Perry
Anderson
İslam,
kamuoyunun daha önce hiç bu kadar dikkatini çekmemişti. Ne var ki bu imaj,
İslam teolojisi, İslam tarihi ve bu dine ait uygulamalara dair yanlış
bilgilerle ve cehaletle yüklü.
Mosaic of Islam [“İslam’ın Mozaiği”] isimli çalışmasında Perry Anderson ve ünlü
İslam tarihçisi Süleyman Murad, Muhammed’den bugüne İslam’ın kabulü ve bu dinin
uzun tarihini açık ve kolay anlaşılır bir üslupla aktarmayı amaçlıyor. Kitaptan
alınan bu parçada Anderson ve Murad, Şiilerle Sünniler arasındaki karşıtlığı,
Arap Baharı’nın sebep ve sonuçlarını, İsrail’in Ortadoğu’daki konumunu ve
Panarabizmin tarihini tartışıyor.
Bugün
Ortadoğu’da Sünnilerle Şiiler arasındaki karşıtlıkların düşmanlığa varacak
şekilde yeniden nüksetmesini nasıl izah edebiliriz? İki toplum arasındaki
gerilim yüzlerce yıldır bu ölçekte değildi. Bugün bu gerilimlerin ardındaki
dinamik nedir?
Panislamist olarak görebileceğimiz üç önemli isim
var günümüz İslam’ında: Mısır’da Kutub (1906-1966); İran’da Humeyni
(1902-1989); ve Hindistan-Pakistan’da Mevdudi (1903-1979). Üç isim de
Müslümanların aralarındaki farkları aşmalarını ve çürümüş kapitalizmle ateist
komünizm denilen iki kötülüğe karşı muzaffer olmayı mümkün kılacak İslam
birliğinin oluşmasını istediler. Üç düşünür de Müslümanların iki değirmen
taşının arasında ezildiği bir dönemde yaşanıldığını, inananların bu iki taştan
birini seçmeye zorlandığını düşünüyordu. Üçü de alternatif olarak İslam’a
işaret ettiler. Ama burada bir koşul öne sürdüler, buna göre Müslümanlar
birleşmek zorundaydı. Sünni dünyada Mevdudi ve Kutub panislamizmi vaaz ettiler.
Her iki isim de düşüncelerinin geniş kalabalıklarla buluştuğunu göremedi.
İdeolojik ortamı dönüştürmekse İran Devrimi’ne nasip oldu. Humeyni’nin ilk
özgün projesi, görkemli sonuçları öngören bir tür panislamizmdi. Bu projeye
göre, Sünniler ve Şiiler tüm Müslümanların düşmanı olan ABD ve SSCB’ye karşı
birleşecekti. Ama Saddam İran’a saldırıp İslam Cumhuriyeti’nin bekasını tehdit
edince, Humeyni savunmacı bir konum alıp genel vizyonundan kimi tavizlerde
bulunmak zorunda kaldı. Kuşatma altında olan bir ülkenin tüm müminleri
birleştirmesi pek mümkün değildi. Bunun yerine panşiizme meyledildi. İran
rejimi Şiilerin bulunduğu yerlerle iletişimi sağlayacak kanallar açtı, silah,
para, uzman gönderdi. Yemen, Suriye, Lübnan, Irak ve Bahreyn’deki Şiilere
tavsiyelerde ve yardımlarda bulundu. Geçmişte kurulan hiçbir Şii hanedanlığı
bugün görülen, tüm Şiilik formlarına karşı hoşgörüyle yaklaşan tutuma sahip
olmamıştı. Geçmişte insanlar hep Şiiliğe döndürülmeye çalışılmıştı. Herkes On
İki İmamcı olmak zorundaydı. Humeynizm bu yöntemi elinin tersiyle itti.
Zeydiler, Aleviler ve Dürziler değişmeye zorlanmadılar, İran kaynaklı saldırgan
bir içeriğe sahip, teolojik talimatlarla yüzleşmediler. Bu, Şii dayanışması
için gerekliydi. Burada strateji, Batı’nın saldırısına hedef olan İran
Devrimi’nin bölgeden destek bulması amacıyla oluşturulmuştu. Modern İran
tarihinde, 1908-1911’deki anayasa hareketinden 1953’te Musaddık’ın devrilişine,
oradan bugüne dek bu, sık sık karşılaşılan bir temaydı. Humeyni’nin
politikasının ulaştığı başarı, 1982 sonrasında Lübnan’da en büyük güç olarak
sahneye çıkan Hizbullah gibi bir ürün verdi.
Dönüştürücü bir etkiye sahip olan ikinci olaysa,
Sovyetler’in 1979’da Afganistan’ı işgal etmesiydi. Bu olay panislamizmi başka
bir yöne sevketti ve ona Sünni bir içerik kazandırdı. Kızıl Ordu’yu ülkeden
kovmayı başaran Afganların bu başarısı Şah’ın devrilişi ile kıyaslanacak
ideolojik bir etkiye yol açtı. İranlılar, Batı’yı Sünniler de Doğu’yu
yenebileceklerini ispatladılar. İslam hem kapitalizme hem de komünizme karşı
muzaffer olmayı bilmişti. Ama Humeyni’nin panislamizminin İran-Irak savaşı ile
panşiizme kapanmaya mecbur edilmiş olmasında görüldüğü gibi, Sünni panislamizmi
de aynı savaşın basıncı üzerinden pansünnizme doğru büzüştü. Yola seküler bir
lider olarak çıkış yapan Saddam Hüseyin, Sünnilerin yardımını almak için dinî
söylemi devreye soktu. Zira Saddam, o dönemde savaşı kaybettiğini gördü ve
sahneye Iraklıların çoğunluğu Şii olmasına karşı Sünnilerin savunucusu olarak
çıkmak istedi. Ardından Körfez Savaşı (1990-1991) yaşandı, 2003’te Amerika
Irak’ı işgal etti, ülke Sünni ve Şii toplumları arasında bölündü. Böylece
pansünnizm ile panşiizm arasında düşmanlığın tohumları da atılmış oldu.
Pansünnizmin
köklerini Kutub veya Mevdudi’ye ne ölçüde dayandırabiliriz?
Mevdudi ve Kutub’un fikirleri, Panislamcılar, bilhassa
Sünni olanlar arasında yaygın biçimde okundu. Tuhaf olan şu ki bugün pansünnizm
selefi bir nitelik azandı. Selefilik, Suudi monarşisinin ortaya attığı bir
yorum. Kimi kolları artık Suudi tanımına da uymuyor (özellikle Kaide ve IŞİD).
Bu akım Sünni dünyada kök buluyor. Suudi Arabistan, ondan daha düşük düşeyde
Katar, pansünnizmi panşiizmin müdafisi olan İran’a karşı savunuyor. Her iki
taraf da birbirine paranoya ile bakıyor. Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın doğusunda
büyük bir Şii nüfusu yaşıyor. Bahreyn’in çoğunluğu da Şii. Birleşik Arap
Emirlikleri’nde çok sayıda İranlı yaşıyor. Umman’da halkın çoğunluğu
önşiilikten çıkan ilk kollardan biri olan İbadiyye hareketine mensup. Yemen’de
Zeydiler güçlü. Dolayısıyla Suudi Arabistan, Irak’ın güneyinden Körfez’e oradan
Kızıl Deniz’in alt kısmına kadar uzanan bir Şii kuşağı ile kuşatılmış durumda.
Suriye’de Aleviler hâlen daha iktidarda. Lübnan’ın önemli bir kısmı
Hizbullah’ın hâkimiyeti altında. Şam’ın güneyinde Ürdün var. Buradan da bir
başka Şii hattı kuzeye doğru uzanıyor. Bir de buna İran’ın nükleer silah sahibi
olma ihtimalini de eklersek, mezhepçi gerilimin tüm bileşenleri ile neden
yaşandığını anlamak kolaylaşır. Zira İranlılar da Suudiler gibi düşünüyorlar.
Onlar da kendilerini Batı’nın iradesine boyun eğdirmeye dönük, Amerika kaynaklı
bir baskıyla karşı karşıya oldukları kanaatindeler. Sonuçta da ortaya bölge
genelinde Şiilerle Sünniler arasındaki şiddetin ateşine bir biçimde benzin
döken karşılıklı bir paranoya açığa çıkıyor.
Tarif
ettiğiniz dinamiğin tarihi Arap Baharı öncesine uzanıyor. Arap Baharı’nın
önceden varolan çelişkiler üzerindeki etkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Arap Baharı eski düzende parçaladı, yeni bir düzen
tesis edemedi, bu sebeple militanlar için geniş bir alan meydana getirdi. Bugün
hiçbir Arap ülkesi istikrara sahip değil. Bu tespit sadece Irak ve Suriye
değil, Mısır, Tunus, Sudan, Ürdün ve Lübnan için de geçerli. Suudi Arabistan’da
da istikrar yok. Bu ülke, kuzeydoğusunda temel insan hakları için gösteriler
düzenleyen Şiileri ezdi ve askerlerini 2011’de demokratik bir ayaklanmanın
yaşandığı Bahreyn’e gönderdi. Bu çelişkileri yönetmeyi bilen tek ülke ise
Türkiye, ama Erdoğan elindeki tüm fırsatları çöpe attı, paranoid çıkışlarıyla
bugün kimileri açısından alay konusu haline geldi, muhalefetin ülke içerisinde
ortaya koyduğu protestoları uluslararası komplonun parçası olarak
değerlendirdi, Kürdleri, kendisine karşı çıkan herkesi suçlama yoluna gitti.
Günümüzün
Haçlı devleti olarak takdim edilen İsrail, dinî tutkuların tüm bölgeye yayılması
noktasında ilk Haçlılar türünden bir rolü ne ölçüde oynayabilir?
Panislamistlere göre, İsrail küçük bir nüfusa
sahip küçük bir ülkeydi ve bu haliyle onun haçlı devletleri gibi Müslüman dünya
birleştiği vakit sökülüp atılabileceğine inanıldı. Ama Araplar, İsrail’le ne
zaman savaşsalar yenildiler. Tuhaf ki 1973 savaşı, Suriye ve Mısır’da zafer ve
ulusal tatil olarak kutlanıyor, oysa iki savaşta da Araplar ağır, utanç verici
bir yenilgi aldılar. İslamcılığın rağbet görmesinde İsrail’in yol açtığı tehdit
hiçbir zaman en temel faktör olmadı. Arapların büyük bir çoğunluğu Yahudi
devleti olarak İsrail’e düşman. Ama bu düşmanlığa bir de Filistinlilere yönelik
yaygın bir kayıtsızlık eşlik ediyor. Filistinlilerin davası İslamcıların
gündeminin merkezine hiçbir zaman oturmadı. Panislamizmin önde gelen
teorisyenlerinin fikriyatında Filistinlilerin kaderi kendisine kıyıda köşede
bir yer bulabildi. Hatırlandığında da İsrail tek başına bir tehdit değil,
gerçek tehdit olan Amerika ve Batı’nın temsilcisi olarak değerlendirildi.
Günümüz İslamcılığını asıl canlandıran ve cazip
kılan, İran şahının devrilmesidir. Bu bölgede gerçekleşen ve güçlü bir
yöneticiyi deviren ilk devrimdir. Müslüman dünyada bu devrimin yol açtığı
değişime denk başka bir değişim yaşanmamıştır. Cezayir Devrimi (1954–1962)
sömürgeci bir güç olan Fransa’ya karşı yapıldı. Mısır’da krallığın devrilişi
(1952) pek heyecan yaratmayan bir darbeydi. Suriye, Irak ve Libya’dakiler de
öyle. Oysa İran’da kitle gösterileri orduyu etkisizleştirip şahı devirdi. Bu,
eşi benzeri olmayan bir olaydı. Arkasında Humeyni ve mollalar vardı. Devrim,
panislamistlerin dinin değişime yol açabileceğine dair argümanlarını teyit
etti. İslam alternatifti artık. Mevdudi veya Kutub nezdinde sınırlı biçimde
kabul gören bu ideoloji daha geniş bir kitleye kavuştu ve daha fazla talep
edilir hale geldi.
Afganistan’da selefiler de bu kervana katıldılar
ve panislamizmi kendi tayin ettikleri yöne soktular. Mısır’da Sedat,
üniversiteler ve sendikalarda sosyalistlerin ve komünistlerin popülaritesini kırmak
için radikal Sünni grupları kullandı. Ardından bu grupların çok güçlendiğini
anladı ve özellikle 1978’de İsrail’le imzaladığı Camp David Anlaşması sonrası
bu grupları ezmeye başladı. Bu, daha birçok yerde tanık olduğumuz bir yola
işaret ediyordu. O dönem askeri rejimler kendileri için tehlikeli gördükleri
komünistlere ve İslamcılara karşı bu yolu yürüdüler. Birini diğerine karşı
maniple ettiler. İsrail istihbaratı, Filistin’de Fetih’e karşı denge unsuru
olsun diye Hamas’a destek verdi. ABD, Afganistan’da komünistlere karşı cihadcı
unsurları güçlendirdi. Ama bu hamle, aynı cihadcılar Amerikalıları hedef almaya
başlayınca ters tepti.
Anlaşılan,
modern dönemde İslam’ın en şiddete meyyal kısmına katkı sunan unsurlar, tuhaf
bir biçimde İslam’ı birleştirme yönünde hayal kuran kesimler. Tekfir etme ve
mürted suçlamaları bu noktada ciddi bir rol oynuyorlar. Bu fikrin kaynağı
nedir?
Tekfir terimini on üçüncü yüzyılda İbn Teymiyye’de
buluyoruz. Terim, o dönemde Moğolların safına geçenler ve diğer yoldan sapmış
Müslümanlar için kullanılıyor ama bugün terimin kullanımı Vehhabilerle birlikte
başlıyor. Temelde cihadın Müslümanlara karşı yürütülmesi mümkün değil.
Dolayısıyla selefilerin kitleleri Sedat veya Suudi prenslerine karşı cihad için
seferber etmeleri imkânsız. Bunun için söz konusu yöneticilerin artık Müslüman
olmadıklarının ispatlanması gerekiyor. Vehhabizmin özü bu. Usame Bin Ladin’in
Körfez Savaşı sonrası Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan’a yerleştirilmesine
dönük eleştirisine baktığımızda, Suudi ailesinin o noktada mürted olduğuna dair
ifadelere rastlıyoruz. Ladin takipçilerine şunu söylüyor: “Onlar artık Müslüman
değil, dolayısıyla onlara karşı cihad etmeliyiz. İslam’ın düşmanlarını Kutsal
Topraklar’a davet ettikleri için dinden döndüler.” Aynı durum Mısır’da da
geçerli. Selefiler dindar yobazlar olabilirler ama onlar İslam’ın temel
hukukunu gözetmek zorundalar. Takipçilerinizi Müslümanlara karşı cihada sevk
edemezsiniz, önce o insanlara o kişilerin artık Müslüman olmadıklarını
ispatlamanız gerek. Dolayısıyla tekfir mekanizması selefizm için çok önemli.
Kâfirleri öldürmeniz için fetvaya ihtiyaç yok. Ama Müslümanları öldürebilmeniz
için size o insanların artık Müslüman olmadığını ve neden mürted olduklarını
izah eden bir fetva gerek.
1980’de Sedat’ı vuran Teğmen
Halid İslambuli’nin o gün Mübarek’i de öldürmemesinin sebebi bu. Sedat mürteddi
ama İslambuli’nin elinde Mübarek’i öldürebileceğini söyleyen bir fetva yoktu.
İslamî terörizme dair eskiden beri yapılagelen analizler militanların ne
dediklerine pek bakmıyorlar, sadece ekonomik faktörlere veya tarihsel koşullara
değiniyorlar. Bu noktada militanların en genel anlamda bir tür ideoloji ve din
ile harekete geçtiğinden söz ediyorlar, ama onların eylemlerini meşrulaştıran
ifadeleri göz ardı ediyorlar. Katar Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanının
tespitiyle, İslamî terörizm, ancak onun teolojisini anlayıp onun karşısına
başka bir teoloji çıkartarak yenilebilir. Bu gerçeği inkâr ettiğimiz sürece
militan İslam karşısında galip gelmek pek mümkün değil.
0 Yorum:
Yorum Gönder