16 Mayıs 2017

Açlık Grevi Direnişi


Açlık Grevi Direnişi, Etik Bir Tercih Değil Etik Bir Paranteze Alma Önerisi

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın KHK’larla haksız ve hukuksuz bir şekilde işten atılmalarına karşı başlattıkları açlık grevi kritik bir aşamaya geldi. Direnişin böylesi keskin bir sınıra varmasıyla birlikte sosyal medya mecralarında da etik-politik bir tartışma başladı. Tartışmayı başlatan temel argüman, eylemin artık ölümle sonuçlanabilecek kritik bir aşamaya geldikten sonra bırakılması gerektiğini dile getiriyor. Ancak bu dile getiriş, bu kritik aşamadan sonra eyleme destek olmaya devam eden politik tarafların, taşıyıcıların ve öznelerin bu ölümlerin “göz göre göre”leşmesinden sorumlu olacakları yollu bir imayı ve eleştiriyi de içeriyor. Tartışmanın esas olarak sıkıştığı etik nokta da buradan kaynaklanıyor. Yani argüman, eylemin olası bir ölüm yaşanmaması için bitirilmesi önerisiyle birlikte, direniş etrafında oluşmuş olan konsensüse da etik bir sorumluluk yükleyerek, bu konsensüsün dağılması gerektiğini bildiriyor.

Eylemin artık bitirilmesi gerektiğini ifade eden argüman, merkez olarak Nuriye ve Semih’in ölmemesi gerektiğine dayanıyor. İçinde bulunulan durum, her şeye rağmen, onurla mücadelelerini veren bu iki insanın yaşamlarını kaybetmeleriyle sonuçlanmamalı. Başka direniş olanakları yaratılabileceği, bunların düşünülmesi gerekliliği üzerine yoğunlaşacak bir açılıma işaret etmek istiyor. Burada bir ayrışma ve çatışma yok. Direnişe kalben ya da fiilen bağlı olan herkes, bu noktada tartışmasız hemfikir. Kimse olası bir yaşam kaybı ihtimalini düşünmek bile istemiyor. Ancak karşımızda politik bir direniş biçimini yüklenmiş ve bunun kararını almış iki insan var. Bizi çıkmazla karşı karşıya bırakan temel nokta bu. Bu iki insan aldıkları karardan vazgeçmiyor.

Argümanın kendini dayandırdığı bir diğer temel, eylemin taşıyıcılarının “dışarı”da olması. Bu daha çok cezaevleri deneyimine göreli olarak ortaya konan bir temellendirme. Dünyada ve Türkiye’de açlık grevi ve ölüm oruçları, politik tutsakların temel direniş biçimi deneyimlerinden birisi olarak açığa çıktı. Türkiye’de tek tip elbiseye karşı 84 deneyimi ve hücre tipi cezaevi saldırılarına karşı 96 ve 2000 deneyimleri yaşandı. Hepsi kendi tekilliği ve özgüllüğünde değerlendirilmesi gereken ve politik tarihimize “olağanüstü politik kriz hâlleri” olarak kayıt olmuş tarihselliklerimiz. Ancak Nuriye ve Semih’in direnişiyle bu deneyimleri karşılaştıran argüman, “dışarı”da olmayı bir politik direniş biçimi olarak açlık grevini olumsuzlamanın dayanağı hâline getirmeye çalışıyor. Yani kapatılmış bir politik mahkûmun “dışarıda olmayan” olması, onun açlık grevi gibi bir direniş biçimine yaslanmasını meşru kılabiliyor. Ancak bu, argümanın bir direniş biçimi ve geleneği olarak açlık grevi deneyiminin özünü anlamadığını gösteriyor. Açlık grevini bir politik biçim olarak ortaya çıkaran deneyimin özü, insan varlığının en aşırı uçtan olumsuzlanmasına, yine en aşırı uçtan gerçekleşecek bir mütekabiliyet fenomenini açığa çıkarmaktır. Varlığın bu en temel ve karşı uçtan olumsuzlanmasına (varlığın yok sayılması) varlığın bu en temel ve karşı noktaya mütekabil olacak bir noktadan cevaba dönüştürülmesidir. Açlık grevi, olumsuzlanmanın ona karşılık gelecek özdeş bir noktadan olumsuzlanması olduğu için bir paradoks olarak açığa çıkar. Varlığı olumsuzlanan, bu olumsuzlanmaya, varlığını olumsuzlama iradesini bizzat kendisi içererek karşılık verir ve kendisi için varlık olur. Heidegger’ce söyleyelim: Hiçin hiçmesine hiçerek karşılık vermek. Bundan dolayı açlık grevi, “içeride” ya da “dışarıda” olma bağlamıyla düşünülemez. O, bir politik direniş geleneği ve daha çok ezilenlerin mücadele tarihinin ürettiği bir deneyimdir. En temel “dışarıda”ki deneyim Gandhi deneyimidir. Gandhi, “dışarıda” olan bir politik lider olarak İngiliz sömürgeciliğinin kendisinin ve halkının varlığını olumsuzlamasını, bu politik biçim içerisindeki deneyime yaslanarak olumsuzlamıştır. Ve ezilenlerin tarihine, üzerinde hâlâ ısrarla ve derin düşünülmesi gereken pasif ve barışçıl mücadele örnekleri hediye eden bir deneyimin yaratıcısı olmuştur.

Argümanın kendisini dayandırdığı bir diğer zemin, direnişin motivasyonunun ekonomizm temelli olmasıdır. Yani “işe geri dönme” talebinin direnişin temel motivasyon kaynağı olması. Böyle bir talebin sonunda ölüme varacak bir direniş biçimi gerektirmediği söylenmektedir. Bu, açıkça apolitik bir yaslanmadır. Direniş, işe geri dönme gibi bir talebi değil, ayan beyan yaşanan bir adaletsizliği merkezine almaktadır. Üstelik bu adaletsizlik, direnişin taşıyıcıları dışında yüz binlerce insanı da içerisine alan ve toplumda derin bir yarılmaya sebep olan bir adaletsizliktir. Direnişin temel motivasyonu, iki insanın (ve insanların) işe geri dönmesi değil, son dönem Türkiye toplumsallığını baskılayan ve belirlemeye çalışan diktatoryal devlet refleksinin kurumsallaşmış hâlidir.

Ancak tüm bunlar, direnişin olası sonucuyla çıplak olarak yüzleştiğimizde bizi yine de etik-politik bir açmazla karşı karşıya bırakmaktan kurtaramıyor. Bu, ölümdür. Bütün toplum, gözlerinin önünde günbegün ölüme giden bu iki insanın ölmelerine razı mı gelecek? Buna kimsenin rızası yok ve buna razı değiliz. Ancak direnişin bizi karşı karşıya bıraktığı olası temel fenomen “ölüm” değil, “can verme”dir.

“Başkalarının can verişine şahit olduğumuzda, varlık minvali Dasein (yahut hayat) olan bir varolanın birden bire artık-Dasein-olmamaya dönüşmesi diyebileceğimiz dikkate şayan bir varlık fenomenini tecrübe etmiş oluruz.” [Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, syf. 253.]

Yani bu politik direniş biçimi üzerinden karşı karşıya kaldığımız temel fenomen, varlığımızı “tamam”layacak olan, ancak bu tamamlanma gerçekleştiğinde de bizi artık varolan olarak bırakmayacak olan ölümün “can verme” olarak öncelenmesi ve onunla karşılaşıyor oluşumuzdur. Bizi çıkmaza sürükleyen ve çelişkide bırakan temel şey, varlık tarzı hayat olan bir varolanın, bir politik direniş biçimi aracılığıyla “başkasının can vermesi” olarak açığa çıkışıdır. Ve tüm sorun, bizde bu “can vermeye” dönük nasıl bir angajman yaşandığıdır.

Umarım buradaki düşünceler, “ölüm güzellemesi” kolaycılığına indirgenmez. İfade edilmek istenen şey, politik bir direniş biçiminin bizi etik bir tercihle karşı karşıya bıraktığı anda varolan açmazın bizde ortaya çıkmasını sağlayan temelleri soruşturma denemesidir. Olası bir can kaybı aşamasına gelindikten sonra, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişlerine destek olmaya devam etmenin ölümlere ortak olma anlamına geldiğini ima eden argüman, özündeki burjuva hümanist önermeyi açığa çıkarmaktadır. Farklı direniş biçimlerinin aranması gerektiğini öneren ifadeyle, şu an için karşı karşıya olduğumuz kritik eşikten dolayı farklı direniş biçimleri aramayı direnişin varolan biçiminin tasfiye edilmesine gerekçe yapan önerme arasında fark vardır. Bu fark, politik olanla politik olmayan arasındaki farktır. Zira burjuva hümanizmi, “politik olmama”nın özü olarak olgusal ve empirik düzlemde sürekli olumsuzlanan bir aşkınlığı ifade eder. Çünkü o, savaşlar, açlık, katliam, göç, iş cinayetleri, kadın cinayetleri olgularının ortasında ölmemeyi kutsal yaşam hakkı kategorisi altında düşünmeye çalışır. Oysa bu “can verme”ler politik olanın belirlenimi altındadır. Hümanizm, bize tarafsız bir insanlık ideali alanı açmaya çalışır. Oysa tüm bu ölümler, bir taraftan bir tarafa verilen ölümlerdir. Tartışmayı ve direnişe verilen desteği, bu bağlamda soyut bir yaşam/ölüm karşıtlığı ve burjuva hümanizminin mantıksal alanına davet edip bu davete icabet etmemeyi zorunlu bir mantıksal sonuç olarak “ölüm savunuculuğu” pozisyonuna indirgeyen önerme, direnişin ruhsal tasfiyesini etik silâhıyla yapmaya çalışmaktadır. Bu noktada eğer etik, bir silâh olarak kullanılacaksa, bu silâhın sağlaması gereken olanak, direnişin içeriğini ahlâkî seslenişlere uyarlayabilecek bir tercih bağlamı değil, tam tersine direnişin içeriğine dönük tüm ahlâkî buyrukları paranteze almamızı sağlayacak bir formellik alanı oluşturmaktır. Buradan varılmak istenen önerme şudur: Direnişin vardığı bu kritik aşamada, direnişin içeriğine etik bir “tercih” yükleyen ve bu tercihe göre yaşanacak bir can kaybından negatif anlamda bir sorumluluk kategorisi devşiren argüman, ifade ettiği bu etik sonuçla birlikte direniş biçimini çoğullaştıracak yöntemleri arama ve önerme sorumluluğuyla da karşı karşıyadır. Ancak bu durum, direnişe destek olmaya devam edenleri yaşanacak olası bir ölümün “göz göre göre”leşmesini sağlayan bir irade olarak itham etme hakkını doğurmaz.

Tartışmanın önünün kesilmemesiyle birlikte, bu direnişe kalben ve fiilen bağlı olan herkesin direnişin görünürlüğünü artırma, kendi bulunduğu alandan, yerden, dünyadan direnişin hatırlatılması, duyurulması adına işler ortaya koyma, bunu bir toplumsal kampanyaya dönüştürme mücadelesi sürmelidir. Diğer yandan direnişin ne tür olanaklarla çoğul bir karakter ve pratik kazanabileceği üzerine düşünümler de devam etmelidir. Bu, sırf bugünle ilgili değil, gelecekle de ilgilidir. Ölmelerini istemiyoruz, bunu sonuna kadar haykıracağız. Ancak tüm acı gerçekliğine rağmen aldıkları karardan vazgeçmelerine dönük yapabileceğimiz bir şey yoktur. Eğer burada zorunlu bir etik karar noktası tayin edilmek isteniyorsa, bu, onların ailelerinin kararıdır. Yönetmenliğini Terry George’un yaptığı “Some Mother’s Son” filminde tam da kritik eşikte yapılan tercihle ilgili film bizi esas tarafsızlık noktasına çeker. Film, IRA militanlarının yoldaşları Bobby Sands önderliğinde başlattıkları açlık grevini anlatır. Filmin başrolünde oynayan Helen Mirrer’ın (filmdeki adıyla Kathleen) IRA militanı olan oğlu da cezaevine düştükten sonra açlık grevi içerisinde yer alır. Bu süreçte birçok değişim geçiren Kathleen, kendisini politik mücadelenin içerisinde bulur. Tutsaklar, ölümcül aşamaya geçtiklerinde hastaneye kaldırılırlar. Kendileri direnişten vazgeçmeseler bile hukukî olarak aileleri yaşamalarını istediklerini beyan ettiklerinde tıbbî müdahale gerçekleşir. Filmin bizi getirdiği kritik aşama da burada gün yüzüne çıkar. Bir oğlu İngiliz askerleri tarafından öldürülen, diğer oğlu da gözünün önünde ölüme doğru giden bir anne, yine de tıbbî müdahaleye izin veren belgeyi imzalamaz. Kathleen ise imzalar ve oğlunun hayatta kalmasına müsaade eder. Burada karşı karşıya kaldığımız etik vurgu, iki annenin yapmış olduğu tercihin etik olarak bir yargı içeriğine dönüştürülemeyeceğidir. Süreç tam da “o an”ın diyalektiğine uygun bir şekilde işler. Kâğıdı imzalamayan anne oğlunun katili değildir, imzalayan anne de oğluna ihanet etmiş değildir.

Bugün Filistinli tutsaklar Siyonist rejime karşı açlık grevinde. Filistin halkının ve kendilerinin varlıklarının en aşırı noktadan olumsuzlanmasına en aşırı noktadan bir olumsuzlamayla karşılık vermekteler. Yalnızca oğlunun cenazesini almak gibi temel bir insanî talebi olumsuzlanan Kemal Gün, varlığının bu en aşırı noktadan olumsuzlanmasına karşı açlık grevinde. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık grevinde. Bizi çok temel bir soruyla ve çelişkiyle yüz yüze bırakıyorlar. Varlığımızın bu en aşırı noktadan gerçekleşen olumsuzlanmasına karşı biz neyi olumsuzluyoruz?

Ozan Çılgın
16 Mayıs 2017

0 Yorum: