim, “Stalin eliyle Rusya
hudutlarına hapsedilmiş.”
Oysa daha başta partinin ismi konusunda tartışma
yürütülürken Lenin, Rusların değil, Rusya’nın sosyal demokrat işçi partisinin
kurulmasından dem vuruyor. Zaten “Rusya” dedikleri de Çar İmparatorluğu’na ait
toprakları ifade ediyor. Hedef belli: Çar’ın hâkimiyet sahasını kırmak, yoksul
emekçi halkların iktidarını tesis etmek. ABD’li şarkıcı Paul Robeson[2] da
bundan fazlasını söylemiyor:
“Batı’da
(İngiltere, Belçika, Portekiz, Hollanda) Afrikalılar, Yerliler (Doğu ve Batı),
birçok Asya halkı yüzlerce yıl gerici addedildi, ancak artık belki de bu sözde
‘koloniler’ modern toplumun birer parçası olacaklar.”
Demek ki “devrimi Rusya’ya daralttı” diye
mızırdananların derdi, Batılı solcuların “devrim bizim işimiz” ukalalığına
teorik kılıf bulmak. “Daraldı” dedikleri devrim, onlarca halkı ve ulusu
kucaklıyor. Devrim, Batı'ya, onun hareket planına göre “dar” görülüyor.
Kapitalizmin ve emperyalizmin açtığı politik imkânlara
bel bağlayanlar, Batı'nın mülkünde gördükleri devrimi, gerisin geri gasp etmeye
çalışıyorlar. Kürkçü de bunu söylüyor: “Batı’dan devrim gelmedi” diye şikâyet
ediyor. “Gelse her şey güzel olurdu” diyor. Biz biliyoruz ki Kürkçü için
Batı’dan gelecek devrim değil, AB fonları ve prestij önemli. “Devrim” dediği,
bunlardan ibaret.
Dolayısıyla, bu isimlerin bugün “seçkinci” dedikleri
Sovyet aydınlarına bakıp dersler çıkartmaları, Batı’daki değerler üzerinden,
kendi halklarına, işçilerine yukarıdan bilinç dayatmamaları gerekiyor,
tutarlılarsa eğer. Bu zevatın “parlak an” diye küçümsedikleri momentleri,
zihindeki parlamalar olarak anladıkları açık. Tarihin maddesine ve bilgisine
onlar hâkim, Ekim gibi olaylarsa basit bir parlamadan ibaret. O madde ve bilgi
ise her zaman Batı’ya ait.
Bu yüzden, Kürkçü gibiler, doksan yıl boyunca
Avrupa’da dile pelesenk edilen “gerici Rus köylülerinin yaptığına devrim
denmez” lafını cilâlamaktan başka bir şey yapmıyor. Kendi efendilerine teslim
olmayı solculuk sayan kişilerin yereldeki ajanlığını ifa ediyor.
Buradan da Ekim ve Lenin Stalin’e vurarak; Marx ve
Marksizm Ekim’e ve Lenin’e vurarak tasfiye ediliyor. Geriye saf olana, saf
Marx’a ulaşmak gibi “iyi niyetli” laflar kalıyor, ama o laflar da sonuçta
Marx’ı öncesine mahkûm ediyor. Bir tür solculuk, Marksizm çapağından
kurtuluyor. “Tüm insanlar kardeştir” lafına “insanlık işçi ve burjuva olarak
ikiye bölünmüştür ve bu sınıflar düşmandır” lafıyla çentik atan Marksizm, ucuz
burjuva kardeşlik masalına kurban ediliyor. “İnsanlık” ve “doğa” gibi boş
mefhumlar adına, işçilerin, ezilen kitlelerin somut kavgası boşa düşürülüyor.
Bu kişiler için insanlık, kendi bireyliklerinden, doğa da bencil çıkar ve haz
dünyasından ibaret.
Ekim’i eleştirdikleri düzlem de onda sahiplendikleri
öz de aynı: “bir avuç işçi, kardeşçe bir araya gelmişti. Hayırlı olan buydu.”
Dertleri işçi de değil aslında. İşçi görse, hızla topuklayıp kaçacak kişilerin
o meclislere düşmanca baktıkları bilinen bir gerçek. Burjuva kazanımlarını terk
etmek istemedikleri için Ekim’i basit bir işçi toplantısına; Marx’ı da insanlık
kardeşliğine indirgiyorlar.
“Belki
Marx ve Engels dönemindeki ‘devrimci dünya’ bu kadar büyük ve geniş değildi.
Avrupa ve biraz da Amerika’dan ibaret gibiydi. Bugün artık kapitalizm sadece
emek-sermaye çatışmasıyla kendini karakterize etmiyor. Kapitalizm, sermaye ile
bütün insanlık ve hatta bütün doğa arasındaki bir çatışkı olarak kavranmadıkça,
bugünkü devrimin imkânlarını nerede arayacağımızı bilemeyebiliriz. Marx’ın
çağında bu ölçüde bir maddi genişlik yoktu.” [Ertuğrul Kürkçü]
İşte Marx’tan daha geniş bir ufka ve dünyaya sahip
olduğunu zanneden Kürkçü, Avrupa’nın ve Amerika’dan ibaret “devrimci dünya”
adına konuşuyor özünde. Dibine düştüğü kuyunun ağzından gördüğünü dünya
sanıyor. Kapitalizm eleştirisi, Steve Jobs veya Ali Koç düzeyinde. Emekçilerin
devrimci karşı çıkışını boşa düşürme derdinde. Öte yandan da Sovyetler’in tek
bir model dayatmasını eleştiriyor, ama bugün AB ve ABD kaynaklı modeli kendi
ülkesine dayatıyor. Sovyet eleştirisindeki ana dert buymuş demek ki: Kürkçü,
Sovyetler’i değil, AB ve ABD’yi devrimci görüyor. Her tür zihinsel işlemde
eskinin Sovyetler’i yerine AB ve/veya ABD’yi koymayı sosyalistlik kabul ediyor.
Sahada ABD’nin Ortadoğu müdahalesini devrimci gören ve
onun bayrağı altında toplanan kesimlerin böylesi bir okuma yapması gayet doğal.
Zihin de dönüşmek zorunda bu süreçte. Stalin’e dair söylediklerinde, bu
kişilerin tıynetlerine ve niyetlerine dair bir şeyler bulmak mümkün. Stalin’de
kendilerini buluyorlar.
“Ortadoğu bataklığı”na girmemek için Stalin’e küfür
bir bahane, bir tür imaj çalışması. Buradan kendi yıldızlarını parlatmak
istiyorlar. ABD’ye kaçan Avrupalı aydınların diliyle konuşuyorlar. Tüm o
tezvirata koşulsuz iman ediyorlar.
Örneğin Stalin’in Hitler saldırmazdan önce İngiltere
gibi güçlere birlikte ordu kurmayı önerdiği biliniyor, ama Kürkçü, Batı’nın
yalanlarına sarılma konusunda ısrarcı ve cevval. Yemek yediği kaba tükürmediği
için övgüyü hak ediyor doğrusu!
Onca Stalin eleştirisi yapan Kürkçü’ye, HDP şahsında
sola yönelik dayatmaları da eleştirmeyi tavsiye etmek gerekiyor. Misal, kendisinin
kimsenin haberi ve onayı olmadan partiye eşbaşkan seçilmesine de laf
edebilmeli. HDP özelinde yürütülen fikrî dönüşümü sigaya çekebilmeli. O kadar
“meclis” edebiyatı yapanlar, yedi yıl önce kurulan halk meclislerini üç ay
sonra, sırf seçim bürosu olmaya neden indirgediklerini, sonrasında da nasıl
tasfiye ettiklerini açıklamak zorundalar.
Eleştiri, bir propaganda türü olarak işliyor. Her şey
bir torbaya konuluyor, ayrımlar siliniyor. Ekim Devrimi’ne karşılık, genel
mânâda bir de Sovyet devleti var. Her ikisinin siyasetini tek bütün olarak
görüp ikincisindeki kusurları Ekim’in sırtına yüklemek, kasti bir yaklaşım.
Kürkçü gibiler, hem günahlarından arınmak hem de
kendilerini yeni dönemde satabilmek adına bu işi yapıyorlar. Sovyet devletini
eleştiriyorlar ki AB devletine zihinlerde yer açılabilsin, herkes ona mecbur
kalsın. Sovyet devletinin kusur ve hataları Ekim’e mal edilsin ki kimse Ekim’in
devrimcisi olmasın. Dert, tasa bu.
Bugün HDP bünyesinde veya onunla iltisaklı tüm Ekim
anmalarının amacı bu. Yapılan ve yapılacak tüm toplantılar, Ekim’in pratikte ve
zihinlerde tasfiye edilmesine ayarlı. “Kadın ve Ekim”, “Özyönetim ve Ekim”,
“Demokrasi ve Ekim” başlıklarıyla yapılacak tüm sunumlar, aynı programlamanın
parçası.
Bir vakitler tümüyle HDP eleştirisi üzerine kurulu
olan metni (Menkıbe) HDP bürolarında tartışmaya açılan Suphi Nejat’ın
başına ne geldiyse, Ekim’in de başına o gelecek. Ağalar-paşalar, Ekim’i özel
takvimlerinde sıradan bir ay olarak görmek istiyorlar.
Kemalizme dair sözlerine bakılacak olursa,
Kürkçügillerin derdi, Sovyetler’le kurulan ilişkiler. Yoksa Tanıl Bora’nın
yazısından[3], Kürkçü’nün patronu Kavala’nın Ergenekon tutuklamalarını
eleştirdiğine dair haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, bu kesimin Batı’yla içli
dışlı bir Kemalizmle hiçbir derdi yok.
Meclis’e, cumhuriyete, ilericiliğe, Batılı değerlere
hep birlikte sahip çıkmalarında görüldüğü kadarıyla, asıl mesele Kemalizm
değil, onun Sovyetler’le kurduğu ilişkiymiş. Kendi cumhuriyetlerinin geri bir
Rus toprağının ideolojisiyle muhabbet içerisinde olmasını içlerine
sindiremiyorlarmış. Kürkçü, o nedenle bugün “biz olmasak, Türkiye’nin itibarı
yerlerde sürünüyordu” diyor.
Tüm eleştiri çıkınını Sovyet devleti eleştirisi ile
doldurmalarının nedeni, Ekim’i duymak, görmek istememeleri. Eleştiri ipinin
ucunu Marx’a uzatmalarının gerekçesi, “proletarya diktatörlüğü” türünden
kavramların bakımlı tüylerini rahatsız etmesi.
Parti bürolarında, otel köşelerinde içerip aşmak
istedikleri Ekim, sıkılı bir kızıl yumruk. Yerli “Kızıl Danny Bendit”lerin
kafasına inen o; dar kemalizme karşı geliştirdikleri meşrebi geniş kemalizmi
tehdit eden gene o. O ki sömürüyü ve zulmü kökünden söküp atacak iradenin ana
rahmi.
Eren Balkır
29 Ekim 2017
Dipnotlar:
[1] İrfan Aktan, “Ertuğrul Kürkçü: Sovyetler Birliği Yıkılmasaydı Marx Yanılmış
Olurdu”, 27 Ekim 2017, Duvar.
[2] Paul Robeson, “Sevgili Yoldaşa”, Nisan 1953, İştirakî.
[3] Tanıl Bora, “Kemalizm ve ‘Eleştirinin
Eleştirisi’”, 05 Temmuz 2017, Birikim.
24 Ekim 2017
“Bağımsızlık” Üzerine
“Bağımsızlık” Üzerine: Katalonya, Kürdistan, Kuzey Kore ve
Latin Amerika
Andre Vltchek’le Söyleşi
Alessandro Biancchi
14 Ekim 2017
23 Ekim 2017
İflas
AKP’yi İslam üzerinden eleştirenler boşa kürek
çekiyorlar, AKP’nin İslam’la alakası yok. Solu, sosyalistleri sol ve
sosyalizmle eleştiriyorlar, bu da boşa uğraş, çünkü sol solculukla, sosyalizmle
alakasız.
Yıllardır herkes, popçu Çelik gibi konuşup hareket ediyor.
Gündemde yerini alması, bir viraj alma istemiyle bağlantılı. Kıvırmaya
çalışıyorlar. Koç’a, Sabancı’ya “yoldaş” diyenler, işçi eylemlerini iki günde
satanlar, sendikaları ağalara teslim edenler, burjuva siyaset koridorlarında
nefes alıp verenler, bugün Çelik’e vurarak yükselmek istiyorlar. Bugün bir
çeşit “Atatürk tarikatı”nın üyesi Red dergisinin Çelik’i eleştirmeye
hakkı yok, onun dönüp kendi yazdıklarına bakması gerekiyor.[1]
Aynı durum, Erdoğan’ın “kente ihanet ettik” açıklaması
için de söz konusu. Genel bir kriz hâlinden söz ediliyor, inşaat sektörünün
iflasın eşiğine dayandığı iddia ediliyor. Tabanı kontrol altına almak için
ediliyor o sözler. “Evlerimiz büyüdü, gönüllerimiz küçüldü” türünden afili
laflar bu yüzden ediliyor. Burjuva siyaset sahasında o nedenle “fakiriz olum”
diye başlanıyor cümlelere. Pantolon düşmesin diyedir bu laflar.
Tabii ki kimse Demirtaş’ı o cümlesi için “eril dil”
kullanmakla eleştirmiyor. Fakirlik edebiyatı ile dalga geçmiyor. Batılı
mahfillerden gelen bol felsefî ambalajlarla süslenmiyor o sözler. Çünkü kriz
var ve yoksul halkın rehabilite edilmesi, çapaklarının alınması, öfkesinin
yumuşatılması, denize ulaşmadan kuruyacak derelere boşaltılması gerekiyor.
Herkes, neoliberalizmden aldığı paydan memnun. Bu memnuniyet, kentsel dönüşümle
de ilgili. Paylarını aldıkları sürece o dönüşüme alkış tutuyorlar. Milliyet ve
din gibi geri, ilkel unsurları tasfiye etmesine seviniyorlar.
AKP’nin kitle manipülasyonu, kontrolü ile ilgili
hamlelerine solda da rastlamak mümkün. Aynı fıtrattalar. Küçük burjuva
siyasetin sol versiyonu ile sağ versiyonu arasındaki ayrıma çok takılmamak
lazım. Özünde aynı efendilerin, aynı vantrologların kuklaları…
Çelik’in sözlerini yıllardır birçok solcu şu veya bu
biçimde dillendiriyor zaten. Son laiklik mitingine katılan bir örgüt “kahrolsun
faşist Kemalist diktatörlük” dövizi taşıyor, sosyal medyada kimileri “boşverin
bu baldırı çıplakları” diye küfrediyor o örgüte. Ve aslında Fransız Devrimi’nin
burjuva ağalarıyla rabıtalı olduklarını ikrar etmiş oluyorlar. Devrimcilik
dedikleri şey, Fransız, ötesi aşağılık, kir, çapak…
O yüzden açıktan AKP’ye küfrediyorlar, sırda ise
oradan kazandıkları paraları sayıyorlar, namlarına nam katıyorlar. Mehmet Ağar
emrediyor, “solculara para verin”, onlar da veriyorlar, o solcular da yüce
meziyetleri karşılığı o parayı hak ettiğini düşünüyor. İşleri güçleri, o
meziyetleri sosyal medyada pazarlamak.
Bu düşünce, tabii ki üç kuruşa çalışan işçiyi
dinlemiyor, görmüyor, ona dokunmuyor. Ondan açıktan tiksiniyor. Beyoğlu ranta
açılıyor, polis yoğun biçimde saldırıyor, bugün İstiklal Caddesi bitmek
bilmeyen yol inşaatına tanıklık ediyor, çünkü oranın çehresi başka bir düzene
göre ayarlanıyor, mevcut esnaf bıktırılarak tasfiye edilmek isteniyor. Sonra,
Gezi’nin ardından, devlet Kadıköy’ü işaret ediyor. Belediye başkanı ilçede
yaşanan bir tecavüz vakasını “ilçemizin adını kirletemezsiniz” diyerek örtbas
etmek isteyince kimse ses etmiyor, çünkü herkes, o belediyenin ağına yakalanmış
sinek. Kâğıt toplayıcısı bir babanın kızını taciz edenlere tepkisi, solcu bir
linçle karşılık buluyor, kimseden ses çıkmıyor. Çıkamaz!
