“Başka Alternatif Yok” Fikrini Yüceltiyor
Avrupa’da popülizmin risklerinin eleştirilmediği
tek bir gün bile geçmiyor. Öte yandan bu kelimenin tam olarak neyi ifade
ettiğini anlamak pek de kolay değil. Otuzların ve kırkların Latin Amerika’sında
popülizm, halkın doğrudan lider tarafından biçimlendirildiği bir ilişki lehine,
parlamento üzerinden işleyen temsiliyet formlarını yok sayan belirli bir
yönetim tarzının oluşturulmasına katkı sundu. İlk örneklerini Brezilya’da
Vargas’ın, Arjantin’de Perón’un takdim ettiği bu yönetim tarzı, Hugo Chávez
tarafından yeniden bir isme kavuşturuldu ve “yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi”
olarak anıldı.
Ne var ki bugün Avrupa’da “popülizm” etiketi,
başka bir şeyi adlandırmak için kullanılıyor. Bu, bir yönetim tarzı değil.
Aksine, hâkim yönetimsel uygulamaların karşısına çıkartılan belirli bir itiraz.
Bugün iktidardaki elitlerin ve onların ideologlarının tanımladığı biçimiyle
“popülist”, esasen nedir? Kelimeye dair birçok farklı yaklaşım mevcuttur. Bunun
ötesinde, hâkim söylem, söz konusu kavramı üç temel özelliği üzerinden
tanımlıyor: (1) doğrudan halka hitap eden, halkın temsilcilerine ve asillerine de
sirayet eden bir konuşma tarzı; (2) hükümetlerin ve yönetici elitlerin kamu
çıkarından çok kendi çıkarlarıyla ilgilendiği iddiası; (3) yabancılara yönelik
korku ve itirazı sürekli dile getiren kimlikçi söylem.
Gelgelelim bu üç özellik arasında zorunlu hiçbir
bağ mevcut değil. Anayasalarımızda da “halk” denilen bir yapının varlığından
söz ediliyor ve bu halk, politik söyleme sahip imtiyazlı muhatap ve güç kaynağı
olarak görülüyor. Önceki sene karşımıza çıkan cumhuriyetçi ve sosyalist
hatipler de aynı kanaati paylaşıyorlardı ve bunlar, hiçbir gizli ajandaya sahip
olmadıklarını iddia ediyorlardı. Burada ırkçı veya yabancı düşmanı bir
hissiyatın hâkim olmasına da gerek yok. Siyasetçilerimizin yurttaşlarının
geleceğinden çok kendi kariyerlerini düşündüklerini, baştakilerin büyük finans
kapitalle simbiyotik ilişki içerisinde olduğunu söylemekte demagojik bir yan
yok. Aynı basının “popülist” yönelime saldırması, bu konuda daha fazla kanıt
sunuyor. Bazen Berlusconi veya Sarkozy gibi devletin başındakiler ve hükümetin
kendisi, elitlerin yozlaştığına dair “popülist” fikrin yayılmaması konusunda
dikkatli davranıyorlar.
“Popülizm” terimi, belirli bir politik gücü
tanımlamamıza katkı sunmuyor. Bilâkis bu kavram, gücünü aşırı sağdan radikal
sola dek uzanan tüm politik güçler arasındaki kaynaşmalardan alıyor. Bu terim,
bir ideolojiyi veya tutarlı bir politika tarzını ifade etmiyor. O, temelde
belirli insanlara dair bir resim çizmemize katkı sunuyor sadece.
Zira “halk” diye bir şey yoktur. Gerçekte varolan,
halka ait, bazen çatışan, farklı figürlerdir. Bunlar, belirli bir araya gelme
yöntemlerine, kimi özel, ayrıksı vasıflara, becerilere veya beceriksizliklere
öncelik verilerek inşa edilmişlerdir: kan veya toprak ortaklığıyla tanımlanan
etnik halk; iyi yürekli çobanların göz kulak olduğu insan sürüsü; belirli
yeteneklerden mahrum olanlara yönelik olarak kendi yeteneklerini devreye sokan
demokratik halk; oligarkların kendilerinden uzak tuttukları cahil halk vs.
Popülizm anlayışı, belirli bir kapasiteye sahip insanların korkutucu
ittifakıyla tanımlanmış bir halk inşa eder. Burada belirli bir beceriksizlik,
çoğunluğun kaba gücü etkindir. Aynı çoğunluğa her daim cehalet atfedilir.
Üçüncü vasıf, ırkçılıktır. Irkçılık, söz konusu
inşa faaliyeti için çok önemlidir. O, demokratlara insanların ne tür bir
derinliğe sahip olduğunu söyler. “İyi niyetli” beyaz liberaller, bu ırkçılığa
şüpheyle yaklaşırlar. Halkta itiraz etmeye yönelik ilkel bir dürtü mevcuttur.
Sürü olarak takdim edilen halk, aynı zamanda hem hain ilân ettikleri
yöneticileri hem de yabancıları hedef alır. Zira çoğunluk, politik
mekanizmaların karmaşıklığını asla anlamaz, ayrıca toplumsal, demografik ve
ekonomik gelişmelerin tehdit ettiği yerleşik hayat tarzına yönelik geçmişten
miras alınan bağlılık biçimine dair bir değerlendirme üzerinden, yabancılardan
korkar.
Popülizm anlayışı, sentez konusunda hiç güçlük
çekmez. Söz konusu sentez, en genel anlamda “başkalarına” düşman olan halkla
yönetenlere düşman olan halk arasında kurulur. Bu amaca ulaşmak adına popülizm,
işçi hareketinin doğuşundan ve Paris Komünü’nden korkan Hippolyte Taine ve
Gustave Le Bon gibi on dokuzuncu yüzyıl düşünürlerinin geliştirdiği halka dair
imajı bir kez daha dile getirir. Bu imaj, “çete liderlerinin” sözlerinden
etkilenen cahil kitlelerle ilgilidir. Aynı kitleler, dedikodular ve korkular
üzerinden yoğun bir şiddete meylederler.
Karizmatik liderlerin yönlendirdiği kör
kalabalıkların yol açtığı, salgın gibi yayılan patlamalara dair bu sunum, onun
lekelemeye çalıştığı işçi hareketine ait gerçeklikten çok farklıdır. Kendi
toplumumuzda ırkçılık gerçeğini tarif etmek, pek uygun bir yaklaşım değildir.
Göçmen dediğimiz insanlarla, özellikle “varoş” gençliğiyle ilgili olarak her
gün ne tür şikâyetlerde bulunursak bulunalım, gerçek şu ki söz konusu
şikâyetler, kitlesel halk gösterilerine dönüşmezler.
Bugün Fransa’da ırkçı olarak nitelendirilmeyi hak
eden iki şey vardır ve bu iki husus iç içe geçmiştir. Öncelikli olarak bir iş
sözleşmesi veya kira kontratı imzalama noktasında devreye sokulan ayrımcılık
biçimleri, hiçbir kitle baskısı olmaksızın, steril bir büro ortamında da açığa
çıkmaktadır. Aynı ayrımcılık, devletin aldığı tüm tedbirlerde, yıllarca vergi
ödemiş, sosyal güvenlik katkı paylarını yatırmış, uzun zaman çalışmış insanlara
gerekli evrakın verilmemesinde, vatandaşlık haklarına getirilen kısıtlamalarda,
çifte cezalarda [hem Fransız toprağına girişin yasaklanması hem de hapis cezası
verilmesinde], başörtüsü ve burka karşıtı kanunlarda, insanları sınırdışı
edecek suçlamalarda veya seyahat edenlerin kurduğu kampların sökülmesinde
karşımıza çıkmaktadır.
İdeolojisine dindarca bağlı olan bazı solcular, bu
türden tedbirlerin hükümetlerimizin “seçimlerle” alakalı amaçlar doğrultusunda
“popülist” aşırı sağa vermek zorunda kaldığı birer taviz olduğunu düşünmekten
hoşlanmaktadırlar. Oysa bu tedbirlerin hiçbirisi, kitle hareketlerinin
basıncıyla kabul ediliyor değildir; bilâkis bu tedbirler, devletin kitabına
uygun olarak geliştirilmiş stratejinin bir parçasıdır, temelde devletin,
sermayenin serbest dolaşımı ile halkların serbest hareketine yönelik engeller
arasında denge kurma çabasına denk düşer. Esasında bu tedbirlerin asli amacı,
halkın belirli bir kesimini oluşturan işçileri veya belirli yurttaşları
kırılgan kılmak, her an evlerine gönderilebilecek bir işçi kitlesi
oluşturmaktır. Fransa’da nüfusun belirli bir kesimi, Fransız olma imkânını
ileride yitirmeyeceklerine dair güvenceden yoksun olarak yaşamaktadır.
Bu tedbirler, ulusal kimliğin karakteristik
özelliklerini taşımadığı değerlendirmesi üzerinden, hakların azaltılmasına
dönük girişimleri meşrulaştıran bir ideolojik kampanya ile desteklenirler.
Esasen bu kampanyayı başlatan, Ulusal Cephe’deki “popülistler” değildir. Bahsi
geçen insanlar sırf seküler değil diye, onların gerçekte Fransız olmadıklarını
ilk olarak solcu aydınlar söylemişlerdir. Devlet yönetimine ait kuralları
tanımlayan laiklik, topluma ait olmaya dair işleve sahip olunup olunmadığını
tayin eden bir nitelik hâlini almıştır.
Marine Le Pen’in Ocak 2011’de dile getirdiği
“yersiz” yorum, sokaklarda namaz kılan Müslümanları 1940 ile 1944 arasında
ülkeyi işgal etmiş olan Almanlara benzetmesi, bu anlamda epey öğretici bir
ifadedir. Söz konusu ifade, cumhuriyetçilerin dilinde her daim karşımıza çıkan
“Müslüman eşittir İslamcı eşittir Nazi” söyleminin yoğunlaştırılmış bir
biçimidir. “Popülist” olduğu söylenen aşırı sağ, halkın ana gövdesinin
derinliklerinden neşet eden, yabancı düşmanlığına dair özel bir duyguyu dile
getirmemektedir. Bilâkis aşırı sağ, devlet stratejilerini ve ünlü aydınların
başlattığı kampanyaları kendi çıkarına kullanan bir uydudur.
Bugün devletler, meşruiyetini güvenliği garanti
etme kapasitesine borçludur. Ama bu meşruiyet, ancak bizi tehdit eden canavar
sürekli ön planda tutularak, kriz riskleri ile işsizliğin yol açtığı riskleri
harmanlayan kalıcı güvensizlik hissinin muhafaza edilmesiyle, her şeyden önce
“terörist İslamcı” denilen yüce tehditle birlikte temin edilebilir. Aşırı sağ,
devletin tedbirlerinin ve ideologlara ait sözlerin çizdiği standart resme etin
ve kanın rengini katar sadece.
Bu nedenle ne “popülistler” ne de “popülizm adı
altında sürekli dile getirilen suçlamalarda resmedilen halk, kendilerine dair
tanımlara denk düşer. Bu hayaleti kimin inşa ettiğinin pek bir önemi yoktur.
Göçmenler, cemaatçilik veya İslam ile ilgili olarak yürütülen tüm polemiklerin
ardında, demokratik insanların tehlikeli kitle imajı ile buluşturulması fikri
yatar.
Dolayısıyla burada
hepimiz, kendimizi bizi yönetenlerin ellerine teslim etmemiz gerektiğine ikna
ediliriz. Devletin meşruiyetine ve dürüstlüğüne yönelik her türden itirazın
totaliteryanizme kapı araladığını söylerler. Jean-Marie Le Pen’in
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kaldığı, seçimde Jacques Chirac’la
yarıştığı Nisan 2002’de, Le Pen karşıtı kampanya dâhilinde netameli sloganlara
başvurulmuştu ve bunlardan birisi de şuydu: “Fransa faşist olacağına muz
cumhuriyeti olsun.” Son günlerde popülizmin ölümcül tehlikeleriyle ilgili
olarak yürütülen polemik, başka bir seçeneğin bulunmadığı fikrinin teoride kök
bulmasını sağlamaya çalışıyor.
Jacques Rancière
Ocak 2011
Ocak 2011
0 Yorum:
Yorum Gönder