Sol, Türkiye’nin başında AKP’nin, AKP’nin başında
Tayyip isimli birinin olduğunun son üç yıldır farkındadır. Bu anlamda, solun
önde ve öncü olma iddiası, bizzat halk eliyle boşa düşürülmüştür.
Sol, Türkiye’nin Ortadoğu’da olduğunun, Ortadoğu’nun
bir sarsıntı içinde yoğrulduğunun son üç-beş yıldır farkındadır. Önde ve öncü
olma iddiası, bizzat halklar eliyle boşa düşürülmüştür.
Önde ve öncü olma iddiası, tümüyle sistemin sola
biçtiği zamansal-kronolojik pay ve rolle alakalıdır. Bu, yüz yıldır geçerli
olan bir rol ve paydır. Önde ve öncü olma iddiasının mekânla hiçbir alakası
yoktur. Mekânı bilerek veya bilmeyerek sağına terk etmiştir. O, kendi sağında
gizli yanlarını görmektedir.
Bugün AKP, bu sol-sağ ayrımlarını dahi
silikleştirmektedir. Bu sebeple solcular, “eğitimde bilimsellikten
uzaklaşıldığı” eleştirisinde bulunabilmekte, böylece utanmadan arlanmadan
AKP’ye dek olan eğitimi temize çıkartmakta, onun bilimsel olduğunu düşündüğünü
ortaya koymaktadır. Aynı değerlendirme, “faşizm” bahsinde de geçerlidir. Baskı
ve zulüm sanki AKP ile başlamış gibi yapılmakta, bu açıdan AKP dışı sağ ile
dirsek teması kurmaya çalışarak güçleneceğini, siyasetin mekânsal boyutuna
yerleşebileceğini zannetmektedir. Mekân sağa terk edildiği için, orada öncü ve
önde olan ittihatçı damarla ilişki kurulmaktadır. İtilafçı damarın iştirakçi
damar olarak yutturulması mümkün değildir.
* * *
İsrail yetkilileri, Arap piyasasına Türk şirketleriyle
açılabileceklerini söylemektedirler. Bu sözün sahiplerinden biri, geçmişte
Galataport’u almak isteyen Ofer’dir. En genel anlamda Ortadoğu’da sermayeyle ve
devletle kurulan ilişkiler, emperyalizm ve siyonizmin harcıyla yoğrulmak,
onların rengini taşımak zorundadır. Kapitalizm, emperyalizm ve devlet, bölgede
Lawrence stratejisi ile iş görmektedir. Arap’ın, Kürd’ün, Fars’ın veya Türk’ün
gücünü emperyalizmle mümkün görmesi, ciddi bir yanılsamadır. Güçlenecek, gene
efendiler olacaktır.
Dar anlamda ülke siyasetinde de her tür kurumsallık,
devletin ve sermayenin kurumsallığının harcıyla yoğrulmak ve rengini taşımak
zorundadır. Bunun bir süre hayatta kalmak için zorunlu olduğu iddia edilecek,
kadrolar bu şekilde oyalanacaktır. Yani Fransız ya da Yunan komünist
partilerine benzemek için çabalayanlar, oradaki komünist partilerin ülkeleri
yıkılıp kurulurken söz, yetki, karar sahibi olduğu gerçeğini unutmaktadır. Bu
unutma hali, dolayısıyla bugün devletin ve müesses nizamın parçası haline gelmiş
bu tip partilere öykünerek, kurucu, resmi, yüksek siyasetin parçası
olunulabileceğine dair bir vehmi koşullamaktadır. Bu vehim çıkışsızdır.
Özetle, dere kenarında görülen ineğe benzemek için
şişmek, kimseyi kurbağa olmaktan kurtarmaz. Egemen siyasetin kendisine
öykünmek, kurumsallık imkânlarını bulduğunu düşünmek, belirli yanılsamalarla,
hayal kırıklıkları ile maluldür. Yani Gambiya’daki durumu burada alaya almadan
önce, emperyalizmin oradaki hamlelerine, Afrika’daki genel gidişata bakmak
gerekir. Bakılmıyorsa, bu topraklarda emperyalizmin müdahalelerinden medet
umanlar, kısa vadede hangi kollarını kaptırdıklarını bile anlamayacaklardır.
Buradaki İslam başlığında görebileceğimiz belirli direnç biçimlerinin Batı’dan
bakıp küçümsenmesi, “kime benzedin de kendini büyük zannediyorsun?” sorusunu
gündeme getirecektir.
* * *
Az olan, çokmuş gibi görünmeye mecburdur. Geçmişte
Antalya-İzmir hattında ticareti, kaçakçılığı, komprador ilişkileri yürüten
kesimin çok görünme gayretlerini olandan iri göstermek, en genel anlamda solun
alamet-i farikası hâline gelmiştir. Devrimi değil, önünde sonunda söz konusu
hatta emekliliğini geçirmeyi hedefleyenlerin varacakları bir yer yoktur. Bu
ülkede bilim eskiden olduğu kadar bilimdışıdır, baskı ve zulüm eski
aygıtlarıyla köklüdür. Azın çok olma çabasına karşı zaten çok olanın kolektif
kavgasını çıkartmak şarttır.
“İran olmayacağız” diye bağıranlar, hep idam edilen
bir gencin fotoğrafını paylaşmaktadır. O fotoğraftaki genç, yakın zamana dek
Kürd’dü, şimdi birden Azeri olmuştur. AKP beslemesi kişiler ise İran’ın
parçalanmasından, yıkılmasından bahsetmektedirler. Mesele İran değildir; İran
üzerinden İslam’ın ve solun liberalizm kavşağında birleşiyor olmasıdır. O
kavşağı düğümleyense devrim korkusudur. Mesele, Marx’ın tespitinden beri azınlığın
devrimine karşı çoğunluğun devrimi meselesidir. Azı çok göstermekten başka bir
şey bilmeyenlerden öğrenilecek bir şey yoktur. Sokaklarda cumhuriyet balolarını
taklit ederek “hayır” kampanyası yürütenlerle yürünürse, düşülecek yer
burjuvazinin kucağıdır.
DSİP’liler, işin bu kavşağa çıkan bir yol olarak
“hayır” kampanyası dâhilinde AKP tabanına seslenmekten bahsetmektedirler. Oysa
burjuva partileri, burjuva anketörleri, burjuva medyası eliyle belirlenmiş
kategorilerle iş görmek, sosyalistlerin işi olmamalıdır. Onların mücadelenin
dip akıntısından süzülen kendi suyu, o suyun çağladığı kendi gözeleri
mevcuttur.
Devyolcu olduğunu söyleyen bir gençle konuştuğumuzda
söylediklerimizi kendi dünyasından okuduğu için şu cevabı vermektedir: “ne
yani, AKP içinde mi çalışalım?” Bu gence kızmanın anlamı yoktur, çünkü
ağabeyleri, ablaları ona kırk yıldır CHP içinde çalışmanın devrimcilik olduğunu
öğretmiştir. Devrimcilik, burjuvazinin politik, ideolojik, teorik kavram ve
kategorileriyle düşünüp hareket etmek değildir.
* * *
Kapitalizm teoride, emperyalizm ideolojide, devlet
politikada belirli bir ağırlığa sahiptir. Salt AKP karşıtlığı, işte o CHP ve
Fethullah pratiğinin kana kattığı zehirdir. Bu karşıtlık, kapitalizmi,
emperyalizmi ve devleti minder dışına fırlatıp atmıştır.
Bu anlamda Devrimci Proletarya’nın “boykot”
çağrısı “işçi” kavramsallığı etrafında dönmektedir, dolayısıyla salt teorik bir
konumlanıştır.[1] Bu idealist tutum gereğince teorik, düşünsel duruşun dünyayı
dönüştüreceği düşünülmektedir. Politik devrim toplumsal devrimin örsü altında
tuz buz edilmektedir. Toplum özel küçük burjuva ütopyaların kurduğu cemaat
olunca, siyasetten kaçmak için gerekli zemin bir biçimde oluşturulmaktadır.
Mesele, boykot veya hayır önerisini tartışmak
değildir. Her şeyden önce solun böylesi bir tartışma yürütecek ne takati ne de
hâli vardır. DP’nin “işçi” lafzı, DSİP’in “AKP kitlesi” lafzı kadar soyuttur,
gerçek devrimci bir maddiyatla ilişkisizdir. Her ikisi de hâlâ zamansal öncülük
konusunda yüz yıldır biçilen pay ve rol dâhilinde bir anlama sahiptir. Yani iki
örgüt de mekâna duhul etme noktasında isteksizdir, bu işi ilerleme güçlerine
tevdi etmişlerdir. Salt fabrika mekânına odaklanan, dışarıya körleşen, bütün
ideolojiyi ve politikayı oraya mahkûm etmeye çalışan her girişim sorunludur.
Soyut fabrika mekânına karşı, zihindeki “Kürdistan”ın çıkartılması konusunda da
benzer bir tartışma yürütülmelidir. Saf, steril ve yüce olduğu düşünülen bir
mekâna odaklanmak zamansal öncülüğün farklı bir boyutudur. Zamansal akıştan
etkilenmeyen, soyut bir mekânsal oluş belirlenmekte, insanlar o oluş önünde diz
çöktürülmek istenmektedir. Bu, hatalı bir fikriyattır. “İşçi”, “devrimci”,
“Kürd” gibi yücelikler, cücelikle sonuçlanacaktır. Çünkü zaten o oluşa herkesin
gelmesi mümkün değildir. Bir kısım İslamcıların başyücelik devleti de bugün
başcücelik piyonuna dönüşmüştür.
Fanon’un siyahın derisinin üzerine yeni bir deri giyme
pratiğine dair eleştirisi unutulmamalıdır. Fanon’da mücadelenin egemenlere
öykünme ile kana karışan zehir üzerinden nereye evrilebileceğine dair yoğun bir
eleştiri söz konusudur. Irk ayrımcılığının kudretine benzeyerek yol almaya
çalışan pratiğin eleştirisini de Steve Biko’da bulmak mümkündür. “Ne kadar
Avrupa’ya, ne kadar ABD’nin eyaletine benziyoruz oysa, bu AKP de nereden çıktı?”
sorusunu soranların önce buradaki siyahlıkla, doğululukla, mazlumiyetle nasıl
ilişki kuracağını düşünmesi gerekir. Varsa, öncülük ve devrimcilik burada
saklıdır.
Eren Balkır
23 Ocak 2017
Dipnot:
[1] “Sisteminiz ve Rejiminiz Sürdürülebilir de Düzeltilebilir de Değil”, 20
Ocak 2017, DP.
0 Yorum:
Yorum Gönder