Gericilik edebiyatı tüm zihinleri, zihinlerin en
burjuva yerlerini kuşatıyor. Herkes, dünyaya oradan, yaşamsal rahatlıklarından,
içkisinden, sefahatinden bakıyor. Oradan bakıldığında, işçinin, ezilenin derdi
görülmüyor. Bugün İstanbul’da kâğıt toplayıcılığını Afganlar, Suriyeliler
yapıyor, eskinin emekçisi Kürtler patron olmuş, onları sömürüyor. Kürtler,
söylem olarak lüks mahallelerdeki sol siyasete işte bu yüzden girebiliyor.
Patron olabildiği, sınıf atlayabildiği, yani insan sıfatına girebildiği ölçüde
siyasette kendisine yer bulabiliyor. Afganların çilesini görebilecek bir akla
ve yüreğe rastlanmıyor.
Bu ortamda tabii ki Emrah Serbes’e, yeğeniyle
fotoğrafları çıkan mankene vs. sahip çıkılacak. Her türden sınıfsal-politik kir,
AKP halısının altına süpürülüyor. Enseste sahip çıkılıyor, “ahlak bekçiliği
yapmayın, birlikte olur olmaz, size ne” diyor solcular, sonra aynı sosyal
medyalarında Türkiye’deki ensest oranı ile ilgili haberleri paylaşıyorlar. Öyle
ki müftü nikâhına olduğu kadar nikâha, düğüne, dayanışma ilişkilerine, halkın
birlikte yaşama pratiklerine bile saldırılıyor. AKP bir fırsat kapısı açıyor,
herkes oraya hücum ediyor. Yani Çelik’le ilgili yazılar, katmerli yalanı örtbas
etmek için yazılıyor.
Bu yalan, alınan virajları, girilen yolları gizlemek
için. Yıllardır ağzına emekçiyi, yoksulu, ezileni almamış, alanları eleştirmiş
kesimlerin bugün yoksuldan bahsetmeleri, mevcut kriz koşulları ile alakalı.
Tıpkı Tayyip’in “şehre ihanet ettik” açıklaması gibi. O ihanete kıyam edecek
şehri görüyorlar, ağızlara parmak bal, yüreklere hoş bir iki laf çalıyorlar. O
çalma pratiği konusunda herkes yoldaş.
O yoldaşlar, bugün Soros bağlantısı aşikâr birine
methiyeler düzüyor. F-16 modernizasyonu, otel zincirleri, sömürü, tekellerin
siyaseti… kimse bu konuları görmüyor. Parasını yediği adama sahip çıkmak Birgün
gazetesine düşüyor. “Burjuva” veya “kapitalist” sözcükleri taktiksel olarak
geri çekiliyor ve Kavala Paşa’ya “iş insanı” deniliyor. “Demokrasi ve barış”
mücadelesinden söz ediliyor. Şiraze kaymış, ölçü silinmiş, zemin dağılmış. Bu
gerçeğe uymayanlara ise tıpkı Çelik gibi tepki geliştiriyorlar.
Havalimanında, omzunda gerçek kürk bulunan bir kadına
başka bir kadın hayvan hakları üzerinden bir çift laf ediyor, kavga çıkıyor,
kürklü kadın, “senin yok diye kıskanıyorsun” diyerek tepki gösteriyor. Bugün
sol ve sağ küçük burjuvazi, aynı cümleyi sürekli tekrarlıyor. Suriyeli
mültecilerle ilgili film çekiyorlar ve o mültecilerin “daha fazlasını istediği
için bu hâlde oldukları”nı söylüyorlar. Bu üsttenci, karşı tarafı aşağılık,
insanlık dışı gören dil, herkesin zihnini ele geçiriyor. Bu dil, burjuvazinin
dili.
Sonuçta sol ve sağ küçük burjuvazi arasındaki kavgaya,
dalaşa fazla kanmamak gerekiyor. Döne dolaşa efendilerinin “yap” dediklerini
yapıyorlar.
Eren Balkır
23 Ekim 2017
Dipnot:
[1] “Allah’ın Özenle Yarattığı Bir Dallama”, 22 Ekim 2017, Red.
12 Ekim 2017
Çocuklara Elveda
11 Ekim 2017
Che Guevara’nın Ölümü
Yaklaşık
on yıl önce başrolünü Benicio del Toro’nun oynadığı, Steven Soderbergh’in
yönettiği Che filminin yapımcılarıyla birlikte Miami’ye gitmiştim.
Amacımız, Che’nin öldürüldüğü koşullar konusunda film için daha fazla bilgi
elde etmekti. ABD’de sürgünde olan Castro karşıtı kesimin kalesi olan Küçük
Havana’daki bir restoranda Gustavo Villoldo ile buluştuk. Villoldo, simge
hâline gelmiş devrimcinin takibi ve yakalanmasına katkı sunmak amacıyla 1967’de
Bolivya’da çalışmış üst düzey Kübalı-Amerikalı CIA ajanı. Villoldo, elinde 9
Ekim 1967’de Che’nin öldürülmesiyle ilgili kıymetli bilgilerle dolu, kalın beyaz
kapaklı bir dosyayla geldi. İçinde orijinal fotoğraflar, gizli teleks
mesajları, haber klipleri, hatta Che’den öldükten sonra alınan parmak izleri
vardı. Dosyada Che ve küçük gerilla birliğinin ortadan kaldırılmasında Bolivya
özel kuvvetlerine eğitim veren, bu kuvvetlere yardım eden CIA’in yaptıklarının
tarihsel sonuçlarına yer verilmekteydi.
Che’nin
ölümüne dair detayları aktaran emekli ajan, Che’nin cesedinin La Higuera’dan
helikopterle getirildiğinde kendisinin Bolivyalı subaylarla yürüttüğü tartışmalardan
da bahsetti. Che, La Higuera’da yakalandı, vuruldu ve Villegrande kasabasına
götürüldü. Ajanın aktardığına göre Bolivyalılar, Che’nin elini kesip onun
öldüğüne dair bir kanıt olarak onu muhafaza etmek istediler. Villoldo’ya göre,
subayları elin kesilmemesine, bunun yerine alçıdan bir maske yapmaya ikna eden
kendisi. Konuşma esnasında Villoldo, cesedin hiç bulunamayacak bir yere gizlice
nasıl gömüldüğünü ve bu süreci kendisinin nasıl organize ettiğini de anlattı.
Gerçekten de otuz yıl boyunca Che’nin mezarı hiç ortaya çıkartılamadı. Cesetten
arta kalanlar, Temmuz 1997’de Villegrande’nin dışındaki bir uçak pistinin
yanında bulunan geçici bir mezara konuldu.
Sohbetin
bir yerinde Villoldo, dosyayı açıp beyaz bir zarf çıkarttı. İçinde bir tutam
kahverengi saç vardı. Soğuk Savaş sürecince elde edilmiş bir zafere ait bir
hatırayı elinde tutan ajan, cesedi gömmeden önce Che’nin başından bir tutam saç
kestiğini gururla anlattı: “Aldım, çünkü bu dağdan inen, sakallı, uzun saçlı
adam, devrimin bir sembolüydü. Ben o an, Küba devrimine ait bir sembolü de
kestiğimi düşünmüştüm.”
Elli
yıl sonra ABD’li yetkililer de benzer bir hissiyattaydılar. Onlara göre,
Che’nin yakalanması ve öldürülmesi, ABD’nin altmışlarda ABD müdahalesine ve
kontrgerilla savaşına tanıklık eden dönemde, Küba ve Latin Amerika’daki militan
sola karşı elde ettiği en önemli zaferdi. O dönemde CIA ve Beyaz Saray, Che’nin
ölümünün Castro ve Küba, ayrıca Latin Amerika’da devrimin yayılmasına mani
olması açısından ABD için sahip olduğu önemi analiz eden bir yığın gizli belge
kaleme aldı.
Bu
gizli ve sadece özel kişilerin görebileceği rapor, Che’nin ölümünden beş gün
sonra Başkan Lyndon Johnson için hazırlandı. Raporda CIA direktörü Richard
Helms’in kaleme aldığı kısa bir özete yer veriliyor. Helms, burada Che’nin son
saatlerine ait detayları aktarıyor. Direktörün rapora eklediği “Ernesto ‘Che’
Guevara’nın Yakalanması ve Öldürülmesi” isimli belge, Bolivya’dan geçilen
haberlerde dile getirildiği biçimiyle, Che’nin Bolivya ordusu ile girdiği
“çatışma esnasında aldığı yaralardan” ölmediğini söylüyor. Belgeye göre, “Che
saat 13:15’te, M-2 otomatik tüfekle açılan ateş sonucu öldürüldü.”
Beyaz
Saray raporu, aynı zamanda Bolivya devletinin cesedi yaktığını, Arjantin veya
Küba’ya teslim etmediğini iddia etmek suretiyle, Che’nin ölümünde oynadığı rolü
örtbas ettiğini ortaya koyuyor. Che’nin kardeşi Roberto, cesedin aileye iade
edilmesini istemek için Bolivya’ya gitti. Şilili sosyalist senatör Salvador
Allende, cesedin Şili’ye verilmesini istedi ki bu girişim, Washington
tarafından Che’nin cesedinin Castro tarafından açığa çıkartılmasına dönük bir
çaba olarak yorumlanmıştı. Başkan Johnson’a aktarıldığı biçimiyle,
“Bolivyalılar Che’yi öldürdüklerini ifşa etmek ve komünist hareketin cesedi
istismar etmesine izin vermek istemediklerini ortaya koymak için otopsinin
bağımsız kişilerce gerçekleştirilmesini istemedi.
Johnson’a
sunulan rapora göre, Guevara’nın ölümü “Castro’ya indirilmiş ağır bir darbeyi
ifade ediyor.” CIA’in ele geçirdiği, Havana’dan Bolivya’ya giden gizli
mesajlarda da görüldüğü üzere, Fidel’in niyeti, Bolivya’da “tüm kıtayı
kapsayacak bir hareketin kıvılcımını çakmak”tı. Hatta bu mesajlarda görüldüğü
biçimiyle Castro, Bolivya Komünist Partisi’nin üst düzey yöneticilerini
Havana’da toplayıp, onlara ayaklanmayı milliyetçi bir hareket olarak sunmamayı
tavsiye ediyor. Castro, asıl olarak “enternasyonalist bir hareket” üzerinde
duruyor.
Beyaz
Saray görevlisi Walt Rostow’un başkana sunduğu ve bu konuyu destekleyen başka
bir raporda, “Guevara’nın ölümünün bu türden önemli sonuçları olduğundan”
bahsediliyor.
“[Che’nin ölümü] Sukarno,
Nkrumah, Ben Bella gibi saldırgan, romantik devrimcilerden birinin, bu eğilimi
güçlendiren başka bir ismin ölümünü ifade ediyor.
Latin Amerika bağlamında
Che’nin ölümü, gerilla olması muhtemel kişiler üzerinde ciddi bir tesire yol açacaktır.
Burada yeni yeni uç veren
ayaklanma süreçleriyle yüzleşmiş ülkelere sunduğumuz ‘önleyici ilâç’ın sağlam
bir içeriğe sahip olduğu görülüyor. Che’yi köşeye sıkıştırıp yakalayan, aynı
yılın Haziran-Eylül ayları arası dönemde bizim Yeşil Bereliler’imizin eğittiği
2. Komando Taburu’dur.”
Peki
ama bu ölüme Fidel nasıl tepki verecekti? ABD’li yetkililer, elçiliklerden
birinin bombalanması veya diplomatların kaçırılması gibi eylemlere girişmek
suretiyle, Castro’nun yitirdiği prestiji yeniden elde etmeye çalışacağından
endişe ettiler. Bu noktada dışişleri bakanlığı, bölgedeki ABD elçilerine tedbir
amaçlı bir güvenlik uyarısı gönderdi.
Oysa
Küba devrimi, uluslararası terörizm adını karıştıracak bir ülke değildi.
