09 Kasım 2016

, ,

Fredric Jameson Söyleşisi


Fredric Jameson Söyleşisi

Filip Balunovic
4 Kasım 2016

Bugün politik felsefenin odağında ne olmalı?

1968’den beri gelenek, iktidara vurgu yapıp durdu. İktidar bahsinde bizim “sınıf politikası” dediğimiz şeyden “kimlik politikası”na doğru bir değişim yaşandı. İşçi sendikası üzerine kurulu politika mutlaka bir sınıf politikası değildiyse de kimlik politikasına geçiş bir biçimde işçi sendikalarının zayıflamasına sebep oldu.

Dolayısıyla kanaatimce bizler, ekonomik çözümlerin neler olması gerektiğine dair ön bir anlayışa ihtiyaç duymaksızın, ekonomiye yönelik vurguya yeniden yüzümüzü dönmeliyiz. Bana kalırsa, en önemli mesele işsizlik, bu sebeple tam istihdam politikası gündeme getirilmeli. Örneğin endüstriyel altyapıyı nispeten daha küçük endüstriyel birimler temelinde yeniden yapılandırmak bir seçenek hâline gelebilir. Küresel ölçekte asgari ücretle ilgili sözler, ücret farklılıklarından ötürü başka yerlere kaçan sermayeyle başa çıkmak için başvurduğumuz yollarla ilgili olarak insanların düşüncelerini kışkırtma noktasında pek de kötü bir yol değil. ABD örneğinde ülke dışına kaçan ve artık vergi ödemeyen bu tür şirketlerle ilgili büyük bir öfke söz konusu. Foucault ve başka isimlerin sahip olduğu prestij sayesinde iktidar meselesinin ısrarla üzerinde durulması, yeni politikanın gelişmesi gereken zeminini asla sunmuyor.

Peki bu türden bir teorik ve politik “değişim”in önündeki en büyük engel nedir?

Asıl mesele, her şeyi yöneten yeni bir finansal mantığa dayanan küreselleşme olgusudur. Bu, Amerikan hegemonyası da değil, bilâkis, yeni küresel sınıfın hegemonyasıdır. Avrupa, ulusların kamuoylarına hiçbir cevap sunamayan politik form konusunda iyi bir örnektir. Her şey, tek bir ülke seçmeninin kontrol edemeyeceği şekilde oluşturuluyor. Bugün dünya politikasının tüm sorununa ait bir sembol bu. Bu ülkelerin birçoğu dışarıya kendilerini temsili demokrasi olarak sunsalar bile, her türden demokratik sesten kaçınmak için bir formül bulmayı bilen bir sınıf var orta yerde.

Bu küresel finansallaşmaya karşı koymak adına ne tür bir kurumsal yapıdan ve/veya enternasyonalizmden bahsedebiliriz?

Eskinin ulusa dayalı politikası daha kolaydı. Asgari ücret veya sendikaların korunması gibi meselelere dair tedbirler alan solcu bir hükümete sahip olabiliyordunuz. Bugün bu imkânsız. Mesele, sadece Avrupa, Fransa veya ABD olduğunda, kimi fikirler üzerinde durabiliyordunuz. Ama bugün tüm dünya oracıkta duruyor ve her şeyin içerisinde.

Bence küreselleşme denilen durumun talep ettiği yeni bir dizi politik kavram var. Hatta bu durum, sosyalist anlayışları bile talep edebiliyor. Eskiden Birleşmiş Milletler gibi yapılardan gayrı yeni bir politik gerçeklikten bahsedemiyorduk. Belki de bugün çözümün adı yeni bir tür federalizmdir. Eski modeller çöktü.

Örnek olarak Yugoslavya’yı ele alalım. Bu ülke, bir federasyonun merkezî hükümetle değil, doğrudan cumhuriyetlerle anlaşma içine giren IMF’in kararlarından ne denli etkilenebileceğini gösterdi ki bu temas da Yugoslavya federasyonunun dağılmasını sağladı. Federasyonların asıl meselesi bu: zengin federal birimler, yoksul olanların lehine olacak şekilde vergilendirilmek istemiyorlar. Bugün Avrupa’da yaşanan da bu.

Bu “yeni enternasyonalizm”in teorik ve pratik düzlemde karşılaştığı engeller nelerdir?

Bugün çeşitli sol ekipler, ülke sınırlarını aşan pratik politik ittifaklarla pek ilgilenmiyorlar. Böylesi bir işbirliği için atılan en büyük adım, Dünya Sosyal Forumu’ydu. Benim de hâlen sempatiyle yaklaştığım aşırı sol, gene de kendi ulusal sınırlarından çıkamadı. Tüm dünya genelinde insanların tepkileri söz konusu.

Brezilya’dan Fransa’ya oradan Doğu Avrupa’ya dek birçok yerde politik enerjinin önemli bir kısmını ülke içerisindeki çok güçlü olan gerici hareketlere yönelik mücadeleler emdi. Fransa hatta Almanya bunun birer örneği. Mülteci akını bu durumu daha da zorlaştırdı. Bugün sol, yereldeki bu kavgaları vermek için geri çekildi.

Gerçek enternasyonalistlerse hâlâ daha bankacılar ve paralı insanlar. Bunlar, birbirleriyle işbirliği kuruyorlar. Benzer şeyler, aydınlar cenahında da yaşanıyor. Bu insanlar, başka ülkelerde olan bitenle sadece hissiyat düzeyinde ilgililer. Örneğin Fransız aydınlar, Fransa’yla fazla meşguller. Almanya veya İrlanda’da yaşananlara pek ilgi göstermiyorlar. Amerikalılar ise zaten dış dünya hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Tüm dünya genelinde taşralılık hâlâ daha çok yaygın. Sol bile sağa nazaran daha fazla taşralılaşıyor.

Solun bu “taşralılaşma”dan kurtulması için ne tür bir alan açması lazım?

Kanaatimce medyaya odaklanılmalı, onu kimlerin kontrol ettiğine, yapısının ne olduğuna bakılmalı. Medya, aslında aydınların geliştirdikleri yeni fikirler için elverişli bir zemin değil. Altmışlardan beri medyaya dair her türden ütopik fikir dillendirilip duruldu, ama bunların hiçbirisi, tek bir çözüm bile üretmedi. Bazı insanlar, medyanın yeni demokrasiyi geliştireceğini umdular. Bu oldu da ama artık bunun hiçbir anlamı yok. Asıl bakılması gereken yer, patronların medyayı nasıl kontrol ettikleri. Örneğin Trump’ı yaratan, onun her konuşmasını aktaran, medyanın ta kendisi. Bu açıdan bakıldığında, bize lazım gelen, avama konuşup duran ve her şeyi izah eden bir demagog. Bunun bir diktatör olmaması gerekiyor tabii.

Peki şu “yeni medya” denilen hususla ilgili neler söyleyeceksiniz? Bu medyanın ana akım medyayı dengeleme potansiyeli var mı?

Arap Baharı, Türkiye ve ABD’deki kitle hareketlerini ileri iten, yeni bir politik form hâline gelmiş olan, söz konusu yeni medyaydı. Meslektaşlarım ve dostlarım Toni Negri ve Michael Hardt, bu medyayı çokluk kavramının kullanımı üzerinden teorize etmeye çalıştı, oysa çokluk, o politik gücün en istikrarlı kaynağı değildi. Asıl mesele, belirli hareketlerin tüm politik yapıları yok edebilme ihtimali, ama geride bir boşluğun oluşması. Tahrir Meydanı’ndaki protestolar diktatörlüğü yok etti, ama birden görüldü ki geride hiçbir şey kalmamış ve Müslüman Kardeşler gelip iktidarı almış. Irak’ta ABD İngilizlerle birlikte komünist partiyi yok etti ve solun boşluğunu dolduracak tek güç de İslam’dı. Demokrasi sloganı içime pek sinen bir kavram değil, bunun asıl nedeni de Amerikan dış politikası, bu yüzden demokrasinin sol için en hayırlı slogan olduğu kanaatinde değilim.

Peki alternatifi ne?

Stuart Hall, politik mücadele konusunda mükemmel bir kavram geliştirmişti, o buna “söylemsel mücadele” adını veriyordu. Hall, burada Laclau’nun düşüncesine benzer bir şeyi kastediyordu. Eğer bir şey başarmaktan çok düşmanın sloganlarını itibarsızlaştırırsanız, onun o sloganları kullanmasını imkânsız hâle getirmiş olursunuz. Bu, Thatcher’ın zekice yaptığı bir işti. Solun söylemsel mücadele konusundaki ustalık eseri ise İşgal Et Hareketi. Bu hareket, hiçbir şey yapmamışsa bile, Amerikan siyasetine ağır bir darbe indirmiştir, zira hareket, tüm dili yeniden örgütlemiş, önceki tartışmaları derleyip toplamış ve kimlik politikasını belirli bir zemine kavuşturmuştur.

Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nden bahsedince aklıma şu soru geldi: söz konusu hareketin söylem düzeyinde yol açtığı değişim olmasaydı, Sanders bu tarz bir ilerici söyleme başvurabilir miydi?

Kesinlikle başvuramazdı! Şu husus gerçekten komik: kendisi New Yorklu ama o, ancak bir “üçüncü dünyaya has bir taşra” olan Vermont’tan seçilebiliyor. Buralar ABD’nin geri kalmış yerleri. Almanya’da muhtemelen bu türden düşünceler Doğu Almanya’da türeyecek.

Politik pedagoji üzerinden Sanders, söylemi başarılı bir biçimde ekonomiye ve ilerici politikaya yönlendirdi. Tek bir programa asla sahip olmamış olan Wall Street’i İşgal Et Hareketi çok önemliydi, çünkü sınıf meselesini yeniden gündeme getirdi. Sanders’ın bu denli önemli olmasının sebebi bu, çünkü o, kimlik politikası üzerine kurulu olan söylemin önemli bir kısmından kovulmuş olan tüm ekonomi dilini yeniden diriltti.

Gene de aynı zamanda bir de Trump meselesi var başımızda.

Daha önce ele aldığımız konuya geri dönersek. Kurumların çöktüğü bir moment söz konusu. Cumhuriyetçiler şahsında herhangi bir siyasetten söz edilemez: onlar sadece para harcamak istemiyorlar, parayı ellerinde tutmak niyetindeler. Demokratlar ise Obama’nın her şeyi yapmasına mani oldular. Hillary’de zerre fikir yok. Bu nedenle bir boşluk oluşuyor, Trump denilen figürün çıktığı yer de burası zaten. Benzer bir olgu İtalya’da Berlusconi ile açığa çıkmıştı. Cumhuriyetçilerin bu seçimde öne sürecekleri tek bir kişi bile yoktu.

İnsanlar, bugün bunun “yeni bir tür faşizm” olduğunu söylüyorlar, bense “henüz faşizm değil” diyorum. Eğer Trump iktidara gelirse, ortaya farklı bir şey çıkacak tabii.

Laclau’dan bahsetmiştiniz. Chantal Mouffe ve Laclau’nun çalışması kimi solcu mahfillerde etkili oldu. Sol, günümüze ait güçlüklere dair çözümleri “geleneksel sol”a karşı konulan bu türden bir mesafe dâhilinde mi aramalı?

Mouffe ve Laclau’nun çalışması, politika pratiğinin ve slogan üretme pratiğinin parlak bir tezahürüydü gerçekten de. Ancak onlar, bu işi sınıfa ve Marksizme yönelik bir saldırı olarak ifa ettiler ki bence bu, büyük bir yanlıştı. Birçok Avrupalı siyaset felsefecisi, örneğin Toni Negri gibi insanlar, eski komünist parti deneyimlerine sahipler. Bu deneyimi kendilerine engel gördüler, bu nedenle eski komünist parti yapısına karşı bir yığın argüman dile getirdiler. Ama böylesi bir deneyim yaşamamış insanlar açısından Marksizm ve sınıf aleyhine konuşmak, politik gerçekliğin niteliğini erozyona uğrattı. Ernesto, kendi düşüncelerinin politik değerini yanlış anlayan biriydi. O, bu düşüncelerin postmarksist olduğu kanaatindeydi ki bence bu da büyük bir yanlıştı. Laclau’nun üzerinde durduğu husus ise boş gösterenin her zaman ekonomik ve elbette her an bir şeylere sebep olabilecek bir olgu olduğu idi. Ama uzun vadede ekonomi her şeydi. Laclau, bir aydın olarak politika pratiğinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynadı, ama örneğin ekonomi, endüstri, bankalar ve işsizlik arasındaki ilişkiden bahsetmemek önemli bir yanlıştı.

Sizce sol (da) devlet anlayışının yeniden yapılandırılması meselesine odaklanmalı mı?

Evet onu yeniden yapılandırmalı, ama bu işi artık itibarsızlaşmış olan sosyal demokrasiye has yolu takip ederek yapmamalı. Devletin yeniden yapılandırılması, kapitalizmin sosyal demokratik yönetimini aşan bir yoldan icra edilmeli. Devlete hâlen daha ihtiyacımız var, çünkü ekolojik krizin gerçek sonuçlarını hissetmeye başladığımız an, dışarıda bir yerde güçlü bir devlet varolmalı. Sosyalist bir devletin neye benzeyeceği üzerine kafa yormak, devleti faşistlere terk etmekten daha hayırlı.

Gelecekle ilgili olarak, güçlü bir sosyalist devlet bağlamında, yirminci yüzyılın yaptığı yanlıştan nasıl kaçınmak gerek?

Yanlıştan kaçınmanın herhangi bir güvencesi yok. Ancak Stalinizmin ortaya çıktığı, modernizasyonun özel pre-kapitalist momenti artık geride kaldı. Diğer yandan, mevcut devlet işlerinin askerî gücü kullanmadan yürüyebileceği kanaatinde değilim. Trump da bundan bahsediyor. “Önce Amerika”, bu ülkede faşistlerin, otuzlarda sağcıların kullandığı bir slogandı. Bu, hem ABD’de hem de Avrupa’da karşımıza çıkan gerçek bir eğilim. Artık bu, basit mânâda ideolojik bir tercih meselesi.

Solun 2008 krizi ile yüzleştiği şansı kaçırdığını düşünüyor musunuz? Hayek ve Friedman, ellilerden itibaren, yetmişlerdeki krizin içinde oluşacak boşluğu dolduracak yeni proje üzerinde çalışmışlardı. 2008’de sol, hazır politik çözümlerden ve belirli fikirlerden mahrumdu.

Haklısın, hiçbir şeye hazırlanılmamıştı. Sol, Stalinizm, Allende gibi isimlerin yaşadığı yenilgiler, Sovyetler Birliği’nin ortadan kaybolması ve serbest piyasacı söylemin muazzam (“söylemsel”) zaferi üzerinden muhtelif sosyal demokrat partilerin yaşadığı bozulma gibi geçmişe ait bir dizi deneyimin yorgunluğunu yaşıyordu. Birkaç yıl önce Venezuela veya Brezilya’dan bahsedebilirdim, ama artık bugün bu konularda tek laf edemem. Eskiden bazı sol hareketler mevcuttu.

Sizce hareketler kâfi mi? Hâlâ sol açısından parti politikasının gerekli olduğuna inanıyor musunuz?

Bence belirli türde bir parti politikasının olması gerekiyor. Ama sorun şu: sol partilerin sağlık hizmetlerini, eğitimi, tam istihdamı ve çevre politikalarını finanse etmek amacıyla bir yerlerden para bulması şart. Sağ partiler vergileri düşürüyorlar, birileri vergileri düşürünce onları tekrar artırmak hayli güç oluyor. Bu, bugünkü solun zayıf yanı.

Son olarak şunu sormak isterim: “Büyük düşünceler”in vakti geçti mi?

Hayır! Bu yaklaşımın kökleri altmışlara dek uzanır. O dönemden beri “büyük düşünceler”in baskıcı olma ve demokratik olmama gibi bir eğilime sahip olduğuna inanılıyor. Doğrudur, bugün tek bir “büyük düşünce”miz yok ama bu, bizim böylesi düşüncelerin peşine düşmememiz gerektiği anlamına gelmiyor.

Adorno, bilhassa Amerikan ve İngiliz empirisizminin, genelde empirik düşüncenin yayılımına dair mükemmel bir analiz sunuyor ve bu empirisizmi eşyayı diyalektik açıdan görmemize imkân vermeyen nominalizmle kıyaslıyor. Bence bu, aynı zamanda postmodernitenin de bir özelliği. Benim fark ettiğim bir husus da şu: postmodernite veya Marksizm üzerinden konuşmak istemeyen insanlar, tarihsel hikâyelerden de dem vurmuyorlar.

Bense ters yönde bir çıkarımda bulunuyorum. “Büyük düşünceler”e geri dönme meselesi, dünyaya tarihsel açıdan bakmakla alakalı. Bu anlamda tarihin kendisi büyük bir düşüncedir. Yeni düşünceler istemek, “büyük düşünceler” istemektir.

Frankfurt Okulu’nun adlandırdığı biçimiyle, pratik “araçsal düşünceler” küçük meseleleri hallediyorlar, ama yenilik ortaya koyamıyorlar. Onlar, halletme ve sorunları çözme meselesiyle ilgilendiklerini iddia etseler bile, nominalistlerin ve empiristlerin küçük sorunları çözebilmeleri mümkün değil.

Kaynak

0 Yorum: