Fredric Jameson Söyleşisi
Filip Balunovic
4
Kasım 2016
Bugün
politik felsefenin odağında ne olmalı?
1968’den
beri gelenek, iktidara vurgu yapıp durdu. İktidar bahsinde bizim “sınıf
politikası” dediğimiz şeyden “kimlik politikası”na doğru bir değişim yaşandı.
İşçi sendikası üzerine kurulu politika mutlaka bir sınıf politikası değildiyse
de kimlik politikasına geçiş bir biçimde işçi sendikalarının zayıflamasına
sebep oldu.
Dolayısıyla
kanaatimce bizler, ekonomik çözümlerin neler olması gerektiğine dair ön bir
anlayışa ihtiyaç duymaksızın, ekonomiye yönelik vurguya yeniden yüzümüzü
dönmeliyiz. Bana kalırsa, en önemli mesele işsizlik, bu sebeple tam istihdam
politikası gündeme getirilmeli. Örneğin endüstriyel altyapıyı nispeten daha
küçük endüstriyel birimler temelinde yeniden yapılandırmak bir seçenek hâline
gelebilir. Küresel ölçekte asgari ücretle ilgili sözler, ücret
farklılıklarından ötürü başka yerlere kaçan sermayeyle başa çıkmak için
başvurduğumuz yollarla ilgili olarak insanların düşüncelerini kışkırtma
noktasında pek de kötü bir yol değil. ABD örneğinde ülke dışına kaçan ve artık
vergi ödemeyen bu tür şirketlerle ilgili büyük bir öfke söz konusu. Foucault ve
başka isimlerin sahip olduğu prestij sayesinde iktidar meselesinin ısrarla
üzerinde durulması, yeni politikanın gelişmesi gereken zeminini asla sunmuyor.
Peki
bu türden bir teorik ve politik “değişim”in önündeki en büyük engel nedir?
Asıl
mesele, her şeyi yöneten yeni bir finansal mantığa dayanan küreselleşme
olgusudur. Bu, Amerikan hegemonyası da değil, bilâkis, yeni küresel sınıfın
hegemonyasıdır. Avrupa, ulusların kamuoylarına hiçbir cevap sunamayan politik
form konusunda iyi bir örnektir. Her şey, tek bir ülke seçmeninin kontrol
edemeyeceği şekilde oluşturuluyor. Bugün dünya politikasının tüm sorununa ait
bir sembol bu. Bu ülkelerin birçoğu dışarıya kendilerini temsili demokrasi
olarak sunsalar bile, her türden demokratik sesten kaçınmak için bir formül
bulmayı bilen bir sınıf var orta yerde.
Bu
küresel finansallaşmaya karşı koymak adına ne tür bir kurumsal yapıdan ve/veya
enternasyonalizmden bahsedebiliriz?
Eskinin
ulusa dayalı politikası daha kolaydı. Asgari ücret veya sendikaların korunması
gibi meselelere dair tedbirler alan solcu bir hükümete sahip olabiliyordunuz.
Bugün bu imkânsız. Mesele, sadece Avrupa, Fransa veya ABD olduğunda, kimi
fikirler üzerinde durabiliyordunuz. Ama bugün tüm dünya oracıkta duruyor ve her
şeyin içerisinde.
Bence
küreselleşme denilen durumun talep ettiği yeni bir dizi politik kavram var.
Hatta bu durum, sosyalist anlayışları bile talep edebiliyor. Eskiden Birleşmiş
Milletler gibi yapılardan gayrı yeni bir politik gerçeklikten bahsedemiyorduk.
Belki de bugün çözümün adı yeni bir tür federalizmdir. Eski modeller çöktü.
Örnek
olarak Yugoslavya’yı ele alalım. Bu ülke, bir federasyonun merkezî hükümetle
değil, doğrudan cumhuriyetlerle anlaşma içine giren IMF’in kararlarından ne
denli etkilenebileceğini gösterdi ki bu temas da Yugoslavya federasyonunun
dağılmasını sağladı. Federasyonların asıl meselesi bu: zengin federal birimler,
yoksul olanların lehine olacak şekilde vergilendirilmek istemiyorlar. Bugün
Avrupa’da yaşanan da bu.
Bu
“yeni enternasyonalizm”in teorik ve pratik düzlemde karşılaştığı engeller
nelerdir?
Bugün
çeşitli sol ekipler, ülke sınırlarını aşan pratik politik ittifaklarla pek
ilgilenmiyorlar. Böylesi bir işbirliği için atılan en büyük adım, Dünya Sosyal
Forumu’ydu. Benim de hâlen sempatiyle yaklaştığım aşırı sol, gene de kendi
ulusal sınırlarından çıkamadı. Tüm dünya genelinde insanların tepkileri söz
konusu.
Brezilya’dan
Fransa’ya oradan Doğu Avrupa’ya dek birçok yerde politik enerjinin önemli bir
kısmını ülke içerisindeki çok güçlü olan gerici hareketlere yönelik mücadeleler
emdi. Fransa hatta Almanya bunun birer örneği. Mülteci akını bu durumu daha da
zorlaştırdı. Bugün sol, yereldeki bu kavgaları vermek için geri çekildi.
Gerçek
enternasyonalistlerse hâlâ daha bankacılar ve paralı insanlar. Bunlar,
birbirleriyle işbirliği kuruyorlar. Benzer şeyler, aydınlar cenahında da
yaşanıyor. Bu insanlar, başka ülkelerde olan bitenle sadece hissiyat düzeyinde
ilgililer. Örneğin Fransız aydınlar, Fransa’yla fazla meşguller. Almanya veya
İrlanda’da yaşananlara pek ilgi göstermiyorlar. Amerikalılar ise zaten dış
dünya hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Tüm dünya genelinde taşralılık hâlâ daha
çok yaygın. Sol bile sağa nazaran daha fazla taşralılaşıyor.
Solun
bu “taşralılaşma”dan kurtulması için ne tür bir alan açması lazım?
Kanaatimce
medyaya odaklanılmalı, onu kimlerin kontrol ettiğine, yapısının ne olduğuna
bakılmalı. Medya, aslında aydınların geliştirdikleri yeni fikirler için
elverişli bir zemin değil. Altmışlardan beri medyaya dair her türden ütopik
fikir dillendirilip duruldu, ama bunların hiçbirisi, tek bir çözüm bile
üretmedi. Bazı insanlar, medyanın yeni demokrasiyi geliştireceğini umdular. Bu
oldu da ama artık bunun hiçbir anlamı yok. Asıl bakılması gereken yer, patronların
medyayı nasıl kontrol ettikleri. Örneğin Trump’ı yaratan, onun her konuşmasını
aktaran, medyanın ta kendisi. Bu açıdan bakıldığında, bize lazım gelen, avama
konuşup duran ve her şeyi izah eden bir demagog. Bunun bir diktatör olmaması
gerekiyor tabii.
Peki
şu “yeni medya” denilen hususla ilgili neler söyleyeceksiniz? Bu medyanın ana
akım medyayı dengeleme potansiyeli var mı?
Arap
Baharı, Türkiye ve ABD’deki kitle hareketlerini ileri iten, yeni bir politik
form hâline gelmiş olan, söz konusu yeni medyaydı. Meslektaşlarım ve dostlarım
Toni Negri ve Michael Hardt, bu medyayı çokluk kavramının kullanımı üzerinden
teorize etmeye çalıştı, oysa çokluk, o politik gücün en istikrarlı kaynağı
değildi. Asıl mesele, belirli hareketlerin tüm politik yapıları yok edebilme
ihtimali, ama geride bir boşluğun oluşması. Tahrir Meydanı’ndaki protestolar
diktatörlüğü yok etti, ama birden görüldü ki geride hiçbir şey kalmamış ve
Müslüman Kardeşler gelip iktidarı almış. Irak’ta ABD İngilizlerle birlikte
komünist partiyi yok etti ve solun boşluğunu dolduracak tek güç de İslam’dı.
Demokrasi sloganı içime pek sinen bir kavram değil, bunun asıl nedeni de
Amerikan dış politikası, bu yüzden demokrasinin sol için en hayırlı slogan
olduğu kanaatinde değilim.
Peki
alternatifi ne?
Stuart
Hall, politik mücadele konusunda mükemmel bir kavram geliştirmişti, o buna
“söylemsel mücadele” adını veriyordu. Hall, burada Laclau’nun düşüncesine
benzer bir şeyi kastediyordu. Eğer bir şey başarmaktan çok düşmanın
sloganlarını itibarsızlaştırırsanız, onun o sloganları kullanmasını imkânsız
hâle getirmiş olursunuz. Bu, Thatcher’ın zekice yaptığı bir işti. Solun
söylemsel mücadele konusundaki ustalık eseri ise İşgal Et Hareketi. Bu hareket,
hiçbir şey yapmamışsa bile, Amerikan siyasetine ağır bir darbe indirmiştir,
zira hareket, tüm dili yeniden örgütlemiş, önceki tartışmaları derleyip
toplamış ve kimlik politikasını belirli bir zemine kavuşturmuştur.
Wall
Street’i İşgal Et Hareketi’nden bahsedince aklıma şu soru geldi: söz konusu
hareketin söylem düzeyinde yol açtığı değişim olmasaydı, Sanders bu tarz bir
ilerici söyleme başvurabilir miydi?
Kesinlikle
başvuramazdı! Şu husus gerçekten komik: kendisi New Yorklu ama o, ancak bir
“üçüncü dünyaya has bir taşra” olan Vermont’tan seçilebiliyor. Buralar ABD’nin
geri kalmış yerleri. Almanya’da muhtemelen bu türden düşünceler Doğu Almanya’da
türeyecek.
Politik
pedagoji üzerinden Sanders, söylemi başarılı bir biçimde ekonomiye ve ilerici
politikaya yönlendirdi. Tek bir programa asla sahip olmamış olan Wall Street’i
İşgal Et Hareketi çok önemliydi, çünkü sınıf meselesini yeniden gündeme
getirdi. Sanders’ın bu denli önemli olmasının sebebi bu, çünkü o, kimlik
politikası üzerine kurulu olan söylemin önemli bir kısmından kovulmuş olan tüm
ekonomi dilini yeniden diriltti.
Gene
de aynı zamanda bir de Trump meselesi var başımızda.
Daha
önce ele aldığımız konuya geri dönersek. Kurumların çöktüğü bir moment söz
konusu. Cumhuriyetçiler şahsında herhangi bir siyasetten söz edilemez: onlar
sadece para harcamak istemiyorlar, parayı ellerinde tutmak niyetindeler.
Demokratlar ise Obama’nın her şeyi yapmasına mani oldular. Hillary’de zerre
fikir yok. Bu nedenle bir boşluk oluşuyor, Trump denilen figürün çıktığı yer de
burası zaten. Benzer bir olgu İtalya’da Berlusconi ile açığa çıkmıştı.
Cumhuriyetçilerin bu seçimde öne sürecekleri tek bir kişi bile yoktu.
İnsanlar,
bugün bunun “yeni bir tür faşizm” olduğunu söylüyorlar, bense “henüz faşizm
değil” diyorum. Eğer Trump iktidara gelirse, ortaya farklı bir şey çıkacak
tabii.
Laclau’dan
bahsetmiştiniz. Chantal Mouffe ve Laclau’nun çalışması kimi solcu mahfillerde
etkili oldu. Sol, günümüze ait güçlüklere dair çözümleri “geleneksel sol”a
karşı konulan bu türden bir mesafe dâhilinde mi aramalı?
Mouffe
ve Laclau’nun çalışması, politika pratiğinin ve slogan üretme pratiğinin parlak
bir tezahürüydü gerçekten de. Ancak onlar, bu işi sınıfa ve Marksizme yönelik
bir saldırı olarak ifa ettiler ki bence bu, büyük bir yanlıştı. Birçok Avrupalı
siyaset felsefecisi, örneğin Toni Negri gibi insanlar, eski komünist parti
deneyimlerine sahipler. Bu deneyimi kendilerine engel gördüler, bu nedenle eski
komünist parti yapısına karşı bir yığın argüman dile getirdiler. Ama böylesi
bir deneyim yaşamamış insanlar açısından Marksizm ve sınıf aleyhine konuşmak,
politik gerçekliğin niteliğini erozyona uğrattı. Ernesto, kendi düşüncelerinin
politik değerini yanlış anlayan biriydi. O, bu düşüncelerin postmarksist olduğu
kanaatindeydi ki bence bu da büyük bir yanlıştı. Laclau’nun üzerinde durduğu
husus ise boş gösterenin her zaman ekonomik ve elbette her an bir şeylere sebep
olabilecek bir olgu olduğu idi. Ama uzun vadede ekonomi her şeydi. Laclau, bir
aydın olarak politika pratiğinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol
oynadı, ama örneğin ekonomi, endüstri, bankalar ve işsizlik arasındaki
ilişkiden bahsetmemek önemli bir yanlıştı.
Sizce
sol (da) devlet anlayışının yeniden yapılandırılması meselesine odaklanmalı mı?
Evet
onu yeniden yapılandırmalı, ama bu işi artık itibarsızlaşmış olan sosyal
demokrasiye has yolu takip ederek yapmamalı. Devletin yeniden yapılandırılması,
kapitalizmin sosyal demokratik yönetimini aşan bir yoldan icra edilmeli.
Devlete hâlen daha ihtiyacımız var, çünkü ekolojik krizin gerçek sonuçlarını
hissetmeye başladığımız an, dışarıda bir yerde güçlü bir devlet varolmalı.
Sosyalist bir devletin neye benzeyeceği üzerine kafa yormak, devleti faşistlere
terk etmekten daha hayırlı.
Gelecekle
ilgili olarak, güçlü bir sosyalist devlet bağlamında, yirminci yüzyılın yaptığı
yanlıştan nasıl kaçınmak gerek?
Yanlıştan
kaçınmanın herhangi bir güvencesi yok. Ancak Stalinizmin ortaya çıktığı,
modernizasyonun özel pre-kapitalist momenti artık geride kaldı. Diğer yandan,
mevcut devlet işlerinin askerî gücü kullanmadan yürüyebileceği kanaatinde
değilim. Trump da bundan bahsediyor. “Önce Amerika”, bu ülkede faşistlerin,
otuzlarda sağcıların kullandığı bir slogandı. Bu, hem ABD’de hem de Avrupa’da
karşımıza çıkan gerçek bir eğilim. Artık bu, basit mânâda ideolojik bir tercih
meselesi.
Solun
2008 krizi ile yüzleştiği şansı kaçırdığını düşünüyor musunuz? Hayek ve
Friedman, ellilerden itibaren, yetmişlerdeki krizin içinde oluşacak boşluğu
dolduracak yeni proje üzerinde çalışmışlardı. 2008’de sol, hazır politik
çözümlerden ve belirli fikirlerden mahrumdu.
Haklısın,
hiçbir şeye hazırlanılmamıştı. Sol, Stalinizm, Allende gibi isimlerin yaşadığı
yenilgiler, Sovyetler Birliği’nin ortadan kaybolması ve serbest piyasacı
söylemin muazzam (“söylemsel”) zaferi üzerinden muhtelif sosyal demokrat
partilerin yaşadığı bozulma gibi geçmişe ait bir dizi deneyimin yorgunluğunu
yaşıyordu. Birkaç yıl önce Venezuela veya Brezilya’dan bahsedebilirdim, ama
artık bugün bu konularda tek laf edemem. Eskiden bazı sol hareketler mevcuttu.
Sizce
hareketler kâfi mi? Hâlâ sol açısından parti politikasının gerekli olduğuna
inanıyor musunuz?
Bence
belirli türde bir parti politikasının olması gerekiyor. Ama sorun şu: sol
partilerin sağlık hizmetlerini, eğitimi, tam istihdamı ve çevre politikalarını
finanse etmek amacıyla bir yerlerden para bulması şart. Sağ partiler vergileri
düşürüyorlar, birileri vergileri düşürünce onları tekrar artırmak hayli güç
oluyor. Bu, bugünkü solun zayıf yanı.
Son
olarak şunu sormak isterim: “Büyük düşünceler”in vakti geçti mi?
Hayır!
Bu yaklaşımın kökleri altmışlara dek uzanır. O dönemden beri “büyük
düşünceler”in baskıcı olma ve demokratik olmama gibi bir eğilime sahip olduğuna
inanılıyor. Doğrudur, bugün tek bir “büyük düşünce”miz yok ama bu, bizim
böylesi düşüncelerin peşine düşmememiz gerektiği anlamına gelmiyor.
Adorno,
bilhassa Amerikan ve İngiliz empirisizminin, genelde empirik düşüncenin
yayılımına dair mükemmel bir analiz sunuyor ve bu empirisizmi eşyayı diyalektik
açıdan görmemize imkân vermeyen nominalizmle kıyaslıyor. Bence bu, aynı zamanda
postmodernitenin de bir özelliği. Benim fark ettiğim bir husus da şu:
postmodernite veya Marksizm üzerinden konuşmak istemeyen insanlar, tarihsel
hikâyelerden de dem vurmuyorlar.
Bense
ters yönde bir çıkarımda bulunuyorum. “Büyük düşünceler”e geri dönme meselesi,
dünyaya tarihsel açıdan bakmakla alakalı. Bu anlamda tarihin kendisi büyük bir
düşüncedir. Yeni düşünceler istemek, “büyük düşünceler” istemektir.
Frankfurt
Okulu’nun adlandırdığı biçimiyle, pratik “araçsal düşünceler” küçük meseleleri
hallediyorlar, ama yenilik ortaya koyamıyorlar. Onlar, halletme ve sorunları
çözme meselesiyle ilgilendiklerini iddia etseler bile, nominalistlerin ve
empiristlerin küçük sorunları çözebilmeleri mümkün değil.
0 Yorum:
Yorum Gönder