Elçiliklere bomba konulmadı, hiçbir diplomat kaçırılmadı. Fidel’in ilk tepkisi,
18 Ekim’de Che için yapılan anma yürüyüşünde coşkulu, vakur ve dokunaklı bir
konuşma yapmak oldu (Bkz. Che Guevara’yı Anma Töreni Konuşması) ve
ABD hükümetinin üst kademelerinde dolaşıma sokulan, gizli raporlarda üzerinde
durulan hususların bir kısmına değindi.
Fidel’in
tespitine göre Che’nin ölümü, “devrimci harekete indirilen çok ağır, çok
müthiş; bir darbe”ydi. Ama konuşmasında Fidel şunları ekledi: “Zafer hayalleri
kuranlar aldanıyorlar. Bu ölümün onun düşüncelerinin sonu, taktiklerinin,
gerilla kavramının, teorisinin bitimi olduğunu düşünenler çok yanılıyorlar.”
Ayaklanmalar
gibi ABD önderliğinde yürütülen kontrgerilla operasyonları da devam etti. Bu
operasyonlara bilhassa Guatemala, El Salvador ve Nikaragua gibi Orta Amerika
ülkelerinde tanık olundu. Pratikte Che’nin ölümünü takip eden on yıl içerisinde
Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi, Küba’nın lojistik desteği ve verdiği
eğitimlerle, bileği bükülmez bir hareket hâline geldi ve nihayetinde Somoza
hanedanlığını yıktı. Washington’daki yetkililer Guevara’nın fikirlerinin,
anlayışının ve kendisini adadığı direnişin cesedi ile birlikte toprağa
gömüldüğünü düşünmüşlerse gerçekten büyük bir yanlışa imza atmışlardı. Onun
başarısızlıkla sonuçlanan gerilla savaşı taktiği gerekli ilhamı yeterince
vermemiş olabilir ama CIA’in müdahalesi sonucu şehit oluşu o ilham verdi.
Küba’da
Che’nin ölümünün ellinci yıldönümü ABD’ye karşı koyma kararlılığının ve devrimi
canlandırma çabalarının ortaya koyduğu bir sahneye dönüştü. Guevara’nın
mezarını bulunduğu Santa Clara’daki yürüyüşte başkan yardımcısı Miguel
Díaz-Canel Che’nin nasihatini aktardı: “Emperyalizme asla güvenilmez, ona karşı
zerre güven beslenemez.” Trump’ın herkese kabadayılık etme üzerine kurulu
söylemi ve Küba’ya karşı cezalandırma amaçlı politikaları savunması karşısında
Díaz-Canel şu sözünü tekrar dillendirdi: “Küba, egemenliğinden ve
bağımsızlığından taviz vermeyecek, ilkelerini asla müzakere etmeyecektir.”
Gustavo
Villoldo’nun elindeki dosya, aynı zamanda Guevara’nın sembolleşen ve romantize
edilmiş mirasını da aktarıyor. Villoldo, sonrasında Che’nin öldürülmesine dair
belgelerin ve hatıraların bulunduğu bu albümü açık artırmayla satmaya karar
verdi. Açık artırma, 25 Ekim 2007’de Dallas’taki Miras Açık Artırma
Galerileri’nde gerçekleştirildi.
İlk
başta istenilen asgari teklif 50.000 dolardı. Ama açık artırma şirketinin
müteveffa Hugo Chávez hükümetinin ilgi göstermesi sonrası ki Chávez, muhtemelen
saçı alıp Che’nin ailesine vermek niyetindeydi, en düşük teklif birden 100.000
dolara çıktı. Dosya açık artırmaya çıktığında Bill Butler isimli Teksaslı bir
kitapçı 100.000 dolara ek olarak 19.500 dolarlık satış komisyonunu da ödemeyi
kabul etti.
Butler’ın
aktardığına göre, niyeti dosyayı kendisine ait Houston kitabevinde
sergilemekti. Bu özel ve pahalı dosyayı almasının sebebini izah ederken
gazetecilere şunu söyledi: “Che Guevara yirminci yüzyıldaki en büyük
devrimcilerden birisiydi.”
Peter Kornbluh
10 Ekim 2017
Kaynak