30 Mayıs 2017

, ,

Gezi Üzerine Tezler


I

Solun tarihinde Kemalizmin “sol”u ve “sağ”ı ile kurulan ittifakların ağırlıklı bir yeri var. Ama hiçbir zaman onunla hesaplaşma gereği duyulmuyor. Ellilerde Demokrat Parti ile kurulan ilişki, en fazla, altmışlarda, Kürd coğrafyasında DP ile ilişkili Barzanicilerle ittifak yapmak gibi bir sonuç veriyor. Bugün hâlâ TİP’in altmışlarda o Barzanicilerle kurduğu birliktelik üzerinden elde ettiği seçim başarılarından[1] övgüyle söz edilmesi, bir tür soyut öznecilikten kaynaklanıyor, nihayetinde “biz yaptık” deniliyor, Kürd’ün iradesi hiç görülmüyor. Çünkü Kürd “maraba”, “sandığa git oy ver” denilince sandık önüne sıralanan “güruh”. Oysa o seçimle kurulan ilişkinin silahlı-devrimci mücadeleye de belirli bir tesiri söz konusu. Hiçbir şey boşlukta, bağlamsız, gerçekleşmiyor. Mücadele, bir milli bağlamda anlam kazanıyor.

Bu açıdan, Gezi’nin sol ve sağ Kemalizm arasındaki salınımda heba edilmesi, asıl sorun. “Ana bina, kurgu, iskelet ve harç” önsel olarak mutlak kabul ediliyor ve sadece dış sıvaya dair bir yarış içerisine giriliyor. Gezi’nin bu yarışta tüketilmeyecek yanları da süreç içerinde törpüleniyor. Onun ülkeye dair dili lâl, gözü kör ediliyor. İlerleme adına, en geriye tav olunuyor. Gezi’nin konuşmasını, görmesini kimse istemiyor. Herkes, onun güç olmasını, kendisine küfür olarak değerlendiriyor. Sol, Gezi’de sadece kendi tasfiye olasılığını görüyor, o olasılıktan ürküyor.

II

Örgütü merkeze almak, onu allayıp pullamak, özetle, örgütçülük yapmak, örgütlülük değil. Örgütçülük, pratikte, Kemalizmle yoğrulmak, ondan öğrenmek, onu örtük olarak savunmaya mecbur. O binaya renk olmak, kifayetsiz.

İdeolojik planda, her yanın kuşatıldığı, her yerin kirli olduğu üzerine kurulu bir propaganda yürütülmesinin sebebi de bu örgütçülükle alakalı. Örgütçülük, boşluğa örgütlenmektir. Örgüt, en saf, en temiz, en mutlu, en bağsız olunan yerdir. Bu şekilde satıldığı sürece, gerçekle ilişki kurma biçimleri de arızîleşecektir. Esasen en saf, en temiz, en mutlak yerin merkeze oturtulması, başkalarının varlığının boşa düşürülmesi, onların sözlerinin değersizleştirilmesi içindir. Mühim olan, kırılan soğana, dökülen tere, bükülen demire örgütlenmektir.

Dolayısıyla, örgütlü ve örgütçü arasında ayrım yapmak şarttır. Bu ayrımın en net hissedildiği moment, Gezi’dir. Bu açıdan Sırrı Süreyya Önder’in “Gezi benzersizdir. Onun tekrarlanmasını beklemek tembelliktir, sosyolojiden anlamamaktır”[2] sözü, örgütlülüğün değil, örgütçülüğün replikleridir. Kendi biricikliğini, benzersizliğini gerçeğe dayatanlar, örgütlülüğü tasfiye etmek zorundadırlar. “Sosyoloji” dedikleri, resmi ideolojinin bir çıktısıdır, “benzersizlik” dedikleri, sui generis olmakla övünüp duran bir ideolojinin tezahürüdür. Yüz yıl önce “bizde işçi yok, bu sosyalizm güzel ama bizde olmaz” diyenlerin güncel biçimleri, Gezi ile birlikte tekrar gündeme gelmişlerdir. Küçük burjuva, herkesi kendisine kul-köle, mecbur etmeye programlıdır. “Darbe mekaniği” ile “Gezi’nin mekaniği”ni birlikte değerlendirenlerin gizlediği gerçek budur. Onca ultra özneymiş gibi görünüp özne olmayanların diyarında, bu mekanik kırılmaya mecburdur.

III

Gezi’nin geleceğini kimse bilmiyordu. Her örgüt, “bu toplum bizi şaşırttı, beklemiyorduk” dedi. Bir örgüt, Haziran ayının sonunda, eylemlerin şiddetinin azaldığı bir momentte, “bu kitle hareketinin öncüsü olacağız” açıklaması yaptı, oysa o güne dek sahadaki militanlarına “bulaşmayın bu harekete” talimatı veriyordu. Bu talimat, özünde herkese dairdi. İlk gün belli başlı örgütler, akşamına toplantı yaptılar. O toplantıdan ertesi gün için ortak bir eylem kararı çıkmadı. Sonrasında tüm yapılanlar, sarfedilen tüm sözler, diğer örgütlere nispetle, onlara göre, onlara fark koymak amacıyla şekillendi. Yaşanana dair tek laf edene rastlanmadı.

Ardından, belirli sendikalarda söz sahibi olan örgütler, geç de olsa “genel grev” kararı aldılar. Kendileri bile ciddi bir katılım göstermediler. Örneğin Ankara’daki eylemde polisin karşısına dikilen gençler kovalanıyor, “huzursuzluk çıkartılmaması” talebi o gençlere zorla tatbik ediliyordu. Aynı örgüt (Halkevleri), birkaç gün sonra, nedense Kızılay’ı işgal etti, çünkü aynı gün diğer örgütler başka bir yerde, Gezi’dekine benzer, çadır kurma eylemi içerisindeydiler. Benzer tartışmalar, Taksim etrafındaki barikatların kaldırılması konusunda da yaşandı.

Bu didişme ve yarışla geçti günler. Sonra seçim gündemi sardı her yanı. Gezi ölmedi, öldürdüler, üç beş oy ve üç beş ay için öldürdüler. Yüksek siyaset açısından Gezi, tehdit teşkil ediyordu, tasfiye ettiler. Merkeze alınan şey, ölmek için oradaydı. Devamında Gezi, Taksim Mitingi üzerinden Yenikapı ruhuna, Milli Mutabakat’a bağlandı.

IV

Gezi, mülkiyetin ve rekabetin boyasını döktü. Asıl sorunlu yanı da buydu. Takip eden yıllar, o boyayı arayıp bulmakla ve rastgele fırça darbeleriyle kendi suretini boyamakla geçti. Mülkiyetin ve rekabetin boyası, yeniden karıldı. Hatta sosyal medyada bir boya firmasına övgüler düzülecek bir noktaya gelindi. O firma, dönüp dolaşıp Gazi’nin suretine büründü. Geziciler tek tek Gazici oldular.

Bireysel varlığını mülkiyet ve rekabet pazarında satmayı bilenler, köşeleri kaptılar. Zenginleştiler, isim ve imza edindiler, belli mekânlarda “özgürce” yaşama imkânı buldular. Kimsenin umurunda değildi, Gezi’nin nereden gelip nereye gittiği. Sosyal medyanın parlaması, Gezi’nin tarihi ve toplumu ile ilişki kurmak istenmemesi ile alakalıydı. Tüketim ideolojisiyle yoğrulanlar, Gezi’yi en kısa sürede tüketme yarışına girdiler. Kimse, onun gözünün yaşına bile bakmadı.

V

Gezi, en az bir otuz yıldır çok şey yapıp da yapılmayanlara dair bir imgeydi. Yani Gezi, özünde bugüne dek örgütlerin tüm devrim-sosyalizm iddialarının boş, anlamsız, temelsiz ve imansız olduğunu ortaya çıkarttı. Örgütlerin böylesi bir moment için örgütlenmediği, net biçimde görüldü.

Örgütçülük, yüce, ari, her şeyden münezzeh kadrolarına öyle kalmayı, başkalarından üstün yanlarını göstermeyi öğretiyordu, devrimciliği değil. O Gezi günlerinde, bu örgütlerin, kadrolarına kitle hareketini, onun nasıl yönlendirileceğini, öncülük için hangi araçların üretileceğini, hangi bağların kopartılıp hangilerinin kurulacağını, ortak emeğe ve kavgaya nasıl örgütlenileceğini vs. öğretmediği anlaşılmış oldu. Bir iki günlük şokun ardından, hemen eski ezberlere dönüldü ve yarış, tekrar başladı. Ortak bir iş örmenin, ortak işe örgütlenmenin kendisine küfür etmek olduğu söylendi. İlk üç günün ortaklaşa, eşitleyici pratiğinin karşısına, liberal özgürlükçü bir zemin çıkartıldı ve bu zeminin girişine göstermelik örgüt tabelaları yerleştirildi. Herkes, birbirine karşı mülkünü korudu; yarışta diğerine üstün olan yanlarını gösterip durdu. Özünde sol, sadece kendi içine “siyaset” yaptı, dışarıyı siyasetsiz kıldı.

Oysa aslolan, eşitlikçi değil, eşitleyici olandı; özgürlükçü değil, özgürleştirici olandı. Eşitlikçi-özgürlükçü olanlar, Fransız Devrimi’nde burjuvazinin temin ettiği sınıflarüstü dengeye ve kurguya put misali tapanlardı. Gezi’nin eşitleyici yanı özgürlükçülerin; özgürleştirici yanı eşitlikçilerin sunaklarında kurban edildi. Gezi, hem Gazi hem gazi oldu.

VI

Örgütçülük, Gezi’nin gelecekteki yansımasını asla örgütleyemeyecek, onu var edecek sürece hiçbir vakit örgütlenme ihtiyacı duymayacak. Kütle, kitle ve öncü, örgütçülükle değil, örgütlülükle, örgüyle, bağ kurmakla anlam kazanacak.

Gezi’yi bu hâle, 12 Eylül’e ağıtlar yakarak bir ömür geçirenler getirdi. Uzunca bir zaman da Gezi’ye ağıtlar yakarak geçirilecek. Böylece hiç kimse, hatanın, kusurun, yanlışın, eksiklerin hesabını verme gereği duymayacak. 12 Eylül edebiyatının yerini Gezi edebiyatı alacak. Sıcağı sıcağına Gezi derlemeleri kaleme alanlar, kitapları, albümleri raflara dizenler, bu pazarı tüketerek varolma yollarını arayıp bulacaklar. Ve kimse, geleceğe dair, teorik ve pratik notlar çıkartmayacak.

Eren Balkır
30 Mayıs 2017

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.

[2] Cansu Pişkin, “Siyasi Parti Temsilcileri”, 30 Mayıs 2017, Evrensel.

0 Yorum: