12 Mayıs 2017

,

Açlık Devrimcidir


“Zindanları Parçala
Açlık Grevcilerini Destekle.”

Teori harcı, şüphe denilen su ile karılır. Şüphe yoksa teori, malumat yığını olarak rüzgârda savrulan bir kum tepesidir.

Baskı ve zulüm koşullarında tek tek bireylere seslenmek, bireylerin ruh âlemine girmeye çalışmak, nafiledir. Genel olarak bedeni doğum öncesiyle örgütleyen milliyetçilik, ruhu ölüm sonrasıyla örgütleyen, dinî siyasettir. Kendisini bu iki siyasete karşı konumlandırmış bir sol siyaset ise doğumla ölüm arasında salınımdadır. Parçalayan, dikine kesen, mevcut fiilî gerilimdir.

Bu noktada zulüm, belirli bireyleri baskı altına alır, tepki olarak kimlik, varlık, bilgi birikimi gibi hususlar yücelir. Sol, yücelmenin örgütlenmesidir. O nedenle solculuk, sadece özel kişilerin özel eylemlerinin toplamı olarak kodlanır, tariflenir. Devrimcilik, ölmek-öldürmek olarak tarif edilmek zorundadır ki devrimci yüce ve özel olduğuna inandırılabilsin. Bu yüce ve özel olmaya ikna çabası, doğalında tüm halk kitlelerini “geri, aşağı, yoz ve kaba” bulmakla sonuçlanacaktır.

Burjuva devrimleri, devrimin sonucuna göre yapılan, iktidara gelenlerin iktisadî ve politik yönelimine dair bir tanımlamadır. “Burjuva” diye tanımlandığı andan itibaren, o momentlerde yoksulların, ezilenlerin oynadığı rol görülmez hâle gelir ve bir süre sonra o burjuvaların o yoksulları ve ezilenleri maniple ve kontrol etme, baskılama girişimleri olağan ve doğal kabul edilir. Burjuva devrimleri, artık tarih denilen doğanın kaçınılmaz bir sonucudur. Dolayısıyla solculuk, o burjuvalardan öğrenilmeli, eksikler giderilmeli, halka o kadar baskıcı yaklaşılmamalı, yöntem ve üslup değiştirilmelidir. Sosyalist devrimcilerin süreç içerisinde burjuva siyaset potasında erimeleri, kaçınılmazdır.

“Devrimcilik ölmek-öldürmektir” diyenlerin ayakları, ılık denizde, elleri soğuk kadehtedir. Bu tanımlama kastidir ve şüpheyle ele alınmalıdır.

Bir EZLN evinde duvara yazılan “hayatta kalmak değil, yaşamak istiyoruz” yazısı ise başka bir şey söylemektedir. Ölmek ve öldürmek, kendisine özel birey toplamı kurgulamak isteyen subayların önemsedikleri bir husustur. Buradaki siyaset de burjuva ideolojisine tabidir. Sol içerisinde, ordunun “kolektif, eşitlikçi, devrimci, ilerici, bağımsız” bir özneymiş gibi görünmesinin sebebi buradadır.

Bugün rejim, herkese “hayatta kalmak” üzerine kurulu bir yarışmayı izlettirmektedir. Bu, ta Sparta’dan İyonya’dan ve Roma’dan beri görülen güç oyunlarının modern versiyonudur. Temelde bu yarışmalar, toplumun askerîleştirilmesini amaçlar.

AKP kanallarında kendisine yer bulan, “sözleşmeli er töreni” haberlerinde, çarşaflı bir annenin oğlunun asker oluşuyla gururlanışı verilir. Asker toplumsallaşmalı, toplum da askerîleştirilmelidir. Geri çekilip baktığımızda göreceğimiz gerçek budur. Bu oluşa kimsenin itirazı yoktur, çünkü herkes hayata, ezilenlerle-sömürülenlerle değil, yüce ve özel burjuva devrimleri malumatı ile bakmaktadır. Paris Komünü ve Ekim Devrimi ile ilgili malumat, burjuva devrimlerine dair malumatın önünde diz çöktürülmüştür.

Bu süreç, hayatta kalma ve güç imkânları eksenli “yeni” bir ideolojinin harmanlandığı bir süreçtir. Her türlü ideoloji ve ideolojik itiraz, güç ideolojisi zemininde etkisizleştirilir, hayatın dışına atılır. Hayatta kalmak için uğraşanlara, bu çabalarının yaşamanın kendisi olduğu öğretilir. Pazarlığı en yüksekten açanlar, kitleleri varolana rıza göstermeye sevkederler.

Güç ideolojisi, doğalında solda da karşılık bulur. Askerî olan, belirli fikrî hamlelerle, devrimci harekete de sızar. O güce, ona benzer bir güçle itiraz edilebileceği söylenir. Ve zamanla teorik, ideolojik, politik gerilimler, ayrımlar, çizgiler silinir, her şey ölmeyi ve öldürmeyi bilen, bu konuda ustalaşan, özel ve yüce bireylerin varlığına indirgenir. Artık devrim olmuştur, dolayısıyla devrim yapmaya da gerek yoktur.

Bugün sol, Suriye ve AB geriliminde, sıkışmıştır. Bu iki ağır gülle, solun hareket planını tayin etmektedir. Şüphe önemlidir; ilk güllede askeri, NATO’yu, Pentagon’u; ikincisinde AB’yi, fonları, finans kapitali görmek zorunludur.

Devrimci mücadeleye devrimin mücadelesi de eşlik etmek zorundadır. Devrim, tüm imkânlarda, çatlaklarda, sözde ve eylemde, sıçramalarda, geriye düşüşlerde ve beklemelerde, rüşeym hâlinde mevcuttur. Devrimci mücadele, devrimin mücadelesiyle hemhâl olabilmelidir.

Çünkü baskı ve zulme karşı direnen, aslolarak devrimin kendisidir. Herkesin kendi öznelliğine, ayna görüntüsüne, düşmanın oyalama taktiği olarak yücelttiği imgesine örgütlendiği süreçte, devrim sönükleşir, sönümlenir. Devleti sönümlendirecek olan devrim, devlet tarafından sönümlendirilmelidir. Asıl direniş, bu sürece yönelik itirazla alakalıdır.

Devrimin namlusu, kitledir. Kitle, devrimcilerin tarihi ve toplumudur.

Kitle, mücadeleyle, mücadele içerisinde oluşur. Düşmanın oyalama taktiklerinden biri de az çok okuyup yazan, meslek sahibi olan kesimleri belirleyici kılması, onları akıl ve bilgiyi yücelterek özel kılmasıdır. Bu hale, bu iğva, sözü tayin eder.

Nuriye Gülmen-Semih Özakça’nın açlık grevine birilerinin, “bireylere sesleniyorum, bu suça ortak olmayın, grevi bitirsinler” demelerinin nedeni buradadır. Onların son dönem moda olan felsefecisi Spinoza’ya atıfla, “neşeyle direnişi desteklemeliyiz, kederi ve ölüme kadar inadı değil” demeleri, asla şaşırtıcı değildir. Spinoza, İsrail’in kurucu filozoflarından birisidir. Bu insanlar Spinoza’dan ancak İsrail’in aldıklarını alabilmektedirler. Çünkü kişisel-öznel varlıkları, teorik-ideolojik-politik düzlemde, küçük İsrail olarak inşa edilmiştir. O varlık, ufak İsrail olarak anlam kazanabilmektedir.

Aynı telden Engin Sustam da greve destek veriyormuş gibi görünen yazısında, aynı Spinoza’nın yereldeki öğrencisi Ulus Baker’in sözünü anımsatmaktadır: “Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz.” Bu, Eski Yunan felsefesinde görülen, “ben ölmeyeceğim, çünkü öldüğümü bilmeyeceğim” diyen felsefecileri akla getiren bir sözdür. Maddi varlık akla, algıya indirgenmekte, tuhaf bir metafiziğe kaçılmaktadır. Birileri neşenin direnişine, birileri de direnişin neşesine odaklanmaktadır. Devrim sonrasını bugüne taşıyanlar, devrimi baypas etmekte, bunu öğretmektedir. Devrim, dans edilecek pist ayarlamaz! Kim kime seslendiğini sorgulamakla yükümlüdür.

Akademisyenlerin gene o köpürtülmüş, yüceltilmiş bilgi mülkiyeti ve aklın tanrılığı üzerinden direnişe örgütlenmesi mümkün değildir. Bu fikrî pratik, burjuva devrimlerinin ilerlemenin itici gücü olarak görülmesiyle sonuçlanacaktır. Oysa ezilenler, manevi düzeyde Kilise’ye, maddi planda Kral’a karşı isyan etmişlerdir, burjuvazi de tüm aklî perdeleriyle, Kilise ve Kral’ı kendi varlığında bütünleştirdiği gerçeğini gizlemiştir. Sütten çıkmış ak kaşık olarak burjuvazi, böylelikle Kilise’ye ve Kral’a karşı isyan pratiğini ve tarihini kendisinde boğmuştur.

Açlık grevini yürütenlerin o isyana ve tarihe aidiyeti esastır. Kendinden menkul, kendisini yüce ve özel gören akademisyenlerin siyaseti, ister istemez, o isyanı ve tarihi tasfiye etme, dünya kadar “geri” gördükleri bu eylemi, ehlileştirme, modernize edip etkisizleştirme amaçlıdır. İsyan ve tarih, ülkedeki tüm zulüm ve sömürü biçimlerini birbirine bağlamayı emreder. Tek bir kişinin dramına indirgenen siyaset, o zulüm ve sömürü biçimlerine yönelik kavgayla bütünleşemeyecektir.

Yücelmek için burjuva devrimlerinin yüceltilmesi girişimi, alttaki yoksulların ve ezilenlerin aynı perspektiften ele alınmasını beraberinde getirmekte, onlar “geri, aşağı, yoz ve kaba” olarak görülmektedir. Gezi zamanı ele geçirilen Taksim ve Kızılay gibi meydanların kısa sürede teslim edilmesinin sebebi buradadır. Arka sokaklardaki küçük kafe ve barlarda fikir ve duygu yarıştırmak, daha neşeli ve eğlencelidir.

Alanlardan akan kitle, Kral’a ve Kilise’nin insafına terk edilmiştir. Küçük krallar ve kiliselerse ömürlerini o kitlenin aptallığıyla dalga geçerek, kendi öznelliklerini allayıp pullayarak ömür tüketmektedir.

Şüphe zaruridir.

Açlık, ziyafet sofraları karşısında, her daim devrimcidir.

Eren Balkır
12 Mayıs 2017

0 Yorum: