Özünde diyorlar ki “burjuvazi o bayrakları bir bir
yere düşürdü, bize düşen, o bayrakları toplayıp havaya kaldırmak”. “Ama bu
burjuva siyaseti!” denildiğinde “Ne burjuva siyaseti, o bayrakları biz bulduk,
artık bizimdir” cevabı veriliyor.
Emekçiler, demokrasi ve laiklik denilen bayrakları
bir bir toplamaya çağrılıyor. Onca materyalizme rağmen, idealar, fikirler ve
söz dünyası örgütlenmeye çalışılıyor. Bayrağın temsil ettiği maddiyat, o söz ve
edebiyat karşısında gölgeleniyor. Maddiyata vurgu amatörlük; ona karşı dile
dökülen edebiyat, profesyonellik olarak takdim ediliyor. Ortalık, kâmil
siyasetçilerden ve profesyonel siyasetçilerden geçilmiyor.[1]
* * *
Çulhaoğlu, “şöhret”ini maddiyatın karşısına “hem o
hem o” diyalektiğini çıkartmaya borçlu. Bazen “rakı” diyor bazen “viski”, bazen
de ikisini karıştırıyor, ortaya istifra yazıları çıkıyor. Bazen tarihe bazen
güncele vurgusu bu yüzden. İşine geldiği yerde her şeyden münezzeh, sınıf
mücadelelerinden azade bir kavramın altını çiziyor, işine geldiği yerde de
bugünün acil ihtiyaçlarına sadece kendisinin vakıf olduğunu satıyor.
Alıcısı olmasa, o da bunu yap(a)maz. O,
burjuvaziyi biraz cahil ve biraz akılsız bulan bir burjuva siyasetçisi. Hep
burjuvazi için “ah bir marksizmi bilse neler yapacak ama!” diyen biri. Küçük
burjuvanın her dalda oynama ihtiyacına denk düşüyor.
Dolayısıyla Çulhaoğlu, bir yandan da marksizmin
zararsız olduğunu kanıtlamak zorunda. Siyasetini ve teorisini egemenlerin özel
localarına dâhil olma arzusuyla biçimlendirenlerin başka bir şey üretmesi
beklenemez. Kalkınmacılık ve modernizm dönemine yakılan ağıt da bunun ürünü.
Uzun zamandır bunun karşısına özel localar inşa
etme arzusu çıkartılıyor. “Devleti, kapitalizmi, iktidarı, hegemonyayı
görmeyelim, görmezsek yok olur” deniliyor. Maddiyatın karşısına gene edebiyat
çıkartılıyor. Bir tampon bu: maddiyat karşısında çaresizlik, sıkışmışlık bu
şekilde gizleniyor. O maddiyat sözle dönüştürülür zannediliyor. Bağlar kurmak,
mücadeleyi ilmek ilmek örmek, anlamını ve değerini yitiriyor. Devlet ve
sermaye, komün ve meclisle esniyor, varolma imkânı buluyor. Akademisyenlerin ve
gazetecilerin öncü olduğu sol siyaset, bu esnemenin birer tezahürü, AKP bahane.
Komün, meclis gibi olgulardan söz edilmesinin
sebebi burada. Bunlar, sözün boncuk gibi dizilmesi olarak anlaşılıyorlar. O
komünlerin aynı ipe tüm dünya genelinde dizilmesiyle sömürü ve zulümden
kurtulacağımızı söylüyorlar. Yanılıyorlar. Egemenler, karşıt ocakları bir bir
bu şekilde dağıtıyorlar, kendi bayraklarını bu sayede albenili kılıyorlar.
Komün, meclis gibi olgulardan söz edenler,
maddiyata küfretmek, onu gizlemek zorundalar. Edebiyat ise allı pullu
kelimelerle bu maddiyatı geri plana atmanın adı. Bir meclis, mücadelenin içinde
bir mevzi ise anlamlı; onun dışında edebî bir gevezelikten ibaret. Kendi
sözünün hâkim olmasını isteyen, bundan emin olan, komünü, meclisi öne
çıkartıyor. Bunlar, demokratlıktan değil, niceliğin önemi üzerinden, sayısal
çoğunluğu yeterli olduğu düşünüldüğünde övülüyorlar. Mücadelenin
tarihsel-toplumsal seyri değil, öznenin kabarık, şişkin hâli bir yanılsamaya
neden oluyor.
* * *
Maddiyattan edebiyata kaçışın bir yansıması, boyun
eğme’ler, diz çökme’meler… Bu laflar sıralandığında gerçeklik, diz
çökenler-çökmeyenler diye, zihinde, bölünüyor, dolayısıyla ortada, maddiyatta,
boyun eğilecek, önünde diz çökülecek bir şeyin olduğu söylenmiş oluyor. Kendi
zihin dünyası önünde ip gibi dizilmesi isteniyor herkesin. Siyaset, sadece
dilde ve sözde varlık alanı buluyor; somut eylemler bu hâlin zorlaması sonucu
gerçekleştiriliyor.
Bir yönüyle bu, o bayrakların toplanması ile
alakalı. Yani maddiyata burjuvalar hâkim ve sahip. Zamanı geldiğinde gelip o
sözü de temellük ediyorlar. Burjuva bayraklarını ele alıyorlar, güç
olacaklarını zannediyorlar, sözler allanıyor pullanıyor ama maddiyat ve
fikriyat arasındaki açı her gün açılıyor. Bayrak hep sahibine doğru
dalgalanıyor. Çünkü eksik maddiyat sözle tamama erdirilecek zannediliyor.
Burjuvazi seviliyor içten içe ya da onun devleti, tüm o çocuksuluk ile. Varlık
orada şekil alıyor, o varlık hep kendisini çağırıyor. Kendisi gibi olana
tahammül edebiliyor.
Asıl bu süreçte dizin neyin önünde çöktüğüne, o
boynun kimin önünde eğildiğine bakmak gerekiyor. AKP’nin burjuva siyasetinin,
Kemalist devletin dışına ait, yabancı bir kuvvet olduğuna dair her laf, teorik
olarak yanlış, sapma. Biraz burjuvadan biraz kemalizmden rol çalarak, onların
bayrağını sallayarak AKP’yi daraltacağını düşünmek boş.
Bu aklın tek söylediği şu: “AKP’yi bırakın, beni
alın.” Burjuvazi, Kemalizm ve emperyalizm geriliminde devlet kendisini
sosyaliste, Kürd’e ve Müslüman’a nispetle kuruyor, tüm gerilimleri ve
çatışmaları bununla alakalı. Belirli bir ideolojisi yok. Kendisini sürekli
korumaya mecbur.
AKP, birey ölçüsüne denk düşen bu devlet
kurgusunun merkezine çekilmiş durumda. Dolayısıyla kendisini bu birey ölçüsüne
göre kurmuş, “bir gün o merkeze çekilirim” umudu ile çabalayıp duran tüm siyasi
özneleri boşa düşürüyor. Laik Tayyip’le laik sosyalistlerin yan yana düşmesinin
sebebi burada.
Bir çift laf da 1 Mayıs’a dair: DİSK’e özel bir
siyasi özne olarak bakılıyor, oysa içinde onca siyasi örgüt var. Dolayısıyla
bugüne dek Taksim çağrısı yapıp kendi eylemine gelmeyen DİSK’in suçu, günahı o
örgütlere ait. Bugünkü Bakırköy pazarı tercihi de onların hanesine kazılı.
İşten çıkartmalar,
baskılar, iş kanunları, kıdem tazminatı vs. gibi konularda kılı kıpırdamayan bu
sol özneler, merkeze çekilme konusunda yerde “buldukları” bayrakları sallayarak
gün geçirecek, bu açık. Bunların ana programında “dostlar alışverişte
görsün”cülük yazılı. O bayrakların sahipleri, her sallanışta mutlu olsunlar
kâfi. Onların bayrakları adına, kendi bayraklarımızı yere düşürmeye değer mi
peki?
Eren Balkır
29 Nisan 2016
Dipnot
[1] Metin Çulhaoğlu,
“Laiklik Mücadelesi” İçin Notlar”, 8 Mart 2016, İleri.
0 Yorum:
Yorum Gönder