Çalışmada ele alınan tarihsel dönem, Osmanlı’nın
çöküşünden Ortadoğu’da devletlerin kurulduğu yirminci yüzyılın ilk aşamasına
dek uzanan kesiti kapsıyor. Yazarlar, bu dönemin iki coğrafî “aşama”sı arasında
sürekli gidip geliyorlar. Bu noktada ilk aşamada Lübnan’ın güneyine bakıyorlar.
Yirmilerde hüküm süren Fransız mandası döneminden başlayarak Şii bölgesinde
meydana gelen toplumsal ve politik değişimleri aktarıyorlar. Bölge, Filistin’i
Osmanlı’ya ve Avrupa’ya başlayan bir ticaret merkezi iken, zamanla yeni
kurulmuş Lübnan isimli ulus-devletin içinde kenara itilmiş bir alan hâline
geliyor. İkinci aşamada ise yazarlar, Irak’taki Necef şehrini ele alıyorlar.
Din okulları ile ünlü olan bu şehir toplumsal-dinî yüzeyde yükselme derdinde
olan her Şii âlimin kaçınılmaz olarak uğradığı bir yer. Ama şehir, Irak’ın
1921’de İngilizlerin himayesi altında kurulması sonrası bir meşruiyet krizi
içine giriyor. Yazarlar, burada da devletin oluşumunu tüm çıplaklığı ile
veriyorlar, devletin kuruluşunun muhtelif toplumsal gruplar, bilhassa
Necef’teki ulema üzerindeki etkilerini inceliyorlar. Bu âlimler onlarca yıl
süren rahatsızlık sürecinin ardından, altmışların sonunda bir rönesansa
tanıklık ediyorlar, ardından da komünist parti ve Marksist düşüncenin nüfuzu
ile yüzleşiyorlar.
Lübnan’da Şii cemaati içindeki önemli isimler
Fransız işgaline karşı çıkmış kişiler. Politik iddiaları her ne kadar tam
olarak net olmasa da bu kişiler sonrasında büyük Suriye ya da büyük Arap
devleti fikrini benimsiyorlar. Bu fikir, esas olarak sadece Lübnanlı Şiiler
değil, Osmanlı sonrası tüm Arap toplumları genelinde hâkim olan belirsizlik
ortamının bir sonucu. Bu ortam, Arap ulus-devletlerinin itiraz edilemeyecek
birer gerçeklik olduğu tespitinin oluşumuna katkı sunuyor. Yazarlar, kitapta
sadece seçkinlerin hareketine ait politik tarihin izleriyle ilgilenmiyorlar,
ayrıca kitlesel politikleşme sürecine yol açan bir dizi toplumsal-ekonomik
meseleyi ele alıyorlar. Bu noktada güney Lübnanlı köylülerin çilesini incelemeye
tabi tutuyorlar, bunun yanında bu köylülerin azınlık konumundaki toprak sahibi
aristokrasi ile ilişkilerine bakıyorlar ve daha önce görmezden geldikleri
devletle temas kurdukça bu aristokrasinin politik nüfuzunun nasıl arttığını
inceliyorlar.
Kitapta Lübnan’daki toplumsal hareketlerin
doğuşuna, politik parti ve örgütlerin oluşumuna ve bunların modern Lübnan
devleti ile kurdukları ilişkilere eşlik eden kültürel ve entelektüel
değişimlere dair kapsamlı bir analize yer veriliyor. Lübnanlı Şiiler, kısmen farklı
tarihsel akımların kesişiminde gelişme imkânı bulmuş önemli politik
hareketlerin entelektüel tarihinin bir parçası, ayrıca Batı modernitesinin tüm
epistemolojik bagajını yükleniyor. Söz konusu modernite yeni teknolojileri,
özellikle kurumsal ve örgütsel kimi yenilikleri beraberinde getiriyor. Bu
yeniliklerden biri de politik partinin kendisidir. Bu olgu söz konusu
hareketlerin kaynaklarını seferber etmelerine ve “geleneksel” muadillerinden
farklı bir yoldan kendi toplumsal taleplerini dillendirmelerine imkân sağlıyor.
Bunun dışında kitap, Şii ulema denilen o özel
toplumsal sınıfın Osmanlı’nın çöküşü ile yaşanan politik karışıklıkla ve modern
bir devletin kurulması süreciyle cebelleşmek için verdiği mücadeleyi ele
alıyor. Fransız ve İngiliz kurumlarının sömürgecilikten kalma mirası, kültür ve
aidiyet meselelerini gündeme getiriyor. Burada çoğunlukla gelenek-modernite
veya din-sekülerlik gibi ikilikler belirleyici rol oynuyor. Marksizm sadece
devletin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin yeni sosyo-ekonomik kurgusunu anlama
konusunda bir dil sağlamakla kalmıyor, ayrıca toplumsal gerçekliğe dair “meşru”
bilgiyi neyin teşkil ettiğine dair geleneksel uzlaşmayı istikrarsızlaştıran
farklı bir ilerleme anlayışını gündeme getiriyor. Diğer Batılı politik
ideolojiler gibi Marksizm de bu fikirlerin ilerlemesi için gerekli olan politik
partinin çerçevesini teşkil ediyor. Marksizme kazanılmış olan Şii liderler,
toplumlarını yeniden teşkil eden değişimlere yönelik uygun araçlardan yoksun
olmaları sebebiyle, modernizm öncesi Lübnan’ın toplumsal, hukukî ve politik
kurumları arasında karmaşık bir denge kuruyorlar.
Abisaab & Abisaab’ın kitapta net biçimde
gösterdiği üzere, Lübnanlı Şii Müslümanlara göre, Marksizm hem kültürel kimliği
hem de politik eylemi yeniden değerlendirmede en yıkıcı dünya görüşü olduğunu
kanıtlamıştır. Zira Marksizm devletin zulmü ve ağır toplumsal eşitsizlikleri
ifşa etme noktasında gerekli sözlükçeyi sunmuştur. “Ulema Evlerinde Komünistler”
isimli bölümde bir dizi Lübnanlı âlim ile öğrencileri arasında yaşanan şiddetli
tartışmalara yer verilir. Bu öğrencilerin bir kısmı Marksist fikirleri
benimsemiş, böylelikle dünyaya dair tarihsel materyalist anlayışa sahip
olmuştur. Marksizm örgütlü politik eylem için hem bir alet çantası hem de iman
ve metafizik ile ilgili meselelerin tartışıldığı genel felsefî çerçeve hâline
gelmiştir. Marksizmin nüfuzunun kapsamı en açık biçimde merci olan Seyyid
Muhsin Emin’in üç oğlunun hayatlarında görülmektedir. Güney Lübnan’ın önde
gelen fakihlerinden olan Emin’in üç oğlu da Marksizmle farklı yollardan bir
muhabbet içerisine girmiştir. Haşim ismindeki oğlu Necef’te eğitim görmüş,
ülkesine sadık bir ateist, Marksist aydın olarak geri dönmüş, Lübnanlı
komünistlerle yaşadıklarından sonra dine tekrar bağlanmıştır. Seyyid Cafer ise
bir dizi aktivist hareketi adına devletle çatışma içine girmiş, sonrasında
hapse atılmış, komünistlerin hain suçlaması üzerinden onlardan kopmuş, gene de
köylülerin toplumsal davasına sadakatini hiç yitirmemiştir.
Diğer bir Lübnanlı din âliminin oğlu olan Hüseyin Mürüvvet
daha iniş çıkışlı bir tecrübeye sahip olmuştur. Mürüvvet, din eğitimi için
Necef’e gitmiş, İslamî gelenek bağlamında “aydınlanma” ve “ilerleme”
anlayışlarını benimsemiştir. Bu anlayışlara dair metinleri sömürgecilik karşıtı
mücadelenin merceği üzerinden okumaya tabi tutan Mürüvvet Marksist olmuş,
altmışlarda Lübnan Komünist Partisi’nin önemli ideologlarından biri hâline
gelmiştir. Mürüvvet, Şam ve Bağdat’taki solcu faaliyetlerin o seküler dünyası
ile Necef’in dinî yapısı arasında gidip gelmiştir. Abisaab & Abisaab’ın
tespitiyle: “Bağdat’ta dinî kıyafetini ve türbanını çıkartıp görünümünü
değiştirmektedir. Necef’e giderken de bunları tekrar giymektedir.” [s. 70]. Mürüvvet,
on dokuzuncu yüzyıl sonunda ortaya çıkan Nahda (uyanış) hareketinin dile
getirdiği entelektüel sorgulama sürecinin önemli bir temsilcisidir. Bu dönemde
içteki reform ve Batı’nın nüfuzu Arapça yazıyı ve Arap felsefesini yeniden
biçimlendirmiştir. Nahda’nın edebiyat ve politikayı birbirine harmanlayan
pratiği geride köklü bir miras bırakmıştır: Necefli birçok din âlimi aynı
zamanda şairdir. Dinî müfredatın önemli bir kısmı, aynı zamanda yetmişlerden
sonra modern İslamî politikanın öncülerinden biri olan Muhammed Hüseyin
Fadlallah’ın eserleri birçok şiiri içermektedir.
Lübnanlı komünistlerle yaptığı mülâkatlar
üzerinden Abisaab & Abisaab, parti üyelerinin Hz. Hüseyin’in şehadetinin
anıldığı Aşura törenlerini toplumsal meseleler konusunda halkı bilinçlendirmek
için kullandıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin bir seferinde işçi bayramı On
Muharrem’e denk gelmiş, komünistler Aşura’yı devlet karşıtı bir gösteriye
dönüştürmüş, eylemde Şiilerin ve Marksistlerin zulüm ve adaletsizlik karşıtı
ifadelerine başvurulmuştur. Yıllar sonra Şii partisi Emel’in kurucusu Musa Sadr
ve Hizbullah da aynı şeyi yapar. Bu türden politik bağdaştırma girişimleri
İtalya’da komünistlerin kitleleri harekete geçirme konusunda Hristiyan
ritüelleri ve uygulamaları ile kurdukları ile ilişkileri andırır. David Kertzer
Yoldaşlar ve Hristiyanlar isimli
çalışmasında bu türden çalışmalara dair bir açıklama sunmaktadır.
Lübnan’da Şiiler, ister komünistlerin isterse
ulemanın çabaları sonucu, devlet iktidarından büyük ölçüde dışlanmış
durumdadır. Kimlikleri üzerinden derin bir kriz içerisindedir. Irak’ta ise
komünist parti üyeleri ekseriyetle Şii’dir ve devleti kontrol altına alma
noktasına gelmişlerdir. Sonuçta komünistlerle Şiiler arasındaki ilişki daha
çatışmalı bir nitelik arz eder, zira gücü giderek artan parti büyük toprak
sahipleri sınıfını zayıflatacak toprak reformları için bastırmaktadır. Dinî
sınıfın politikadan bağımsız oluşuna tarihsel planda katkı sunan husus ise bu
sınıfın mali güvenliğini sağlayan güçlü toprak sahipleri ile kurduğu
ittifaktır. Abisaab & Abisaab’ın da ifade ettiği üzere, Iraklı komünistler
kırklarda İngiliz sömürgeciliğine karşı sürdürülmüş olan direnişin ön
cephesinde olmuşlardır. 1958’de iktidara gelişinde komünistlerin devrimci
çabalarının önemli etkisinin bulunduğu Abdülkerim Kasım’ın Aile Durumu Kanunu
din âlimlerinin özel ve kamusal hayatı yönetme imkânını tehdit etmiştir. Sahip
oldukları nispi güce bağlı olarak Iraklı komünistler Şii kimliği ile ilerici
veya solcu toplumsal değişim anlayışını harmanlama konusunda Lübnanlı
muadilleri kadar rahat değillerdir. Abisaab & Abisaab kitaplarında Iraklı
solcu militanların ve aydınların şiirlerinden ve diğer yazılarından epey alıntı
yaparlar. Bu komünistler Kerbela, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali gibi tarihsel Şii
motiflerine başvurmaktadırlar.
Modern Şii politikası Irak komünistlerinin en
parlak döneminde ortaya çıkar. Bu dönemde, 1957 yılında İslamî Dava Partisi
kurulur. Sonrasında söz konusu politika yetmişlerde Lübnan’a yayılır. Ardından
bilhassa Bakır Sadr ve Lübnanlı öğrencisi Muhammed Hüseyin Fadlallah’ı içeren
küçük din âlimi grubu komünistlerin eski muhafızının genç nesilleri
etkileyememesini eleştirir ve pratikte daha solcu bir dil benimser. Günümüz
politik İslam’ının bu öncü isimleri bile Dava gibi politik partilerle aynı
safta buluşmaz. Bu, ulema sınıfının geleneksel manada doğrudan politikayla
uğraşmaya dönük hamlesi konusunda ısrarcı olduğunun bir kanıtıdır. Abisaab
& Abisaab, ulema sınıfı içerisindeki dinginlik ve eylemlilik arasında vücut
bulan bu gerilime dair detaylı bir analiz sunmaktadır. Söz konusu çatışma
Sadr’ı geleneksel manada Şii içtihadı çalışmış önde gelen âlimleri temsil eden
“merci” anlayışının “kurumsallaştırılması” noktasında yeni yollar üzerinde
tefekkür etmeye iter. Bu muhtemelen, ilkin İran’da Ruhullah Humeyni’de görülen,
parti yapılarını aşan bir liderlik rolünü üstlenmeye dair bir stratejidir. Bir
zamanlar kültürel durgunluğun sembolü olarak algılanan Necef, Sadr’ın nüfuzu
ile birlikte bölgedeki politik Şii mücadelesinin ana merkezi hâline gelir. Genç
Şii öğrenciler Sadr’dan eğitim almak için Lübnan’dan ve başka yerlerden bu
şehre gelirler. Sadr Marksizmin ve tarihe, felsefeye dair diğer materyalist
anlayışların ilk eksiksiz İslamî eleştirisini kaleme alır.
Gramsci’ci bir hattı takip eden Abisaab &
Abisaab, modern politik partinin yapısının sömürgeci devlete meydan okuma ya da
onu ele geçirme mücadelesinde toplumsal değişimin ana merkezi hâline gelişinden
bahseder. Aktardıklarına göre, Bakır Sadr “komünizmle rekabet etmek için her
türden İslamcı hareketin ekonomik ilişkileri, devlet yasamasını ve toplumsal
adaleti ele almak zorunda olduğunu kavramıştır.” (s. 97-98). Altmışlarda aslen
Lübnanlı olan İranlı diğer bir din âlimi Seyyid Musa Sadr sonrasında Emel
ismini alacak olan, Lübnan’daki partinin kurulup yönetilmesinde önemli bir rol
oynar. Musa Sadr solcuların üzerinde durduğu toplumsal meseleler üzerinden
hareket eder, ama bir yandan da komünistlerin eskiden beri mücadele ettiği
devletin mezhepsel düzenlemesine uyum gösterir. Abisaab & Abisaab’a göre,
Musa Sadr ulemanın otoritesini muhafaza etmek, böylelikle Yüksek İslamî Şii
Şurası’nı teşkil etmek niyetindedir. Yazarların Musa Sadr ile ilgili olarak
onun Lübnan’da “dinî farklılığı arttırdığına” dair ifadeleri nispeten kötümser
bir dil içermektedir. Zira Musa Sadr, her türden politik diyalogun ve dinî
teşebbüsün içinde aktif olarak yer almıştır. Önde gelen laik ve dindar âlimleri
seminer ve konferanslar için bir araya getiren, 1946’da kurulan Lübnan
Toplantıları isimli aydın derneğine katılmıştır. Ama gene de Musa Sadr’ın Libya’da
ortadan kaybolması ardından, sonraki dönem Emel hareketinin 1975-1990 arası
dönemde yaşanan Lübnan iç savaşında her türden milis kuvveti kadar
çeteleştiğinden de bahsetmek gerekir.
İsrail’e karşı Hizbullah liderliğinde yürütülen
örgütlü İslamî direnişin oluşumu Lübnan’daki Şii politikasında bir dönüm
noktasına işaret eder. Abisaab & Abisaab Hizbullah’ın doğuşunu gayet iyi
izah etmektedir. Onlara göre, Hizbullah “politik ve kamusal bir din”i
savunmakta, “Humeyni’nin velâyeti fakih teorisini İsrail karşıtı kurtuluş
hareketinin yerelde güttüğü amaçlara uydurmaktadır.” (s. 126). Hizbullah
aslolarak sadece İsrail’le mücadeleye odaklanmak üzerinden Emel’den kendisini
ayırır. Yazarların inceledikleri politik tarih epey teferruatlı olsa da kitapta
bir husus öne çıkmaktadır: komünistlerin ve İslamcıların direnişe başvurmaları
arasındaki farklılık. Komünist parti bilhassa seksenlerde dâhil olduğu İsrail
karşıtı mücadeleye Filistin yanlısı veya İsrail karşıtı örgütlerle birlikte
katılmıştır. Eğer komünistler ve İslamcılar ahlâkî doğrulukları ile
tanınıyorsa, komünistlerin zaman içerisinde bu doğruluğu yitirdiğini, bunun da
İsrail işgaline karşı cılız bir tepki geliştirmelerinin bir sonucu olduğunu
görmek gerekir. Oysa Hizbullah bu süreçten daha etkili bir örgüt olarak çıkmayı
bilmiştir.
Burada önemle üzerinde durulan husus,
komünistlerin sahip olduğu genel kültürle (en azından Şii) İslamcıların genel
kültürünün çok fazla örtüşmüş olmasıdır. Her iki hareketin öne çıkmasının
sebebi, sahada yürüttükleri politik faaliyetlerinin devletle etkileşime girme
veya politik partiler üzerinden kitleleri seferber etme, hatta militan
eylemlere imza atma konusunda sahip olduğu etkidir. Kitabın geri kalan kısmında
esas olarak Hizbullah’ın Lübnan devleti ile ilişkileri, örgütün iç savaş sonrası
dönemde politik ortamla münasebetleri, İsrail işgaline karşı yürüttüğü başarılı
direniş ve 2000’de toprakların özgürleştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bugün
Lübnan toplumunda hâkim olan kamusal İslam’ın farklı biçimlerine değinen
yazarlar, politikleşmiş İslam ile modernitenin uyumluluğu meselesine dair
karmaşık bir teorik tartışma yürütmektedirler. Kitapta öne çıkan temalarla uyum
arz etse de bu çaba, yazarların politik aktörlerin muğlâk bir modernite
anlayışı ile nasıl başa çıktıklarına dair ilk anlama gayretleri ile karşıtlık
arz etmektedir. Yazarlar İslamcıların “modern” olup olmadıkları üzerinde
durmaktadırlar.
Daha geniş bir düzeyde
yazarlar, sömürgecilik sonrası devletlerin politik tecrübelerine dair düşünce
geliştirme noktasında üç önemli görevi başarıyla ifa etmektedirler. İlk görev
bağlamında yazarlar, İslamî politikaya ait mirasın anlaşılmasının, korunmasının
hatta “modernize” edilmesinin Ortadoğu olarak bilinen bölgedeki muhtelif
devletlerin tarihlerine dair derinlikli bir incelemeyi gerekli kıldığı
iddiasındadırlar. İkinci görev bağlamında bu kitabın iyi yaptığı bir şey de
İslamcı ideolojilerin ve politik pratiklerin İslam’a ait kimi sabit, tarih dışı
öğretilerden ve usullerden çok, bu hareketlerin içinden çıktıkları muhtelif
toplumsal-ekonomik bağlamlara bağımlı olduğunu göstermesidir. Üçüncü ve son
görev bağlamında ise yazarlar, modernite fikrinin dinî kimliklerin reddedilmesi
veya onaylanmasından çok daha karmaşık ve çok daha acil bir mesele olduğunu net
bir biçimde ortaya koymaktadırlar.
Beşir Saadî
1 Şubat 2016
1 Şubat 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder