13 Nisan 2016

,

Ulema ve Komünistler


Bugün Batı’da politik İslam, büyük ölçüde IŞİD’in şiddet gösterisi ile ve ona ilham veren, toplum ve dine dair dar ve bağnaz bir anlayışla eşitleniyor. Dolayısıyla İslamî entelektüel ve politik faaliyetin yirminci yüzyılın başından bugüne dek uzanan mirasını keşfetmek birçok okurun ilgisini çekiyor. Söz konusu miras, komünist ve solcu gelenekler arasındaki karmaşık etkileşimin izlerini taşıyor. McGill Üniversitesi’nden Rula Jurdi Abisaab ile Malik Abisaab’ın kaleme aldığı kitap [The Shi’ites of Lebanon: Modernism, Communism, and Hizbullah’s İslamists –Lübnanlı Şiiler: Modernizm, Komünizm ve Hizbullah’ın İslamcıları: 2014] tarihin izlerini sürüyor ve Lübnan’da Şii cemaati ve din adamları arasında bazen simbiyotik bazen de çatışmalı bir hâl alan ilişkiyi, bunun yanı sıra Irak siyasetinde ilgili meselelere dair ara sıra gündeme gelen tartışmaları ele alıyor. Her iki ülkeye dair zengin bir belge birikimine sırtlarını yaslayan yazarlar, bölgedeki komünist tecrübenin doğuşunu ve çöküşünü detaylı bir biçimde izah ediyor, zaman içerisinde İslamî parti oluşumları üzerinden geçersiz kılınan solun kusurlarına odaklanıyor ve İslamî yapıların sola dönük borcunu inceliyor.
Çalışmada ele alınan tarihsel dönem, Osmanlı’nın çöküşünden Ortadoğu’da devletlerin kurulduğu yirminci yüzyılın ilk aşamasına dek uzanan kesiti kapsıyor. Yazarlar, bu dönemin iki coğrafî “aşama”sı arasında sürekli gidip geliyorlar. Bu noktada ilk aşamada Lübnan’ın güneyine bakıyorlar. Yirmilerde hüküm süren Fransız mandası döneminden başlayarak Şii bölgesinde meydana gelen toplumsal ve politik değişimleri aktarıyorlar. Bölge, Filistin’i Osmanlı’ya ve Avrupa’ya başlayan bir ticaret merkezi iken, zamanla yeni kurulmuş Lübnan isimli ulus-devletin içinde kenara itilmiş bir alan hâline geliyor. İkinci aşamada ise yazarlar, Irak’taki Necef şehrini ele alıyorlar. Din okulları ile ünlü olan bu şehir toplumsal-dinî yüzeyde yükselme derdinde olan her Şii âlimin kaçınılmaz olarak uğradığı bir yer. Ama şehir, Irak’ın 1921’de İngilizlerin himayesi altında kurulması sonrası bir meşruiyet krizi içine giriyor. Yazarlar, burada da devletin oluşumunu tüm çıplaklığı ile veriyorlar, devletin kuruluşunun muhtelif toplumsal gruplar, bilhassa Necef’teki ulema üzerindeki etkilerini inceliyorlar. Bu âlimler onlarca yıl süren rahatsızlık sürecinin ardından, altmışların sonunda bir rönesansa tanıklık ediyorlar, ardından da komünist parti ve Marksist düşüncenin nüfuzu ile yüzleşiyorlar.
Lübnan’da Şii cemaati içindeki önemli isimler Fransız işgaline karşı çıkmış kişiler. Politik iddiaları her ne kadar tam olarak net olmasa da bu kişiler sonrasında büyük Suriye ya da büyük Arap devleti fikrini benimsiyorlar. Bu fikir, esas olarak sadece Lübnanlı Şiiler değil, Osmanlı sonrası tüm Arap toplumları genelinde hâkim olan belirsizlik ortamının bir sonucu. Bu ortam, Arap ulus-devletlerinin itiraz edilemeyecek birer gerçeklik olduğu tespitinin oluşumuna katkı sunuyor. Yazarlar, kitapta sadece seçkinlerin hareketine ait politik tarihin izleriyle ilgilenmiyorlar, ayrıca kitlesel politikleşme sürecine yol açan bir dizi toplumsal-ekonomik meseleyi ele alıyorlar. Bu noktada güney Lübnanlı köylülerin çilesini incelemeye tabi tutuyorlar, bunun yanında bu köylülerin azınlık konumundaki toprak sahibi aristokrasi ile ilişkilerine bakıyorlar ve daha önce görmezden geldikleri devletle temas kurdukça bu aristokrasinin politik nüfuzunun nasıl arttığını inceliyorlar.
Kitapta Lübnan’daki toplumsal hareketlerin doğuşuna, politik parti ve örgütlerin oluşumuna ve bunların modern Lübnan devleti ile kurdukları ilişkilere eşlik eden kültürel ve entelektüel değişimlere dair kapsamlı bir analize yer veriliyor. Lübnanlı Şiiler, kısmen farklı tarihsel akımların kesişiminde gelişme imkânı bulmuş önemli politik hareketlerin entelektüel tarihinin bir parçası, ayrıca Batı modernitesinin tüm epistemolojik bagajını yükleniyor. Söz konusu modernite yeni teknolojileri, özellikle kurumsal ve örgütsel kimi yenilikleri beraberinde getiriyor. Bu yeniliklerden biri de politik partinin kendisidir. Bu olgu söz konusu hareketlerin kaynaklarını seferber etmelerine ve “geleneksel” muadillerinden farklı bir yoldan kendi toplumsal taleplerini dillendirmelerine imkân sağlıyor.
Bunun dışında kitap, Şii ulema denilen o özel toplumsal sınıfın Osmanlı’nın çöküşü ile yaşanan politik karışıklıkla ve modern bir devletin kurulması süreciyle cebelleşmek için verdiği mücadeleyi ele alıyor. Fransız ve İngiliz kurumlarının sömürgecilikten kalma mirası, kültür ve aidiyet meselelerini gündeme getiriyor. Burada çoğunlukla gelenek-modernite veya din-sekülerlik gibi ikilikler belirleyici rol oynuyor. Marksizm sadece devletin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin yeni sosyo-ekonomik kurgusunu anlama konusunda bir dil sağlamakla kalmıyor, ayrıca toplumsal gerçekliğe dair “meşru” bilgiyi neyin teşkil ettiğine dair geleneksel uzlaşmayı istikrarsızlaştıran farklı bir ilerleme anlayışını gündeme getiriyor. Diğer Batılı politik ideolojiler gibi Marksizm de bu fikirlerin ilerlemesi için gerekli olan politik partinin çerçevesini teşkil ediyor. Marksizme kazanılmış olan Şii liderler, toplumlarını yeniden teşkil eden değişimlere yönelik uygun araçlardan yoksun olmaları sebebiyle, modernizm öncesi Lübnan’ın toplumsal, hukukî ve politik kurumları arasında karmaşık bir denge kuruyorlar.
Abisaab & Abisaab’ın kitapta net biçimde gösterdiği üzere, Lübnanlı Şii Müslümanlara göre, Marksizm hem kültürel kimliği hem de politik eylemi yeniden değerlendirmede en yıkıcı dünya görüşü olduğunu kanıtlamıştır. Zira Marksizm devletin zulmü ve ağır toplumsal eşitsizlikleri ifşa etme noktasında gerekli sözlükçeyi sunmuştur. “Ulema Evlerinde Komünistler” isimli bölümde bir dizi Lübnanlı âlim ile öğrencileri arasında yaşanan şiddetli tartışmalara yer verilir. Bu öğrencilerin bir kısmı Marksist fikirleri benimsemiş, böylelikle dünyaya dair tarihsel materyalist anlayışa sahip olmuştur. Marksizm örgütlü politik eylem için hem bir alet çantası hem de iman ve metafizik ile ilgili meselelerin tartışıldığı genel felsefî çerçeve hâline gelmiştir. Marksizmin nüfuzunun kapsamı en açık biçimde merci olan Seyyid Muhsin Emin’in üç oğlunun hayatlarında görülmektedir. Güney Lübnan’ın önde gelen fakihlerinden olan Emin’in üç oğlu da Marksizmle farklı yollardan bir muhabbet içerisine girmiştir. Haşim ismindeki oğlu Necef’te eğitim görmüş, ülkesine sadık bir ateist, Marksist aydın olarak geri dönmüş, Lübnanlı komünistlerle yaşadıklarından sonra dine tekrar bağlanmıştır. Seyyid Cafer ise bir dizi aktivist hareketi adına devletle çatışma içine girmiş, sonrasında hapse atılmış, komünistlerin hain suçlaması üzerinden onlardan kopmuş, gene de köylülerin toplumsal davasına sadakatini hiç yitirmemiştir.
Diğer bir Lübnanlı din âliminin oğlu olan Hüseyin Mürüvvet daha iniş çıkışlı bir tecrübeye sahip olmuştur. Mürüvvet, din eğitimi için Necef’e gitmiş, İslamî gelenek bağlamında “aydınlanma” ve “ilerleme” anlayışlarını benimsemiştir. Bu anlayışlara dair metinleri sömürgecilik karşıtı mücadelenin merceği üzerinden okumaya tabi tutan Mürüvvet Marksist olmuş, altmışlarda Lübnan Komünist Partisi’nin önemli ideologlarından biri hâline gelmiştir. Mürüvvet, Şam ve Bağdat’taki solcu faaliyetlerin o seküler dünyası ile Necef’in dinî yapısı arasında gidip gelmiştir. Abisaab & Abisaab’ın tespitiyle: “Bağdat’ta dinî kıyafetini ve türbanını çıkartıp görünümünü değiştirmektedir. Necef’e giderken de bunları tekrar giymektedir.” [s. 70]. Mürüvvet, on dokuzuncu yüzyıl sonunda ortaya çıkan Nahda (uyanış) hareketinin dile getirdiği entelektüel sorgulama sürecinin önemli bir temsilcisidir. Bu dönemde içteki reform ve Batı’nın nüfuzu Arapça yazıyı ve Arap felsefesini yeniden biçimlendirmiştir. Nahda’nın edebiyat ve politikayı birbirine harmanlayan pratiği geride köklü bir miras bırakmıştır: Necefli birçok din âlimi aynı zamanda şairdir. Dinî müfredatın önemli bir kısmı, aynı zamanda yetmişlerden sonra modern İslamî politikanın öncülerinden biri olan Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın eserleri birçok şiiri içermektedir.
Lübnanlı komünistlerle yaptığı mülâkatlar üzerinden Abisaab & Abisaab, parti üyelerinin Hz. Hüseyin’in şehadetinin anıldığı Aşura törenlerini toplumsal meseleler konusunda halkı bilinçlendirmek için kullandıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin bir seferinde işçi bayramı On Muharrem’e denk gelmiş, komünistler Aşura’yı devlet karşıtı bir gösteriye dönüştürmüş, eylemde Şiilerin ve Marksistlerin zulüm ve adaletsizlik karşıtı ifadelerine başvurulmuştur. Yıllar sonra Şii partisi Emel’in kurucusu Musa Sadr ve Hizbullah da aynı şeyi yapar. Bu türden politik bağdaştırma girişimleri İtalya’da komünistlerin kitleleri harekete geçirme konusunda Hristiyan ritüelleri ve uygulamaları ile kurdukları ile ilişkileri andırır. David Kertzer Yoldaşlar ve Hristiyanlar isimli çalışmasında bu türden çalışmalara dair bir açıklama sunmaktadır.
Lübnan’da Şiiler, ister komünistlerin isterse ulemanın çabaları sonucu, devlet iktidarından büyük ölçüde dışlanmış durumdadır. Kimlikleri üzerinden derin bir kriz içerisindedir. Irak’ta ise komünist parti üyeleri ekseriyetle Şii’dir ve devleti kontrol altına alma noktasına gelmişlerdir. Sonuçta komünistlerle Şiiler arasındaki ilişki daha çatışmalı bir nitelik arz eder, zira gücü giderek artan parti büyük toprak sahipleri sınıfını zayıflatacak toprak reformları için bastırmaktadır. Dinî sınıfın politikadan bağımsız oluşuna tarihsel planda katkı sunan husus ise bu sınıfın mali güvenliğini sağlayan güçlü toprak sahipleri ile kurduğu ittifaktır. Abisaab & Abisaab’ın da ifade ettiği üzere, Iraklı komünistler kırklarda İngiliz sömürgeciliğine karşı sürdürülmüş olan direnişin ön cephesinde olmuşlardır. 1958’de iktidara gelişinde komünistlerin devrimci çabalarının önemli etkisinin bulunduğu Abdülkerim Kasım’ın Aile Durumu Kanunu din âlimlerinin özel ve kamusal hayatı yönetme imkânını tehdit etmiştir. Sahip oldukları nispi güce bağlı olarak Iraklı komünistler Şii kimliği ile ilerici veya solcu toplumsal değişim anlayışını harmanlama konusunda Lübnanlı muadilleri kadar rahat değillerdir. Abisaab & Abisaab kitaplarında Iraklı solcu militanların ve aydınların şiirlerinden ve diğer yazılarından epey alıntı yaparlar. Bu komünistler Kerbela, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali gibi tarihsel Şii motiflerine başvurmaktadırlar.
Modern Şii politikası Irak komünistlerinin en parlak döneminde ortaya çıkar. Bu dönemde, 1957 yılında İslamî Dava Partisi kurulur. Sonrasında söz konusu politika yetmişlerde Lübnan’a yayılır. Ardından bilhassa Bakır Sadr ve Lübnanlı öğrencisi Muhammed Hüseyin Fadlallah’ı içeren küçük din âlimi grubu komünistlerin eski muhafızının genç nesilleri etkileyememesini eleştirir ve pratikte daha solcu bir dil benimser. Günümüz politik İslam’ının bu öncü isimleri bile Dava gibi politik partilerle aynı safta buluşmaz. Bu, ulema sınıfının geleneksel manada doğrudan politikayla uğraşmaya dönük hamlesi konusunda ısrarcı olduğunun bir kanıtıdır. Abisaab & Abisaab, ulema sınıfı içerisindeki dinginlik ve eylemlilik arasında vücut bulan bu gerilime dair detaylı bir analiz sunmaktadır. Söz konusu çatışma Sadr’ı geleneksel manada Şii içtihadı çalışmış önde gelen âlimleri temsil eden “merci” anlayışının “kurumsallaştırılması” noktasında yeni yollar üzerinde tefekkür etmeye iter. Bu muhtemelen, ilkin İran’da Ruhullah Humeyni’de görülen, parti yapılarını aşan bir liderlik rolünü üstlenmeye dair bir stratejidir. Bir zamanlar kültürel durgunluğun sembolü olarak algılanan Necef, Sadr’ın nüfuzu ile birlikte bölgedeki politik Şii mücadelesinin ana merkezi hâline gelir. Genç Şii öğrenciler Sadr’dan eğitim almak için Lübnan’dan ve başka yerlerden bu şehre gelirler. Sadr Marksizmin ve tarihe, felsefeye dair diğer materyalist anlayışların ilk eksiksiz İslamî eleştirisini kaleme alır.
Gramsci’ci bir hattı takip eden Abisaab & Abisaab, modern politik partinin yapısının sömürgeci devlete meydan okuma ya da onu ele geçirme mücadelesinde toplumsal değişimin ana merkezi hâline gelişinden bahseder. Aktardıklarına göre, Bakır Sadr “komünizmle rekabet etmek için her türden İslamcı hareketin ekonomik ilişkileri, devlet yasamasını ve toplumsal adaleti ele almak zorunda olduğunu kavramıştır.” (s. 97-98). Altmışlarda aslen Lübnanlı olan İranlı diğer bir din âlimi Seyyid Musa Sadr sonrasında Emel ismini alacak olan, Lübnan’daki partinin kurulup yönetilmesinde önemli bir rol oynar. Musa Sadr solcuların üzerinde durduğu toplumsal meseleler üzerinden hareket eder, ama bir yandan da komünistlerin eskiden beri mücadele ettiği devletin mezhepsel düzenlemesine uyum gösterir. Abisaab & Abisaab’a göre, Musa Sadr ulemanın otoritesini muhafaza etmek, böylelikle Yüksek İslamî Şii Şurası’nı teşkil etmek niyetindedir. Yazarların Musa Sadr ile ilgili olarak onun Lübnan’da “dinî farklılığı arttırdığına” dair ifadeleri nispeten kötümser bir dil içermektedir. Zira Musa Sadr, her türden politik diyalogun ve dinî teşebbüsün içinde aktif olarak yer almıştır. Önde gelen laik ve dindar âlimleri seminer ve konferanslar için bir araya getiren, 1946’da kurulan Lübnan Toplantıları isimli aydın derneğine katılmıştır. Ama gene de Musa Sadr’ın Libya’da ortadan kaybolması ardından, sonraki dönem Emel hareketinin 1975-1990 arası dönemde yaşanan Lübnan iç savaşında her türden milis kuvveti kadar çeteleştiğinden de bahsetmek gerekir.
İsrail’e karşı Hizbullah liderliğinde yürütülen örgütlü İslamî direnişin oluşumu Lübnan’daki Şii politikasında bir dönüm noktasına işaret eder. Abisaab & Abisaab Hizbullah’ın doğuşunu gayet iyi izah etmektedir. Onlara göre, Hizbullah “politik ve kamusal bir din”i savunmakta, “Humeyni’nin velâyeti fakih teorisini İsrail karşıtı kurtuluş hareketinin yerelde güttüğü amaçlara uydurmaktadır.” (s. 126). Hizbullah aslolarak sadece İsrail’le mücadeleye odaklanmak üzerinden Emel’den kendisini ayırır. Yazarların inceledikleri politik tarih epey teferruatlı olsa da kitapta bir husus öne çıkmaktadır: komünistlerin ve İslamcıların direnişe başvurmaları arasındaki farklılık. Komünist parti bilhassa seksenlerde dâhil olduğu İsrail karşıtı mücadeleye Filistin yanlısı veya İsrail karşıtı örgütlerle birlikte katılmıştır. Eğer komünistler ve İslamcılar ahlâkî doğrulukları ile tanınıyorsa, komünistlerin zaman içerisinde bu doğruluğu yitirdiğini, bunun da İsrail işgaline karşı cılız bir tepki geliştirmelerinin bir sonucu olduğunu görmek gerekir. Oysa Hizbullah bu süreçten daha etkili bir örgüt olarak çıkmayı bilmiştir.
Burada önemle üzerinde durulan husus, komünistlerin sahip olduğu genel kültürle (en azından Şii) İslamcıların genel kültürünün çok fazla örtüşmüş olmasıdır. Her iki hareketin öne çıkmasının sebebi, sahada yürüttükleri politik faaliyetlerinin devletle etkileşime girme veya politik partiler üzerinden kitleleri seferber etme, hatta militan eylemlere imza atma konusunda sahip olduğu etkidir. Kitabın geri kalan kısmında esas olarak Hizbullah’ın Lübnan devleti ile ilişkileri, örgütün iç savaş sonrası dönemde politik ortamla münasebetleri, İsrail işgaline karşı yürüttüğü başarılı direniş ve 2000’de toprakların özgürleştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bugün Lübnan toplumunda hâkim olan kamusal İslam’ın farklı biçimlerine değinen yazarlar, politikleşmiş İslam ile modernitenin uyumluluğu meselesine dair karmaşık bir teorik tartışma yürütmektedirler. Kitapta öne çıkan temalarla uyum arz etse de bu çaba, yazarların politik aktörlerin muğlâk bir modernite anlayışı ile nasıl başa çıktıklarına dair ilk anlama gayretleri ile karşıtlık arz etmektedir. Yazarlar İslamcıların “modern” olup olmadıkları üzerinde durmaktadırlar.
Daha geniş bir düzeyde yazarlar, sömürgecilik sonrası devletlerin politik tecrübelerine dair düşünce geliştirme noktasında üç önemli görevi başarıyla ifa etmektedirler. İlk görev bağlamında yazarlar, İslamî politikaya ait mirasın anlaşılmasının, korunmasının hatta “modernize” edilmesinin Ortadoğu olarak bilinen bölgedeki muhtelif devletlerin tarihlerine dair derinlikli bir incelemeyi gerekli kıldığı iddiasındadırlar. İkinci görev bağlamında bu kitabın iyi yaptığı bir şey de İslamcı ideolojilerin ve politik pratiklerin İslam’a ait kimi sabit, tarih dışı öğretilerden ve usullerden çok, bu hareketlerin içinden çıktıkları muhtelif toplumsal-ekonomik bağlamlara bağımlı olduğunu göstermesidir. Üçüncü ve son görev bağlamında ise yazarlar, modernite fikrinin dinî kimliklerin reddedilmesi veya onaylanmasından çok daha karmaşık ve çok daha acil bir mesele olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadırlar.
Beşir Saadî
1 Şubat 2016

0 Yorum: