Yeşil Hareket bu Pazar bir yaşına girecek, halk
Tahran sokaklarında yapılan o ilk büyük gösterilerin yıldönümünü anacak. Bugün
dünyanın önemli bir kısmında büyük bir umut olarak selamlanan hareket, bir
yılın ardından daha zayıf, ülke daha fazla baskı altında, tutucuların konumu
daha güçlü; bu tutucuların elde ettikleri başarı, kısmen İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu’nun hamleleri ile Obama yönetimindeki şahinlerin uyguladığı
tedbirlerin bir ürünü.
Eğer geçen yıl bu tutucular, İran toplumu
içerisinde ve yurtdışında büyük itirazlara karşı koymayı bilmişlerse, bunun tek
sebebi, rejimin baskılama becerisi ve uluslararası baskılardan kurtulmayı
bilmesiydi. Her şeyin ötesinde İran, İsrail’in uzlaşmazlığı ve Amerika’nın
Ortadoğu’da nükleer silâhlardan arındırılması konusunda gösterdiği
ikiyüzlülükten yaralandı.
İran’ın İsrail’e karşı düşmanlığı, İsrail
Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Gazze ablukası konusundaki ısrarı ve Tel
Aviv’in son dönemde Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması
imzacılarının düzenlediği ve İsrail’i Ortadoğu’yu nükleersiz bölge kılma
çabasına çağıran konferansı kibirli bir biçimde reddetmesi ile daha da pekişti.
Öte yandan Başkan Obama’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a
karşı daha sert yaptırımlar dayatması, ülkeye ciddi zararlar verdi.
Ardından ABD’de iç savaşta ölenleri anma gününde
İsrail’deki Likud hükümeti, ABD yaptırımlarının devreye gireceği günlerde, tüm
gücüyle adamlarını uluslararası sulardaki bir barış gemisine komandolarını
göndererek Tahran’a en önemli propaganda zaferini vermiş oldu. Bir önceki gün
BM Güvenlik Konseyi’nde İran’ın cezalandırılması meselesinin oylanması, kırk
şirketin hedefe konduğu zayıf ve sulandırılmış bir kararın çıkartılmasına neden
oldu; oybirliğiyle tasdik edilmekten mahrum kalan karara Türkiye ve Brezilya
“hayır”, Lübnan’sa “çekimser” oyu kullandı. Üstelik petrol veya benzin boykotu
konusunda bir bahsin bulunmadığı kararın dili, yeni yaptırımları zaruri
kılmıyordu. Bu, muhtemelen İran’ın nükleer zenginleştirme programının
sonlandırılmasını öngören, “felç edici” yaptırımlar için bastıran şahinler için
bir tür Pirus zaferi idi. Bu noktaya gelişimizin hikâyesi, sabırlı ve etkili
siyaset oluşturma üzerinden, maço bir poz takınanların elde ettikleri zafere
dair uzun, dolambaçlı ve kirli bir hikâyedir.
Yeşil
Hareket’in Bastırılması
Geçen yaz, hatta son kıştan beri İran İslam
Cumhuriyeti’ne mensup tutucular, 12 Haziran 2009 tarihli cumhurbaşkanlığı
seçimini hileli bulan reformistlerin güçlü bir itirazına maruz kaldılar. Tüm
azametiyle yaşanan sokak gösterilerine büyük kalabalıklar coşkuyla katıldılar;
muhalefetse, İran sanki önemli bir değişimin eşiğindeymiş gibi, ısrarcı bir
tavır içerisine girdi. İşlerin, üstelik uluslararası planda bile, kendi lehine
gelişeceğini düşündü. 1978-9 İslam Devrimi’nden beri en büyük kitleselliğe
ulaşan muhalefete Yeşil Hareket adı verildi, bunun
nedeni, Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin renginin yeşil olması idi. Mir
Hüseyin Musevi’nin de bu soya ait olduğu düşünülüyordu. Her ne kadar hareketin
kimi destekçileri seküler isimler olsa da önemli bir bölümü dindardı ve rejime
karşı İslam Cumhuriyeti’nin dinî sloganları ile sembollerini kullanıyorlardı.
Rejimin Levant’taki İsrail-Filistin çatışmasına
vurgu yaptığı noktada Yeşil Hareket eylemcileri, “Kudüs Günü”nde “Ne Gazze ne
Lübnan. Ben sadece İran için ölürüm” diye bağırdılar. Eylemciler, bu sloganın
ipucunu “Filistin’i severim ama onun bayrağını İran’da dalgalandırmak
lüzumsuzdur” diyen Musevi’den aldılar. Musevi, aynı şekilde Obama yönetiminin
kendi hareketinin İran’ın nükleer zenginleştirme programına yönelik tavrının
Ahmedinejad’ın tavrından farksız olduğuna dair imalarına da karşı çıktı.
Musevi, sadece İran’da nükleer silâh istemediğini söylemekle kalmadı, ayrıca
uluslararası planda bu konudaki endişeleri anladığını beyan etti. Ayrıca
iktidara geldiğinde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile işbirliği içerisinde
olacağını söyledi.
İsrail duyduğu bu sözlerden hoşnuttu; Başbakan
Netanyahu bile geçen yaz “Basınla Buluşma” toplantısına katılarak Yeşil
Hareketi öve öve bitiremedi. “Bence ortada epey derin ve köklü gelişmeler
yaşanıyor, bunlar, İran halkının daha fazla özgürlük için duyduğu derin arzunun
açık birer ifadesi” dedi.
Halk arasındaki huzursuzluk, din adamları ve
köktenciler arasındaki üst düzey isimler arasında yaşanan ayrışma sayesinde
açığa çıkabildi. Cumhurbaşkanlığı seçimi adayları Musevi, Mehdi Kerubi ve
onların Büyük Ayetullah Yusuf Sanai ve düzenbaz eski cumhurbaşkanı ve milyarder
müteşebbis Ekber Haşimi Rafsancani gibi, din adamları arasındaki destekçileri
ülkenin otoriterliğine karşı çıkmaya başladılar, (Musevi’nin İran’ın dünyanın
maskarası olmakla suçladığı) Ahmedinecad’ın donkişotvari politikasına ve
kişisel özgürlüklerin engellenmesine itiraz ettiler ve hareketin alttan alta
ilerlemesi için gerekli zemini hazırladılar.
Reformcular, Ahmedinecad’ın görüşlerini tercih
ettiğine ilişkin iddiaları doğrulayan ve seçim sonuçlarını savunan, İran’daki
üst düzey teokrat Ayetullah Ali Hameney’e karşı çıktılar. Hameney’in arkasında
birçok üst düzey din adamı ve siyasetçinin, çarşıdaki büyük tüccarların, daha
da önemlisi polisin, Besic’in (sivil milislerin), ordunun ve Devrim
Muhafızları’nın desteği vardı. Rejimin savunulması için silâhlanmış olanlar
arasında herhangi bir önemli ayrışma yaşanmadığından, rejim, hareketi
acımasızca ezme becerisini sonuna kadar kullandı. Süreç içerisinde Devrim
Muhafızları, genel manada Ahmedinecad’a bağlı partizanlar daha fazla güç
kazandılar.
Bir yıl sonra görüldü ki tutucular, uyguladıkları
baskı politikası, kalabalıkları dağıtmada kullanılan motosikletli Besic
birliklerinin devreye sokulması, binlerce göstericinin hapse atılması ve
bunların işkenceye tabi tutulması ve idam edilmesi üzerinden muzaffer oldular.
Muhalefetin sadağındaki en önemli ok, birden ortaya çıkabilen halk
kitleleriydi, bunlar Twitter, cep telefonları ve Facebook üzerinden görece
kendiliğinden hareket eden kitlesel kent gösterilerine katıldılar. Rejim, zaman
içerisinde elektronik medyayı kesmek ve ülke içi gözetimi artırmak suretiyle bu
taktiği nasıl bastıracağını öğrendi. (Görünüşe göre, Devrim Muhafızları’nda
bile bugün Facebook Casusluk Departmanı var.) Muhalefetin umudu, yeraltında
faaliyet yürüten bir insan hakları hareketi olarak yaşamaksa da bugün için açık
bir politik değişime yol açma şansı çok sınırlı.
Nükleer
Meselesindeki İkiyüzlülük
Çok az ifade edilen bir husus olsa da Yeşil
Hareket, bugün Obama’nın İran’ın nükleer zenginleştirme programı ile ilgili
doğrudan müzakereleri hızla başlatma umudu için bir tür anahtar hâline geldi.
Obama ekibinin Hameney’in temsilcileriyle masaya oturması pek mümkün değildi,
zira Hameney, hapishanelerdeki göstericilerle işkence, hatta öldürme
tehditleriyle dolu bir pazarlık yürütüyordu. Ancak 1 Ekim 2009’de kitlelerin
sokaklarda artık düzenli görünmemesiyle birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin beş önemli üyesi ve ek olarak Almanya, Cenova’da Hameney’in
temsilcisiyle doğrudan bir görüşme gerçekleştirdi.
Çığır açma ihtimali bulunan bir nükleer anlaşması,
İran’ın ürettiği düşük zenginleştirmeli uranyumunu başka bir ülkeye gönderdiği
günlerde imzalandı. Bunun karşılığında İran, kanser tedavisi için izotop
üretecek küçük bir tıbbi reaktörü çalıştırması için gerekli zenginleştirilmiş
uranyum filizi aldı. Söz konusu reaktör 1969’da şaha teslim edilmişti ve
Arjantin’den satın alınan nükleer yakıtın son partisi de tükeniyordu. Anlaşma Batı’ya
sunuldu, bu noktada İran, nükleer savaş başlıklarının imal edilmesi ihtimali
için, silâhlardaki düzeyde, yani yüzde 3,5’ten yüzde 90’ın üzerinde bir oranda
zenginleştirilmesi ve santrifüjleri aracılığıyla teorik düzeyde desteklenmesi
muhtemel, tonlarca düşük zenginleştirmeli uranyumdan mahrum kalabilirdi.
İran’ın böylesi bir becerisinin ya da niyetinin olup olmadığına ilişkin elde
bir kanıt yok, ancak Güvenlik Konseyi üyeleri güven içerisinde olmanın ileride
üzülmekten daha iyi olduğunu düşündüler.
Hameney’in temsilcisi, Ekim ayında İran’a
döndüğünde, İranlılar, teklifin incelenmesi için mola alabileceklerini
duyurdular. Bu mola hiç bitmedi, zira Hameney çekinceli bir tavır
içerisindeydi. Ülkedeki düşük zenginleştirmeli uranyum stokunu tutucular bir tür
caydırıcı politika olarak görmesine karşın, söz konusu stokun İran’ın bir savaş
iklimi oluştuğunda bomba yapmaya dönük bir işaret olarak görülmesi muhtemel.
Başarılı bir bomba yapım programını devreye sokma
becerisi düşünüldüğünde, nükleer konusundaki mevcut gizliliğin neredeyse
bombaya sahip olmak kadar önemli jeopolitik sonuçları var; büyük batı Avrupalı
iktidarlar, Tel Aviv ve Washington’un İran’ı söz konusu statüye ulaşmaktan
alıkoyma konusunda hevesli olmalarının nedeni de bu. Cenova’daki fiyasko, İran
rejiminin iyi niyetli bir müzakereye hazır olmadığına dair izlenim
bıraktığından, Obama ekibi, sürece İran’a yönelik Güvenlik Konseyi’nin aldığı
yaptırımları yoğunlaştırarak cevap verdi; burada Obama, İran’ı pazarlık
masasına oturtmayı umut ediyordu. Bu esnada Netanyahu da Tahran’a yönelik “felç
edici” uluslararası yaptırımların dayatılmasını yüksek sesle talep etmekteydi.
Ancak bu noktada Washington bir sorunla
karşılaştı: Rus başbakanı ve güçlü bir politik aktör olan Vladimir Putin, tıpkı
Çinli liderler gibi, yaptırımlara karşı çıktı. Putin şu tespiti yaptı:
“Doğrudan diyalog […] güç kullanımına dönük karardan, tehdit ve yaptırım
politikasından her zaman daha verimlidir.” Ayrıca Konsey’in pek önemli olmayan
iki üyesi, Türkiye ve Brezilya, giderek güç kazanıp daimi olmayan bloğun
muhtemel liderleri olacak konuma geldi; hiçbir ülke, İran’a yönelik
uluslararası boykot konusunda hevesli değildi, onlara göre, böylesi bir boykot
sivil bir nükleer zenginleştirme programı için gereksizdi. (Bu tarz bir
programa Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması izin verdiğinden,
İran’a yönelik her türden Güvenlik Konseyi yaptırımı, en iyi hâliyle, keyfi
birer eylem olacak kalacak.)
Gene de Mayıs ortasında Obama oylama için işleri
yoluna soktu; oylamada Rusya ve Çin, muhtemelen Devrim Muhafızları ile
bağlantılı yatırımlara az da olsa kimi mali sınırlamalar getirilmesi kararını
destekleyecekti. Birçok gözlemcinin kanaatine göre, yeterince “felç edici”
olamayan böylesi bir hamle gerçekte tümüyle etkisiz kaldı.
Sadece Konsey’de veto yetkisinden mahrum olan
Türkiye ve Brezilya Washington için sorunlu olduğunu gösterdi. Ankara’da
geçmişte kurulan birçok seküler hükümetten farklı olarak, ılımlı düzeyde İslamî
politikaya yakın duran Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başında bulunan Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, kendisini Hıristiyan Batı ile Müslüman dünya arasında bir
köprü olarak görüyor ve komşu İran’a yönelik yeni yaptırımlara sert bir biçimde
karşı çıkıyordu. Bu yaptırımların kısmen kendi ülkesinin ekonomisine zarar
vermesinden korkuyordu. Ayrıca Erdoğan, Türkiye’nin tüm doğrudan komşularıyla
iyi ilişkiler geliştirme üzerine kurulu bir siyaseti tatbik ediyordu.
Brezilya Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva
da İran’a yönelik cezalandırma faaliyetinin pekiştirilmesine aynı gerekçelerle
karşı çıktı. Cumhurbaşkanını bu konuda motive eden şey, uluslararası ilişkiler
ve ticaret alanında ABD’nin hâkim olduğu sistemi değiştirme arzusu idi. Halk
arasında “Lula” olarak bilinen cumhurbaşkanı, daha çok Güney ülkeleri
arasındaki ilişkilerin teşvik edilmesine vurgu yapıyordu. Ülkesi nükleer silâh
konusundaki arzularını 1980’de terk etmişti, ama sivil nükleer enerji
programını sürdürüyordu, son dönemde ise nükleer enerjiyle çalışan bir
denizaltı üretimine dönük çalışmalar yürütüyordu. Güvenlik Konseyi’nin barışçıl
nükleer zenginleştirmeyi yasadışı ilân etmesi Brezilya için sakıncalı bir
durumdu.
15 Mayıs’ta Erdoğan ve Lula, Tahran’da Ahmedinecad’la
bir araya geldi ve Ekim’de İran’ın kabul ettiği anlaşmaya benzeyen bir nükleer
anlaşmasının imzalandığını duyurdu. Anlaşmaya göre, İran’ın karşılığında tıbbi
reaktörü için yüzde 19,75 oranında zenginleştirilmiş yakıt çubukları
alabilmesi, Türkiye’ninse İran’ın bloke edilmiş düşük zenginleştirmeli
uranyumunun [DZU] önemli bir bölümünü elinde bulundurması mümkün olacaktı.
Eleştirmenlere göre, İran artık daha fazla DZU’ya sahip olabilecekti ki bu,
yurtdışına gönderilecek yakıt yüzdesinin İran’ın nükleer gizlilikle ilgili her
türden umuduna daha az zarar vereceği, dolayısıyla söz konusu yüzdenin
Washington ve Tel Aviv için daha az cazip olacağı anlamına geliyordu.
Washington, Türk ve Brezilyalı liderleri sinirlendirecek bir karar alarak,
anlaşmayı iptal etti.
Bu esnada, Mayıs ayı boyunca New York’ta,
“Ortadoğu nükleersiz bölge olsun” diyecek bir uzlaşma metninin kaleme
alınacağı, Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması imzacılarından
oluşacak bir konferans yapıldı. İmzacılar beklenmedik biçimde başarılı
olduklarını açıkladılar. İsrail, Ortadoğu’da nükleer silâha sahip (tahminen 200
civarında savaş başlığı ya da Britanya’nın elindeki rakama yakın) ve Nükleer
Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı imzalamayan tek ülke olduğu için
Tel Aviv fırtınayı koparttı ve “Bu karar alabildiğine kusurlu ve ikiyüzlü. […]
Ortadoğu’nun tek gerçek demokrasisi ve imha edilmekle tehdit edilen tek ülkesi
olan İsrail’i özel olarak seçip bir kenara koyuyor. […] Bu kararın bozuk yapısı
yüzünden İsrail’in kararın uygulanması sürecine dâhil olması mümkün değildir”
dedi.
Tüm bu olup bitenlerde aşikâr olan ikiyüzlülüğün
arkasında Washington ve Tel Aviv vardı. Her şeyin ötesinde her iki ülke de
nükleer silâhları olmayan bir ülkeyi “silâhsızlandırma”yı ve bölgede nükleer
silâhlara sahip tek ülkenin de silâhsızlanma sürecinden tümüyle muaf
tutulmasını talep ediyordu. Bu, elbette Tahran’a verdikleri bir hediyeydi.
Sürece dâhil olan diğer ülkeler gibi İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu
temsilcisi zekice bir karşılık vererek şunu söyledi: “ABD, dünyanın isteğini
desteklemeye mecburdur, zira dünya, İsrail’in de Nükleer Silâhların
Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na [NSYÖA] imza atmasını ve kapılarını
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu müfettişlerine açmasını arzulamaktadır.”
Tutucuların
Başına Talih Kuşu Konuyor: Gemiye Saldırı
Tahran’ın Türkiye ve Brezilya ile anlaşma
imzalaması ve İsrail’in NSYÖA konferans belgesine karşı çıkması üzerine,
Obama’nın yaptırımlar programı Çin’in itirazına maruz kaldı. Ardından 31
Mayıs’ta İsrail komandoları Gazze’ye giden Türk yardım gemisi Mavi Marmara’nın
güvertesine helikopterlerle çıkartma yaptılar. Komandolar, daha çıkartma
yapmadan önce ses bombaları atıp yolculara plastik mermilerle ateş ettiler,
yaşanan çatışmada dokuz kişi öldü, otuz civarında yolcu yaralandı. Uluslararası
planda kıyamet koptu ve İsrail-Türkiye ilişkileri epey gerildi.
İran’da Yeşil Hareket’in hileli cumhurbaşkanlığı
seçiminin birinci yıldönümü için gösteriler düzenlemeye hazırlandığı momentte,
Mavi Marmara saldırısı, ülkedeki tutucular için muazzam bir haberdi. Tutucular,
İsrail’in yardım gemisine saldırısı ve Gazze’ye yönelik ablukası üzerinden,
İran’daki teokratik hükümetle dayanışma yürüyüşleri tertiplediler. İran,
devletsiz Filistinlilere yönelik İsrail zulmünü uzun zamandır en ağır şekilde
eleştiren bir ülkeydi. Ardından Hameney, İmam Humeyni’nin vefatının
yıldönümünde başkent sokaklarına iki milyon göstericiyi yığabildi, Yeşil
Hareket liderleri, bunun üzerine İsrail’i kınayan bir bildiri kaleme almak
zorunda kaldılar.
Gemi saldırısı, aynı zamanda tutuculara Türkiye,
Irak, Suriye ve genel manada Arap dünyası ile dayanışma içerisine girmesine
imkân veren, Filistinlilerin savunucuları olarak saygınlıklarını
kullanabilecekleri ve ülkenin bölgesel etkisini artıracak bir dış siyaset
imkânı sundu. Üstelik o günlerde İranlılar, Gazze’ye yeni bir yardım gemisi
göndermekten bile söz ettiler. Mağdur taraf olan Türkiye Güvenlik Konseyi üyesi
olduğundan, bu tesadüfî gelişme sayesinde İran, Obama’nın yaptırımlar konusunda
oybirliğiyle aldığı karara karşı çıkma imkânı buldu. Nihayetinde söz konusu
olay, Tahran’ın nükleer zenginleştirme programıyla ilgili uluslararası endişeyi
ve Ortadoğu’daki yeni kararlılığı arka plana itti, öte yandan da İsrail’in
Gazze’deki zorbalığını, barış sürecine girmeyip nükleer konusunda yasadışı bir
konumda bulunduğu gerçeğini ön plana çıkarttı.
Sonuçta başkan,
oybirliğine dayalı olmayan yaptırımlarla ilgili kararını yumuşattı.
Netanyahu’nun kovboy tarzı, askerî taktikleri ve Filistinlilerle adil bir barış
yapma konusundaki gönülsüzlüğü, Obama’nın İran’a baskı yapma, ayrıca dünün
anlaşmazlık konularından biri olan Türkiye’yi dışlama hususunda Obama’nın
kafasını epey karıştırdı. Şubat 2009’daki başbakanlık seçimi İran’a verilmiş
bir hediyeydi. Likud liderliğinde kurulan hükümet, Batı Şeria’daki yerleşimci
siyasetine ve Gazze halkına yönelik ablukaya hâlâ devam ediyor, Filistinlilere
yönelik adaletsizlikleri dilinden düşürmeyen İranlı şahinleri de önsezili birer
lider hâline getiriyor. İsrail, NSYÖA’ya katılma fikrine ve BM müfettişlerinin
nükleer tesislerine girmesine izin vermeye karşı çıkıyor ki bu da İran’ı NSYÖA
üyesi devletler konusunda bir modelmiş gibi görünmesine neden oluyor.
Juan Cole
10 Haziran 2010
[Kaynak:
The People Reloaded: The Green Movement
and the Struggle for Iran’s Future, Ed. Nadir Haşimi ve Danny Postel,
Melville House, s.309-316.]
0 Yorum:
Yorum Gönder