“RAB
Musa'ya şöyle dedi.
İsrail
topluluğuna de ki, 'Kutsal olun, çünkü ben Tanrınız RAB kutsalım.” [Eski Ahit,
Levililer 19: 1-2]
“Ülkenizdeki
ekinleri biçerken tarlanızı sınırlarına kadar biçmeyeceksiniz. Artakalan
başakları toplamayacaksınız.
Bağbozumunda
bağınızı tümüyle devşirmeyecek, yere düşen üzümleri toplamayacaksınız. Onları
yoksullara ve yabancılara bırakacaksınız. Tanrınız Rab benim.
Çalmayacaksınız.
Hile yapmayacaksınız. Birbirinize yalan söylemeyeceksiniz.
Benim
adımla yalan yere ant içmeyeceksiniz. Tanrınızın adını aşağılamış olursunuz.
Rab benim.
Komşuna
haksızlık etmeyecek, onu soymayacaksın. İşçinin alacağını sabaha bırakmayacaksın.
Sağıra
lanet etmeyecek, körün önüne engel koymayacaksın. Tanrından korkacaksın. Rab
benim.
Yargılarken
haksızlık yapmayacaksın. Yoksula ayrıcalık göstermeyecek, güçlüyü
kayırmayacaksın. Komşunu adaletle yargılayacaksın.
Halkının
arasında onu bunu çekiştirerek dolaşmayacaksın. Komşunun canına zarar
vermeyeceksin. Rab benim.
Kardeşine
yüreğinde nefret beslemeyeceksin. Komşun günah işlerse onu uyaracaksın. Yoksa
sen de günah işlemiş olursun.
Öç
almayacaksın. Halkından birine kin beslemeyeceksin. Komşunu kendin gibi
seveceksin. Rab benim.” [Eski Ahit, Levililer 19: 9-18]
Günümüz okuruna Musa Hukuku, bir insanın
mülkiyetinin uygun kullanımına odaklanıyormuş gibi görünür. Metin, bugünün
okurunun gözünde doğrudan ahlâkî emirler içeren sözlere sahiptir: “Hile
yapmayacaksınız”, “çalmayacaksınız”, “Yargılarken haksızlık yapmayacaksın”. Ama
öte yandan bu cümleler, ihlal edilmesi mümkün olmayan özel mülkiyet hakkının
veya bu yönde elde edilmiş mutlak statünün kendisini sorgulan diğer cümlelerle
yan yana yer almaktadır: “Ülkenizdeki ekinleri biçerken tarlanızı sınırlarına
kadar biçmeyeceksiniz. Artakalan başakları toplamayacaksınız. Bağbozumunda
bağınızı tümüyle devşirmeyecek, yere düşen üzümleri toplamayacaksınız. Onları
yoksullara ve yabancılara bırakacaksınız. Tanrınız Rab benim.”
ABD’de özel mülkiyetin mutlak kullanımı,
çoğunlukla ihlal edilemez veya doğal bir hak kabul edilir. “Anayasanın Babası”
olarak anılan James Madison, 1792’de şunları yazmaktadır: “Devlet, her türden
özel mülkiyeti korumak için kurulur. Zaten bireylerin muhtelif haklarıyla
ilgili metinlerde de mülkiyet terimi özel olarak yer alır. […] Eğer Birleşik
Devletler, arif ve adil devlet olması sebebiyle övgülere mazhar olmak
istiyorsa, o mülkiyet haklarına eşit ölçüde saygı göstermek zorundadır.”
Dolayısıyla mülkiyet propre’dir (ait). Bir şey özelse (proprius), demek ki o belirli bir kişi için kullanılıyordur
(Latince “pro” için, “privus” biri demek). Mülkiyete sahip
olma ve mülkiyetin kullanımı birbiriyle bağlantılıdır.
Bu anlamda eğer mülkiyet, her şeyden önce birine
ait bir şeyse, Musa Hukuku nasıl oluyor da bu mülkiyetin yoksula ve yabancıya
verilmesini, onun mülkü kılınmasını (appropriatus:
birine ait kılma) talep etmektedir? Böylesi bir mülksüzleştirme talebi,
mülkiyet hakkının ihlali, yersiz, uygunsuz bir şart değil midir?
Levililer 19’da ekinlerin biçilmesi ile ilgili
talep, esasen mülkiyetin kullanımı ile mülkiyete sahip olma arasındaki mutlak
sürekliliği sorunsallaştırmaktadır. “Tarlanız, toprağınız ve bağınız” size ait
olsa bile onlar, yabancıların ve yoksulların hasat toplaması için tahsis
edilmelidir.
Ekin biçmek, hasat toplamak, eskiden bir tür
sosyal yardım sistemi işlevi görmüştür. Hasat zamanı tarla sahibi, tarlanın
köşelerine ve kenarlarına dokunmamak zorundadır. Ayrıca hasat esnasında yere
dökülmüş mahsul, ikinci hasatta toplanmamalıdır. İlk hasadın ardından
yoksullara veya kıyıya köşeye atılmışlara (“yabancılar, yetimler ve dul
kadınlar” [Yasanın Tekrarı, 24.19-21]) ihtiyaçlarını gidermeleri için kalanları
toplamalarına izin verilmelidir.
Bu sistem Eski Ahit’in Rut başlıklı kısmının
ikinci bölümünde şu şekilde tasvir edilir: “Bir gün Moavlı Rut, Naomi'ye şöyle
dedi: "İzin ver de tarlalara gideyim, iyiliksever bir adamın ardında başak
devşireyim." Naomi, "Git, kızım" diye karşılık verdi.” [Rut 2.2)
Naomi’nin zengin akrabası Boaz bu emre uydu ve tarlada çalışanlara “onun için
demetlerden başak ayırıp yere bırakın da devşirsin. Sakın onu azarlamayın”
dedi. [Rut 2.16]
Ekin biçme ile ilgili bu talep üzerinden Musa
Hukuku’nun özel mülkiyetin ihlal edilemezliği anlayışını tasvip edemeyeceği
görülmektedir. Sahiplik, kullanım hakkını kesinlikle belirlemez. Bu ayrım, ilk
dönem Hristiyan müfessirlerin de üzerinde durduğu bir husustur. Aziz
Chrysostom, ahlâk konusunda önemli bir otorite olarak, zenginlik ve mülkiyet
meselelerine dair söz söylemiş bir isimdir. O, söz konusu ahlâkî taleplerle ve
mülkiyeti göreceleştiren talepleri bir arada anmaktadır: “başkalarının
mallarını çalmak gibi birinin malını başkalarıyla paylaşmaması da hırsızlıktır,
üçkâğıttır, dolandırıcılıktır.”
Bu talebin teolojik zemini esasen şudur: tüm
mallar nihayetinde Tanrı’ya geri döner: “Rabbinindir yeryüzü, dünya ve üzerinde
olanlar” [Mezmurlar 24.1]. Musa Hukuku'na ve Aziz Chrysostom’a göre, bu açıdan
bakıldığında nihayetinde özel mülkiyet diye bir şey yoktur. Hiçbir şey bir
kişiye ait olamaz, çünkü tüm mal-mülk Rabbimize, dolaylı olarak muhtaç olanlara
aittir.
Bugün Amerikalıların yüzde ikisinden azının
tarımda istihdam edildiği Batı ekonomisinde ekin biçme ile ilgili bu talep ne
anlam ifade eder? Bu noktada söz konusu ilkenin Katolik düşüncesi dâhilinde
nasıl genelleştirildiğine bakmak gerekecektir. Katolikliğin toplumsal
geleneğinde sahiplik sınırlıdır. Aynı şekilde bu gelenekte sahiplik hakkı ile
kullanım hakkı arasındaki ayrım, tüm mala mülke eş ölçüde, katı bir biçimde
tatbik edilir.
1891’de Papa XIII. Leo’nun kaleme aldığı, emekle
sermayenin ilişkilerini ele alan açık mektupta [Rerum Novarum: Devrimci Değişim] şu cümleler yer almaktadır:
“Ailesinin ve kendisinin ihtiyaçları için gerekli olanlarının başkalarına
dağıtılması kimseye emredilmemiştir. […] Geriye kalanı yoksula vermek
vazifenizdir.” Bu ilahiyat açısından “sahipliğin iki özelliği vardır: bireysel
ve toplumsal.” [Papa XI. Pius, Quadregesimo
Anno (Kırkıncı Yıl), s 49].
Katolikliğin toplumsal geleneğinde özel mülkiyetin
gerekliliği her daim muhafaza edilmiş, bu mülkiyetin kullanımının kamu
yararının, herkesin ihtiyacına tabi olması gerektiği üzerinde durulmuştur
(toplumsal). Tüm malların evrensel kaderi şu şekildedir: “Her insan, dünyada
kendisi için gerekli olanları bulup edinme hakkına sahiptir. […] Mülkiyet ve
serbest ticaret dâhil tüm diğer haklar bu ilkeye tabi olmalıdır.” (Papa VI.
Paul, Populorum Progressio (Halkların
Gelişmesi), s. 29]
Modern dünyada Musa’nın talebinin ruhuna sadık
kalmak, tarım faaliyetini yeniden tahayyül etmenin ötesine geçip (her ne kadar
bu mevzuyu düşünmeyi de şart koşuyorsa da) özel mülkiyet anlayışının yeniden
düşünülmesini gerekli kılmaktadır. En zengin sekiz kişinin ve tüm adamlarının
en yoksul 3,6 milyar insanın serveti kadarlık mülke sahip olduğu, zenginliğin
ve gelir eşitsizliğinin son elli yıl içinde sürekli arttığı bir dünyada belki
de özel mülkiyet denilen ve mutlak kabul edilen anlayışın toplumsal ve maddi
sonuçlarını düşünmenin vakti gelmiştir.
Teolojik açıdan Musa Hukuku’nda, Aziz
Chrysostom’da ve Katolikliğin toplumsal geleneğinde bizim bulduğumuz şey, özel
mülkiyetin toplumun en zayıf kesimlerinin ihtiyaçlarına tabi kılınması
konusunda sürekli ısrarcı olunduğu gerçeğidir. Bir yandan hayırseverliğin
önemini dile getirip bir yandan da özel mülkiyet hakkına sadakatle bağlı
kalmanın yeterli olmadığı görülmelidir.
Ekin biçme meselesi,
“yer-siz” bir adalet talebidir. Bu adalet, bir insana “ait olan”a el
konulmasını gerekli kılabilir. Ekin biçme talebi, ekonomik adalet talebidir.
J. Leavitt Pearl
13 Şubat 2017
13 Şubat 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder