05 Nisan 2016

,

Terör, İdeoloji ve Korku


Onların Şiddeti, Bizim Değerlerimiz:
Avrupa’nın Politik Muhalefete Yönelik Tepkisinin Tarihi
Terör, İdeoloji ve Korku: İşte Avrupa’nın Hikâyesi
Brüksel’de gerçekleştirilen son terörist saldırılar, Avrupa’nın politik şiddet tehdidi ile içte ve dışta nasıl başa çıkması gerektiğine dair bir tartışmayı da alevlendirdi. 11 Eylül saldırılarından beri söz konusu mücadele, hâkim anlatı eliyle ideolojik bir savaş bağlamı içine oturtuluyor. Bu savaş, çatışan değerler sistemine dayandırılıyor. İlgili anlayışın örneğini Paris saldırıları ardından Küresel Siyaset Enstitüsü’nden Jacques Reland şu şekilde veriyor:
“Bence bu saldırılar, Batı’nın değerlerine karşı verilen savaşın hâlen daha devam ettiğini ortaya koyuyor. Bu, Fransız toplumuna, Fransız yaşam tarzına, Fransız kültürüne, daha genel mânâda Avrupa’nın değerleri olan demokrasiye ve özgürlüğe yapılmış bir saldırıdır.”
Aynı minvalde Fransız Stratejik Araştırmalar Vakfı isimli düşünce kuruluşundan Bruno Tertrais de aynı cümleyi tekrarlıyor: “Bu, fikirlerin savaşıdır.”:
“[…] Cuma akşamı hedef alınan da, IŞİD’e göre nefretin ve sapkınlıkların başkenti olan Paris’in kimliği ve ruhudur. Birçok Fransız, IŞİD’in intikam isteyen bildirisinde aşırı seküler ülkelerinin ‘üzerinde haç bulunan bir bayrak’la tarif edildiğini gördüklerinde şaşırdı. Oysa burada Fransa’nın Ortadoğu’da uyguladığı politikalar silâhlı cihadistler için ikincil bir gerekçe sunuyor. Cumhurbaşkanı Hollande’ın Cumartesi sabahı söylediği gibi: olduğumuz şey yüzünden hedef alındık.”
Bunlar gayet özgül ifadeler. Söz konusu yaklaşımlar, bu tür şiddet anlarını belirli bir sürekliliğin içerisine yerleştiriyor, değerlerarası köklü bir çatışmaya ideolojik tepki geliştirilmesini gerekli kılıyor, gerçek dünyadaki öfkelerden kaynaklanan, politik motivasyona sahip şiddettense kimse bahsetmiyor.
George Cruickshank’in 1819 tarihli bir karikatürü. Karikatür reformlar için kampanya yürüten “radikaller”i alaya alıyor, onları birer tehlikeli katil ve ahlâksız birer ateist olarak resmediyor.
2004’te Madrid’de patlayan bombaların ardından o dönemde İspanya başbakanı olan Jose Maria Aznar şunları söylüyordu:
“İspanya’nın El-Kaide ve İslamî terörizmle meselesi Irak krizi ile başlamadı. Esasında bu meselenin hükümetin kararları ile de bir alakası yok. Bu noktada İspanya’nın Mağriplilerce işgal edilmesi, ardından İslam dünyasının bir parçası olmayı reddedip kimliğini yeniden kazanmak için uzun bir mücadeleye başladığı sekizinci yüzyıla, ta bin üç yüz yılı aşkın bir zaman öncesine geri dönmeniz gerekiyor.”
Yıllar içinde bu anlayış, birçok devlet adamınca tekrar tekrar dile getirildi. Tony Blair, “kötülüğün ideolojisi”ni mağlup etmekten bahsetti. Hükümette değişiklik yapmak ve terörizmle mücadele siyaseti konusunda farklı bir yaklaşım sergilemek yerine, muhafazakârlar ve liberal demokratlardan oluşan koalisyon bu düşünce çizgisini sürdürdü. Şimdi başımızda olan muhafazakâr çoğunluk üzerinden bu çizgi varlığını muhafaza etti.
İngiliz hükümetinin en son geliştirdiği aşırıcılıkla mücadele stratejisine göre “aşırıcılık”, özelde “İslamî aşırıcılık”, istisnai bir cevabı gerekli kılan yeni bir tehdit. Muhafazakâr parti hükümetinin bakanlar kurulundaki üst düzey isimler, bu özel mücadelenin değerler üzerinden verileceğini ifade ediyorlar. Mesele, artık İngiliz veya Avrupalı “yaşam tarzı”nı korumak. David Cameron şu iddiada:
“İslamcı aşırıcılıkla mücadele, kanaatime göre, içinde bulunduğumuz kuşağın en büyük mücadelelerinden biridir. Bu zehirli ideolojiye cevap geliştirirken, önümüze şöylesi bir seçenek çıkıyor: gözlerimizi kapatıp çocuklarımıza eldivenlerini giydirdikten sonra değerlerimizin bir şekilde ayakta kalmasını mı umut edeceğiz?”
Hükümetin mevcut işleminin ve düşüncesinin olağandışı bir cevap geliştirebildiğini söylemek ne kadar mümkün? Terörizm tehdidi ve ona karşı verdiğimiz tepki, Avrupa’nın uzun bir tarihsel geleneği içerisine yerleştirilebilir mi?
Bu makalede ben, öncelikle tarihçi Adam Zamoyski ve antropolog Lale Halili’nin iki çalışması üzerinden, aşırıcılıkla mücadele politikalarını tartışacağım. İngiltere ve Avrupa’da bu politikaların uzun bir geçmişi var ve pek de olağandışı değil.
1792 tarihli, Thomas Rowlandson’a ait bir oyma baskı. Cumhuriyetçiler ve Eşitlikçilere karşı Özgürlüğü ve Mülkiyeti Koruma Derneği adına hazırlanmış [Kaynak: http://www.brh.org.uk]
Aydınlanma’ya Karşı Avrupa: Unutulmuş Bir Tarih
Adam Zamoyski’nin Phantom Terror: the Threat of Revolution and the Repression of Liberty ["Hayalî Terör: Devrim Tehdidi ve Özgürlüğün Bastırılması -2015"] isimli kitabı yukarıda yöneltilen soruların hiçbirisine cevap vermiyor, bize sadece kimi paralel görüşler temin etmemize imkân sağlıyor:
“Daha da derinleştikçe gördüm ki bu panik, belirli ölçüde günümüz hükümetlerince canlı tutulmuş. Ayrıca bir de yeni kontrol ve baskı yöntemlerinin takdimini kolaylaştıran politik ve toplumsal düzeni güven altına alma ihtiyacının bilincine vardım. Son yaşanan olaylar bana çok şey anımsattı; halk içerisinde Bolşeviklere, Yahudilere, faşistlere ve İslamcılara yönelik korkunun koşullanması, iktidardakiler için çok faydalı ve sözde tehditten bireyi korumak için kimi tedbirlerin alınması ile bireyin hürriyetine sınırlamalar getiriyor. Aklımdaki şeyin tarihsel-kültürel bir olgu olup olmadığına dair merakımı giderme isteğim, sonrasında beni çok daha ciddi bir amaca odaklanmaya itti. Bunun üzerine ele aldığım konunun bugünle yakından ilgili olduğunu fark ettim.”
Zamoyski’nin kitabı, on sekizinci yüzyılda İngiltere dâhil birçok Avrupa ülkesinin genç ve duyarlı zihinleri aydınlanma ideallerinin radikalize edeceği korkusu ile aldığı baskıcı terörizmle/aşırıcılıkla mücadele tedbirlerini detaylı olarak aktarıyor. Çalışmada Zamoyski, halklar dâhilinde insanların haklarından mahrum edilmesinin sebeplerine odaklanmak yerine, o günün krallıklarının tıpkı bugünkü Cameron gibi “fitneci” düşüncenin asıl sebebi olarak ideolojiyi nasıl suçladıklarına bakıyor ("Terörizmin gerçekte bir semptom olduğunu biliyoruz; asıl sebep ideolojidir.”)
Aydınlanma düşüncesi ve diğer yıkıcı fikirler, Avrupa’da iktidarın sürekliliği için bir tehdit olarak görüldü. Avusturya kralı II. Joseph, tüm bu tür düşüncelerin ezilmesi gerektiğini söylüyordu.
“O, tebaasını yanlış felsefe ve ‘aydınlanmanın fanatizmi’ olarak gördüğü şeyden korumanın gerekli olduğuna inanıyordu. Eğitim sistemini belirli bir çerçeveye oturttu ve 1782’de Graz Üniversitesi’ni kapattı. Katı bir sansür uyguladı. Bu, kötü yazarlardan uzak durmak için gerekliydi. Ayrıca eğitim, din ve krallık gibi başlıkları kapsamakla birlikte, ‘doğru düşünme tarzı’na odaklanıyordu. Kral, tarikatların farkındaydı, Mason localarından okuma kulüplerine dek tüm örgütlenme faaliyetlerinin etrafa hata yayıp durduğunu düşünüyordu. Yabancılar şüpheli varlıklardı, din adamları gibi bunlar da sürekli izleniyorlardı.”
Fransız Devrimi’ne arka çıkan birçok düşünce ilk başta önemli bir kısmı üniversitelerde ortaya çıkmış özel grup ve cemaatlerce tanımlandığından, Avrupa devletlerinin bu tür grupların oluşmasına verdiği cevap bunları kapatmak yönünde oldu.
Avusturya, bu tarz tedbirler alma konusunda yalnız değildi. Benzer politikalar Fransa, Almanya, Sardunya ve Rusya gibi birçok Avrupa ülkesinde uygulandı, ama gene de toplum dâhilinde önleme amaçlı politikayı perçinleyen bir tek Avusturya idi.
Francis’in Hapsburg Hanedanlığı’nın başına geçmesinden birkaç gün sonra yeni bir baskı dönemi başladı. Bu dönemde özellikle polislere “fanatik sözde aydınlanma”nın ayrıca kamu düzenini tehdit edecek başka her türden fikirlerin her yerde ve sürekli olarak izlenmesi talimatı verildi.
Dahası ilk olarak okullarda çocuklara kimi fikirlerin zerk edilmesine çalışıldı. İmparatorluk genelinde uygulanacak bir karar alındı. 10 Mart 1796’da alınan bu karara göre, “işi ilk ve ortaokullarda öğrencilerin davranışını ahlaka ve düzene uygun olup olmamaya göre sürekli gözetlemek ve öğretmenlerinin politik tutumları ile ahlakî vasıflarını her daim gözetim altında tutacak olan bir okul polisi teşkilâtı kuruldu. Tiyatrocular gibi öğretmenlerin de ‘doğaçlama’ yapmaları yasaklandı. Sadece onaylı ders kitaplarını kullanabilecekler ve kitaba uygun ele alsalar bile politik konulara girmekten kaçınacaklardı, zira onların öğrencilere kazara yanlış fikirler aşılaması muhtemeldi.”
Avrupa genelinde krallıkların gösterdikleri bu tepkilere karşı olanlar da vardı. Genç Richelieu Dükü itidal önerdi ve şunları söyledi:
“Bu yaklaşım da dünyayı altüst eden diğerleri gibi benzer sonuçlar üretecek. Eğer kendi hâline bırakılsa yok olur gider ve bir daha ortaya çıkmaz. Ama baskı görürse zamanla şehitleri olur, ömrü uzar, doğal süresini aşar.”
İngiltere’deki anayasal kralcıların hükümeti döneminde Avrupa’nın diğer kısmında meydana gelen aşırılıklara pek itiraz edilmedi, aksine aynı yolda yüründü. Zamoyski’nin yazdığı gibi, her daim Fransız Devrimi’ne karşı çıkmış bir isim olan Edmund Burke, “her türden değişim arzusunu devrimci gayeyle eşitledi ve ‘eğer muhalifler imkân bulsalar, Hristiyanlığın kökünü kuruturlar’ uyarısında bulundu. Esasında Burke’e göre, kendisi gibi olmayan herkes teröristti, bir seferinde İngiliz gazetecileri Paris’teki Jakoben Kulübü’nden para almakla suçladı.”
2015’te “aşırıcı” fikir ve inançlar İngiliz toplumuna gerçek ve fiili bir tehlike olarak sunuluyor. Bu yaklaşım, geçmişteki örneklere benzer deneyimleri Müslümanlara yaşatıyor. Güvenlik güçleri ev sahiplerine kiracılarının “aşırıcı” faaliyetlere karıştığını söylüyor, bunun sonucunda kiracılar hiçbir kanıt ya da sebep öne sürülmeden evlerinden çıkartılıyorlar. “Aşırıcı” isimlerin konuşacakları etkinlikler iptal ediliyor. Herkesin bildiği kişiler, inanç ve fikirlerinden ötürü evlerinden alınıyorlar. Tüm bunlar, Zamyoski’nin aktardığı 1792 Britanya’sında yaşananlara benziyor:
“Arazi sahipleri, kiracılarını radikal görüşlere sahip oldukları takdirde evlerinden atmakla tehdit ediyor, işverenler aynı sebeple işçilerini işten atıyor, reformcu cemaatlere üye tüccarlar ve dükkân sahipleri müşterilerinin boykotuna maruz kalıyor, ülkenin belirli kısımlarında tek tek evlere girilip kişilerin sadakatleri kontrol ediliyordu. Han sahipleri, toplantı için reformcu derneklere oda ve yer vermeyi reddediyorlardı. Bir seferinde Cambridge Üniversitesi Mahkemesi, Fransız Devrimi’ne onay veren bir bildiriyi yayınladığı için öğretim görevlilerinden birini okuldan atmıştı. Adaylardan biri reformu destekliyor diye Kimya Kürsüsü Başkanlığı seçimi ertelenmişti.”
Fransız Devrimi’ni destekleyen fikirlere dönük korkuyu fiiliyatta yöneten, içişleri bakanlığı idi. Muhbirler ağına ek olarak polis Fransa’ya has yıkıcılıkla ilgili korkuyu yayın yoluyla yaymak için The Sun ve True Briton gazetelerine destek sunuyordu. Halk arasında korkunun düzeyinin iyice yükselmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Zamoyski’nin ifadesiyle:
“Bu genel panik hâli dâhilinde içişleri bakanlığı ve hazine avukatları bürosu reformcu derneklere sızmak, her türden şüpheliyi rapor etmek ve kamusal alanlara gizlice yerleşip halkın ruh hâlini ölçmek için casuslar görevlendirdi. 1792’nin ikinci yarısında bu casuslar kışkırtıcı sohbetleri, hükümete dönük hoşnutsuzluklara dair ifadeleri, krala hatta asker ve polise karşı gelen çıkışları rapor etmeye başladı.”
Bu döneme dair incelemesinde Zamoyski’nin sunduğu önemli görüşlerden birisi de hükümetin devreye soktuğu şebekelerin ne kadar vasıfsız olduğuyla ilgili. Görev başındaki polisler, en ufak kışkırtıcı konuşmayı ve tartışmayı rapor etmekte, buradaki tespitler de muhbirin kendi bakış açısına dayalı olarak biçimlenmektedir.
Avrupa’daki krallıkları kuşatan bu korku iklimi 23 Mart 1819’da zirveye ulaşır. O gün aydınlanma felsefesi, Avrupa’daki ilk terörist intihar eyleminin sorumluluğunu üstlenir. Prusya’da Jena Üniversitesi’nden bir öğrenci olan Karl Ludwig Sand ünlü yazar August von Kotzebue’nün evine girer, kısa bir konuşmanın ardından birkaç kez onu bıçakladıktan sonra elindeki bıçağı midesine saplar.
Aydınlanma karşıtı faaliyetleri yöneten Alman bakan Klemens von Metternich bilhassa öğretmenlerin oynadığı rol üzerinde durur. Onun kanaatine göre, “öğretmenler neyin kötü olduğunu bilmezlerse, tüm bir kuşağı devrimcileştirebilir.”
Cinayetin sonuçları tüm Avrupa’da hissedilir. Aynı yıl Çar Alexander, Kazan Üniversitesi’nin ateizmden ve ahlaksızlıktan temizlenmesini emreder. Bunun sonucunda öğretim kadrosunun yarısı işten atılır:
“Kütüphane, Makyavelli’den başlayarak, tüm aydınlanma felsefecilerinin ve o günün birçok Alman yazarın ihanet yüklü eserlerinden temizlendi. Kitab-ı Mukaddes’e uymadığı için jeoloji müfredattan çıkartıldı, matematik ve felsefe dersleri azaltıldı, dinî eğitim verilmesi amacıyla okula rahipler getirildi.”
O günlerde Prusyalı bakan Karl Albert von Kamptz şu uyarıyı yapıyordu: “Fransa’da ilkin ansiklopedistler, ardından anayasacılar, sonra da cumhuriyetçiler çıktı ortaya, onları da kral katilleri ve hainler izledi. Bugün burada katillerle ve hainlerle yüzleşmek istemiyorsak, ansiklopedistlerin ve anayasacıların ortaya çıkmasına ve kök bulmasına izin vermemeliyiz.”
Bugün İngiliz hükümetinin önleme stratejisi de benzer bir şey söylüyor ve aynı anlayışa sırtını yaslıyor: fikirler ve şiddet arasında düz bir çizgi vardır. Bu anlayış, Cameron’ın Temmuz 2015’te yaptığı konuşmada karşılığını şu şekilde buluyor:
“Tüm işe, yüzleştiğimiz tehdidi ve onunla neden yüzleştiğimizi anlamakla başlamak gerek. İslamcı aşırıcılıkta bizim asıl mücadele ettiğimiz şey ideolojidir. Bu, uç bir öğretidir. Her türden uç öğreti gibi yıkıcıdır. Olsa olsa sonuçta kendi barbar âlemini kurmak için ulus-devletleri yok etmeye çalışır. Çoğunlukla bu amaca ulaşmak için şiddete destek verir. Bu şiddet büyük ölçüde bu hastalıklı dünya görüşünü benimsemeyen Müslümanlara yöneliktir. Ama sizin aşırıcıların gelişip serpildiği bir iklim teşkil eden belirli hoşgörüsüz fikirleri benimsemek için şiddete destek çıkmanız gerekmez.”
Bu türden bir söylem, bugün IŞİD türünden gruplar üzerinden yüzleştiğimiz tehdidi anlayamamakla kalmıyor, ayrıca tehditleri destekleyen şiddet ve öfke tarihini, o tehditlere yönelik bugünkü cevapları da kavrayamıyor.
Gölgede Kalmış Dönem:
Avrupa’nın Sömürge Karşıtı Politik Muhalefete Tepkileri
Zamoyski’den farklı olarak Lale Halili’nin Time in the Shadows: Confinement in Counterinsurgencies [“Gölgede Kalmış Dönem: Kontrgerilla Harekâtı Kapsamında Tutukluluk” -2013] isimli kitabı, geçmişle bugün arasındaki açık paralellikler üzerinde durur. Esasında bu kitabın amacı da uygulamalar dâhilinde sömürge döneminden bugüne uzanan hattı ortaya koymaktır.
Kitabın önemli bir kısmı, Avrupa ve ABD hükümetlerince kontrgerilla stratejileri kapsamında benimsenen tutuklama anlayışına odaklanır. Ancak kitap, ayrıca bu türden stratejilerin kapsamlı bir ideolojik mücadele bağlamı içine yerleştirir. Bu ideolojinin temelini ırkçılık ve yabancı düşmanlığı teşkil eder. Halili’nin ifadesiyle:
“Düşmanın ırkîleştirilmesi, özgürlüğü hedef alan kontrgerilla faaliyetleri için hayatî önemdedir. Nihayetinde oluşturulan ırksal hiyerarşi, özgürlüğü dışlayan yöntemlerle özgürlükçü söylem, kanlı el ile tatlı dil, savaş silâhları ile abartılı özgürleştiricilik arasındaki gerilimi çözer.”
Avrupa’nın on sekizinci yüzyılda aydınlanmaya verdiği tepki dâhilinde temel haklar ve özgürlükler bastırılır, bu, iki yüzyıl boyunca Avrupa ve ABD’deki hükümetlerin ana politikasıdır. Örneğin Halili’nin ortaya koyduğu kanıtlara göre, Fransa’nın Hindiçini’nde uygulamaya soktuğu kanunlar isyanı önleme amaçlıdır:
“Bu iyi huyluymuş gibi görünen ‘modernleşme’ müsameresinin ve kalkınmacılığın süngülerle dayatılması zorunludur, bu noktada hukukun kör bıçağı devreye sokulmalıdır. 1890’larda yürürlüğe giren Hindiçini ceza kanunu Fransız idaresine karşı oluşan politik muhalefeti ezmek için gerekli araçları temin eder.”
Halili’nin tüm çalışmasında gayet iyi becerdiği bir şey de insanların kitleler hâlinde (Malta, Seyşeller, Andaman Adaları ve Guantanamo Körfezi’ndeki) ada hapishanelerine nakledilmesi gibi sömürgelerdeki cezalandırma pratiklerini bu türden cezalandırma pratiklerinden sorumlu kişilerce geliştirilmiş kontrgerilla teorilerine bağlamasıdır. David Kilcullen ve John Nagl gibi günümüzdeki uygulamacıların David Galula gibi atalarından çok şey öğrendiği açıktır.
Kontrgerilla teorisinin peygamberi kabul edilen Galula, teorisini ve pratiğini Cezayir’de Fransız ordusu bünyesinde yüzbaşı olduğu dönemde geliştirmiştir. Geliştirdiği taktikler Fransız ordusunca benimsenmiş, bu da kendisini önemli bir teorisyen mertebesine yükseltmiştir. Halili’nin ifadesiyle:
“Galula’nın yazdığı kadarıyla, kontrgerilla faaliyetleri dâhilinde hukuk sistemi çok fazla muhalif ve gerilla yakalamaya imkân veren olağanüstü hâl tedbirlerine indirgenemez. Bu sorunu önleyici tedbirler kadar, isyancıların içine sızma ve onları gözetleme de çözebilir, bu nedenle hukuk sisteminin mevcut sisteme uyarlanması, bürokrasinin güçlendirilmesi, polisin ve silâhlı kuvvetlerin tahkim edilmesi, eğer kontrgerilla liderliği kararlı ve uyanık ise, isyana dönük gayretlerin cesaretini kırar.”
Nagl’in tavrı bu konuda aynı ölçüde serttir:
“Şu an onların kalpleriyle ilgilenmiyorum. […] Henüz davranış değiştirme aşamasındayız. Şimdi benim istediğim, onların zihinleri.”
Galula ve Nagl, iki farklı tarihsel bağlama atıfta bulunuyor olsalar da ellilerde Cezayir ayaklanmasını ezmeye dönük çaba ve ABD’nin 2004’te Irak’ta kalpleri ve zihinleri kazanma çabaları konusunda her iki isim de bunların ülke dışında tatbik edilmesi gereken kontrgerilla faaliyetleri olduğunun bilincindedir. Bu faaliyetler, yerli halkın büyük kısmının boyun eğdirilmesini gerekli kılar. Gene de benzer ilkelerin ülke içerisinde de tatbik edildiğine tanık olunmaktadır. Örneğin Avrupa ülkeleri, bu taktikleri kendi içlerinde isyana meyyal kitleleri boyun eğdirmek için devreye sokmaya çalışmaktadır.
Esasında mevcut İngiliz hükümetinin aşırıcılık karşıtı stratejisi de geçmişin kontrgerilla faaliyetlerinde mündemiç olan fikirlere çok şey borçludur. Örneğin davranış değiştirme hükümetin vizyonunun ana unsurudur. Burada bir kez daha politik şiddeti besleyen öfkeden çok, “değerlerimize saldırıyorlar” anlayışına odaklanılmaktadır.
Bu yaklaşımın en önemli savunucularından biri de yeni muhafazakâr parti milletvekili ve Celsius 7/7 kitabının yazarı Michael Gove’dur. Kitabındaki tespitine göre:
“Ulusal güvenlik talepleri suçlunun adil yargılanması taleplerinden farklıdır. Hükümetler, genelde istisnai yasaların ve özgürlüklerin geçici süre askıya alınmasının gerekli olduğunu söyler. Bu noktada bugün de aynı şeylere ihtiyaç olduğunu net olarak görmek gerekmektedir.”
Gove’un önerisi, 1800’lerin sonunda İngiliz sömürgelerindeki ,bilhassa Hindistan’daki uygulamaların yinelenmesi ile ilgilidir. Hindistan’da Müslümanlara her daim büyük bir şüpheyle yaklaşılmıştır.
Buradaki paralellik tesadüfî değil: İngiliz hükümeti, 1857’de ordu içindeki yerli unsurların isyanını şiddetle bastırmış, bu uygulama özel bir politik paradigma ile birlikte icra edilmiştir. İsyanın ana sebepleri üzerinde durmak yerine “ideolojik mücadele” için başını W. W. Hunter’ın çektiği bir komisyon kurulmuştur.
1876’da Hunter bulgularını yayınlar. Eğitim sektörünün rolü üzerinde durur. Bu sektörün amacı, bilhassa Müslümanlar arasında davranış değişiklikleri yaratmaktır. Tahmin edileceği üzere, Hunter meseleyi ideolojik açıdan ele almakta, İngiliz idaresinde Hintli nüfusun yaşadığı adaletsizlikleri ve gerçek sorunları göz ardı etmektedir. Raporunda Hunter şunları söylemektedir:
“[…] gelişmeye açık yeni bir Muhammedî nesil yaratmalıyız, onlar artık öğrenme konusunda o dar çerçevelerinden kurtulmalı, Ortaçağ hukukuna ait o sert öğretilerden arındırılmalı, Batı’nın makul ve iyi huylu bilgisine vakıf olmalıdırlar. […] Hindu ya da Muhammedî, hiçbir genç, İngiliz-Hint okullarından babalarının inancına bağlanmamayı öğrenmeden mezun olmamalıdır.”
1877’de Bengal’de çıkan haftalık gazete Som Prakaş’ın haberine göre, okullarda çocuklara çoğunlukla sömürge idaresi altında sahip oldukları insan haklarına dönük ihlallerden bahsedilmektedir. Sudipa Topdar’a göre, bu “politikleştirilmiş yeni çocuk” kendi içinde isyankâr görülmekte ve eğitim bakanlığı yazışmalarının on dokuzuncu yüzyılın sonunda isyancı fikirlerle ilgili olarak uyarılması hususunda nasıl güven verici olduğundan bahsedilmektedir.
O dönemde Hindistan Ceza Kanunu’nun 124A bendi isyana teşvik meselesini şu şekilde tarif etmektedir:
“[…] Kraliçe veya Hükümet’e yönelik nefret, hakaret ya da coşkulu bir hoşnutsuzluk (yani sadakatsizlik ve düşmanca hisler) ile ilgili sözlü ya da yazılı kelimeler, işaretler veya gözle görünür temsiller.”
Bu tanım ilginçtir, zira Hindistan’daki İngiliz idaresinin sorunlu olan fikirler konusunda takıntılı olduğunu göstermektedir. Bu takıntı, teröre karşı savaş dönemine aktarılmış, bu sefer isyana teşvik meselesi radikalleşme veya aşırıcılık olarak nitelendirilmiştir.
1800’lerin sonunda Hindistan’da okul çağındaki çocukların politikleşmesiyle birlikte İngilizler bu türden radikal/isyankâr fikirlerin okul sistemi içinde yayılmasını engellemeye karar verir. Topdar, müfredattaki değişimin nihai amacını ve neyin elde edilmek istendiğini şu şekilde açıklamaktadır:
“[…] yeni politikalar, devlete karşı düşmanca duyguların oluşmasına neden olan, saldırgan bir niteliği haiz ders kitaplarının sansürlenmesini ve bunların yerine devlet anlayışı ile iyi yurttaş görevlerine dair derslerin uygulanmasını öngören kitapların konulmasını sağladı. Burada sömürge devletinin isyankâr Hintli çocuğu yeniden bir kalıba döküp yönetilebilir bir İngiliz tabisi kılmaya dönük çabalarına tanıklık ediyoruz.”
Hükümet bugün gördüğümüz önleme stratejisinin ilk versiyonunu uygulamaya 1900 yılında başlama imkânı bulur. Bombay’daki yeterlilik sınavında sunulan kâğıtları inceleyen İngiliz Gizli Politik Departman sekreteri William Lee-Warner verilen cevapların çoğunun isyankâr bir dile sahip olduğunu tespit eder. Bilhassa üç kurum sorunludur. Buralarda isyankâr duygular, eğitim ortamında Pushpavatika Balbodh ve Maratha Tarihinden Hikâyeler gibi kitaplar üzerinden üretilmektedir. Bunların sadakatsizlik için birer mazeret olarak iş gördüğü düşünülmektedir. Topdar, bilhassa Balbodh’a dönük itirazları şu şekilde izah eder:
“Eğitime dair birçok kayıtta Balbodh ile ilgili ciddi itirazlara rastlanmaktadır. Bu çalışmanın Hindistan’ın ekonomik yıkımından İngiliz idaresini sorumlu tutan, İngilizlerin yargılanmadığı, yozlaşmış ve ırkçı bir hukuk sisteminin tesis edilmesini eleştiren, Hindistan’daki dinlere saygısızlık eden, kadınları aşağılayan yaklaşımlarından dolayı İngilizlere veryansın eden pasajlar içerdiği düşünülmektedir.”
Tarihsel bir merakın ötesinde dile getirilen bu açıklamaların bugün de geçerli oluşu tüyler ürpertici bir durumdur. Esasında mevcut İngiliz hükümetinin ilgili kitapların içeriğine bugün de karşı çıkacağını öngörmek çok da zor olmasa gerektir.
Bugün Avrupa’nın terör tehdidine gösterdiği tepki, sömürgecilik bağlamında benimsediği yaklaşımlara paralel olarak, Fransız Devrimi ile başlayan yolu hiç terk etmediğini gösterir. Aksine değişen tek şey, tepkinin ideolojik hedefi, yani tartışmalı bulunan düşünce tipidir. İlkin aydınlanma felsefesine, ardından sömürgecilik karşıtı fikirlere, sonrasında komünizme şimdi de İslamcılık veya politik İslam’a karşı çıkılmaktadır.
Tüm bu süreçte algılanan “tehditler” konusunda tutarlılığını muhafaza eden tek şey bu tehditlerin ezilmesinde devreye sokulan yöntemdir. Bu noktada her daim kötü bir ideoloji tanımlanmakta ve ona mani olma meselesine odaklanılmaktadır.
1803 tarihli devrim karşıtı propaganda afişi. Resimde Kral III. George’un etrafını Britanya’ya has barış ve özgürlük sembolleri kuşatmış, öte yandan kanalın diğer tarafında ise Napolyon, sefaletin ve genel yıkımın tuzağına düşmüş biri olarak takdim edilmiş. [Kaynak: Britanya Kütüphanesi]
Sonuç: Eski Köye Yeni Âdet
Zamoyski’nin kitabındaki en tuhaf bölüm, Fransız Devrimi esnasında Britanya’nın Frankfurt elçisi olan William Augustues Miles ile ilgili pasajdır. Devrimci “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” sloganına itiraz eden bakan, bu itirazının niteliğini bugünkü İslamofobik mecazı anımsatarak dile getirmektedir:
“Fransız generaller Custine ve Dumouriez, zaferin kıymetini bilen birliklerin başında iken, Halife Ömer’inkine benzer bir şevkle coşa gelmiş görünmektedir. Bu komutanlar, bugüne dek bu yeni tür Muhammedîliği Arabistan’a has bir başarı ile vaaz etmişlerdi. […] Eğer bu modern halifelerin hiddeti başarıyla, çabucak kontrol altına alınmaz ise, Avrupa’daki tüm hükümdar asaları yüzyıl kapanmadan önce kırılıp atılacak ve Jakobenler her yerde muzaffer olacaklar.”
Sonrasında aydınlanmayı benimseyecek olan bu ülkeler, bugün aynı yabancı düşmanlığına ve korku tellâllığına başvuran bir dili benimsiyorlar. Bu dil Müslümanları tehdit olarak görüyor. Buradan da kamuoylarını politik şiddete yönelik ideolojik kökleri bulunan bir tepki etrafında birleştirmek istiyorlar. Bu çaba, Avrupa elitlerinin kendi tarihlerine ait derslerden bir şeyler öğrenmeyi bile bile redde tabi tuttuklarını ortaya koyuyor.
Kendi yöntemleri dâhilinde Zamoyski ve Halili, bize Avrupa tarihi üzerine tefekkür etme noktasında derinlikli ve yeni bir dizi yol sunuyor. Bu tarihin Brüksel ve Paris’teki saldırılar türünden olaylara yönelik tepkiler konusunda bize kimi bilgiler sunması mümkün, hatta bu konuda ilgili tarihin edinilmesi şart.
“Değerler”in saldırı altında olduğunu söyleyen anlayış etrafında bir savaş başlatmak ve fikirlerin içinde bulunup işlediği toplumsal-politik bağlamı perdelemek, meselelere makul çözümler bulma becerimizi ortadan kaldırıyor.
Fransız Devrimi sonrası süreç yoğun bir baskı dönemine tanıklık etti. Bu dönemde ihzar emri askıya alındı, güvenlik devleti tesis edildi, temel haklar ve özgürlükler lağv edildi, bu da sonuçta insanları haklarından mahrum etti. Sömürge döneminde bu tip tedbirler yeni bir düzeye taşındı. Kontrgerilla faaliyetlerine içkin ilkeler iyice kökleşti. Teröre karşı savaş, bu ilkelerin dirilmesine ve yeniden devreye girmesine sebep oldu. En sonunda aşırıcılığa karşı ideolojik bir dürtü oluştu. Bugün politik şiddet meselesine yönelik yaklaşım tarzımızı yeniden düşünmek ve korkunun tepki verme sürecini belirlemesine izin vermemek gerekiyor.
Avrupa, Brüksel’deki son trajedi üzerinde kafa yorarken, bizim Britanya’nın Floransa elçisi Lord Burghersh’ün sözlerini anımsamamız zorunlu:
“Ben ne radikalim ne de içinde yetiştiğim ilkeleri unuttum, yurtdışındaki yıkıcılık ve Jakobenizmin ruhundan tiksinmekle ilgisi yok bu terbiyenin. Ama ifade etmem gerekir ki bugün İtalya’da Avusturyalıların uyguladığı sistem, hükümetlerine tabi olan İtalyanlara yönelik o sert muamele devam ettiği sürece Avusturya’nın güvenliğine bir nebze katkı sunmayacaktır!”
Asım Kureyşî
25 Mart 2016

0 Yorum: