28 Nisan 2017

,

Venezuela Alevler İçinde


“Venezuela Alevler İçinde” başlığı ülkede fesadın kol gezdiğini ifade ediyor aslında. Bu fesat güçler, Bolivarcı devrimci hükümet mi, ona karşı olanlar mı yoksa hükümet içinden birileri mi? Ülkeyi ateşe verenler kimler?
Ülkenin kuşatma altında olduğuna dair haberler karşısında aklımı bir dizi soru kurcalıyor. Amerika’daki ana akım medya Maduro’yu desteklemiyor. O, kendi halkını ezen, demokrasisini boğan, tarihte tanık olduğumuz zorbalara benzer bir diktatör olarak resmediliyor.
Peki bu doğru mu?
Her şeyden önce ABD’nin kendi güneyine yönelik politikası konusunda berbat bir sicile sahip olduğunu bilmeyen yok. Onlarca yıl CIA birçok plan hazırladı, liderleri öldürdü, ekonomileri maniple edip aristokrat toprak sahibi kesimin halk karşısında güçlenmesini sağladı (Delil olarak şu kitaba bakılabilir: John Perkins, Confessions of an Economic Hit Man, [“Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”] Penguin Group, 2004).
Güney Amerika, ellilerden, Allen Dulles’ın geliştirdiği fikirlerden beri, CIA için önemli bir eğitim sahası olageldi (Kennedy suikastının emrini muhtemelen Dulles verdi. Bkz. David Talbot, The Devil’s Chessboard: Allen Dulles, the CIA, and the Rise of America’s Secret Government, HarperCollins Publishers, 2016).
Dolayısıyla bugün Venezuela’da fesadın kol gezdiğini anlamak hiç de zor değil. Her şeyden önce, ülkedeki Bolivarcı Devrim tam da Costa Gavras’ın tarihî filmi Kayıp’ın (Universal Pictures, 1982) senaryosuna cuk oturuyor. Başrollerinde Jack Lemmon ve Sissy Spacek’in oynadığı film gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Lemmon’ın muhteşem oyunculuğu ile can verdiği başroldeki baba, muhafazakâr ve dindar bir kişi. Bu adam, 1973 Şili darbesi esnasında “kaybolan” oğlunu aramak için Şili’ye gidiyor. Darbe esnasında sosyalist cumhurbaşkanı Salvador Allende hükümeti devriliyor (Allende muhtemelen katlediliyor, ama onun Pinochet yandaşlarının ateşi altında olan başkanlık sarayında kendisini vurduğu iddia ediliyor). Filmdeki küçük bir sahnede karanlık gölgeler hâlinde, CIA ajanları çıkıyor karşımıza.
Sonraki yıllarda Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu üzerinden Kissinger’ın Pinochet ile iş pişirdiği, CIA’in cezaevlerinden devşirdiği birliklere yetkiler verildiği, aralarında Amerikalı çocukların da bulunduğu çok sayıda insanın öldürülmesi suretiyle sosyalist hükümetin rahatsız edildiği, özünde bu Kayıp filminin gerçek olaylara dayanan bir belgesel olduğu anlaşılıyor. O dönemde Amerika’nın sırf “demokrasiyi savunmak adına” “kımıldayan her şeyi vuruyor ve her yer kızıl kanla kaplanıyor.”
ABD’nin Şili’de gerçekleştirdiği kanlı darbeden 44 yıl sonra bugün aynı şeyin Venezuela’da yaşanıp yaşanmadığı sorusu tüm canlılığı ile orta yerde duruyor. Geçmişte Latin Amerika’da ABD, ölüm mangaları, silâh zulaları ile birçok ülkeye müdahil olmuştu. Ta 1823 tarihli Monroe Doktrini’nden beri ABD güneyin her karış toprağının koruyucusu olduğunu iddia edip durdu. Bu doktrin, ABD’nin genlerine işlemiş bir kod artık.
Reuters, New York Times, Washington Post, World News Tonight gibi yerlerde Venezuela’ya dair çıkan haberlerde kandan, gösterilerden, yiyeceğin bulunmadığından, insanların açlıktan öldüğünden, ülkenin alevler içinde olduğundan bahsediliyor. Devlet Başkanı Maduro’nun bir canavar olduğu söyleniyor ve ona hakaretler yağdırılıyor.
Oysa tuhaf olan şu ki Hugo Chávez’in kurduğu Chávezcilik çizgisi, millileştirme, tüm yurttaşlar için sosyal yardım programları, neoliberalizme, bilhassa IMF ve Dünya Bankası’na karşı muhalefeti öngörüyor. Chávezcilik, katılımcı demokrasiyi ve işyeri demokrasisini teşvik ediyor. Örneğin Chávez, millileştirilmiş petrol gelirlerini ülkenin en yoksulları lehine işleyen sosyal programların gelişimine vakfetti. Bunlarda sorun yok, asıl soru şu: Maduro, bu ilkeleri ihlal etti mi yoksa onlara arka çıkmayı sürdürdü mü?
Bugün her şeye rağmen yüz binlerce şair, yazar, uluslararası analizci, gazeteci, sosyal ve politik aktivist Nicolás Maduro ve Chávezciliğin devrimci mirasını destekliyor. Bu insanlar ülke içerisinde ve dışında sağcıların darbe girişimlerini mahkûm ediyorlar.
Tüm dünya genelinde aydınlar “Venezuela’da Onlara Geçit Yok” bildirisine imza attılar. Bu, hakikati dillendirmeyi ve Bolivarcı Devrim’i korumayı amaçlayan uluslararası hareketin adı.
Bugün neden tüm dünya genelinde onca aydın, yazar, gazeteci ve analizci Maduro’yu destekliyor, Amerikan Devletleri Örgütü’nü ve ABD’yi kınıyor, sağcıların gösterilerle hükümeti yıkmaya çalıştıklarını iddia ediyor?
Genelde aydınlar, göz korkutma ve sindirme amaçlı taktikleri mi yoksa eşitlik, demokrasi ve tarafsızlık ilkelerini mi desteklerler? Onlar, Maduro’da bahsi edilen taktikleri mi yoksa ilkeleri mi görüyorlar? Gerçek şu ki binlerce insan, onda bu ilkeleri buluyorlar.
Her şeyin ötesinde bugün savaş, Venezuela’nın ruhu ile ilgili. Yeni gerçekleştirilmiş Bolivar Devrimi risk altında. Devrimci hareket, Venezuela’daki kitlelerce destekleniyor, Chávez eliyle harlanan ateş tüm ülkeyi sarıyor. Chávez, o kitleleri bataklığın dibinden çekip çıkartan isim.
Bir kez daha Güney Amerika ve Orta Amerika’da aynı hikâyeye tanıklık ediliyor. Amerikan medyası, dışişleri bakanlığı ve gazetelerde gördüğümüz isimlerin anlattığı hikâyeye inanmak mümkün mü?
Robert Hunziker
27 Nisan 2017

0 Yorum: