13 Nisan 2016

,

Laiklik Burjuvazinin Güvencesidir

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın devletin yeniden organizasyonu ve müesses nizamın devamı için gündemde olan yeni anayasaya ve bu anayasada laikliğin yerine ilişkin sözleri, gündemin baş sıralarına oturdu. Bazı sol-sosyalist, liberal demokrat çevreler, “laikliğin yurttaş özgürlüğünün güvencesi” olduğunu iddia ederek bu açıklamalara karşı tepki gösterdiler, AKP’nin “gizli gerici ajandasının” ortaya çıktığını yazdılar, söylediler. Oysa AKP’nin -aynı söz öbeğini kullanacak olursak- “gizli ajandası”, zaten en başından beri apaçık ortadadır ve müstekbirin dilini mazluma tercüme etmek, müesses nizamın dayanaklarını kuvvetlendirmek bu hareketin başlıca görevidir. Bu noktada, burjuva devletin temel ideolojik dayanaklarından “laikliğin yurttaş özgürlüğünün güvencesi” olduğunu söylemek, kimin dilinin halk kitlelerine tercümesi olmaktadır? “Laiklik”, “yurttaşlık” veya “özgürlük” kimi, neyi ifade eden kavramlardır? Bu kavramların içi boş mudur? Althusserci bir ifadeyle söylenecek olursa, “devletin ideolojik aygıtları” olabilirler mi?

Kemalistler tarafından Türkiye’de laikliğin demokrasinin, din-devlet ayrımının, din özgürlüğünün, eşitliğin güvencesi olduğu iddia edilir. Bu iddia genel hatlarıyla -kimi farklılıklar olsa da- Türkiye sol-sosyalist hareketinin geniş kesimlerince de paylaşılır. Oysa şu soru bir türlü sorulmaz: Türkiye’de o dönem için sermaye birikiminin geldiği aşamada finans kapitalin sınıf diktatörlüğünü temsil eden ve emperyalizmle işbirliği içerisinde olan bir kurucu devlet ideolojisinin, sadece tarihsel bağlamda “ilerici” olduğu iddia edilen modern döneme ait olması, o ideolojinin sosyalist kesimlerce savunulmasını meşrulaştırır mı? Bu soru, şüphesiz başka soruları da doğuracaktır: Demokrasi, özgürlük ya da eşitlik sınıfsal, kültürel, sosyal bağlamlarından kopuk biçimde ele alınabilecek şeyler midir? Bir kavram bütününün parçası olarak laikliğin Türkiye’de sağladığı -veya sağlayacağı- iddia edilen eşitlik ya da özgürlüğün, burjuvazinin “mülk sahibi” birey için kurguladığı eşitlik ya da özgürlükten farkı var mıdır? Türkiye’de -ve dünyanın herhangi bir yerinde- laiklik, burjuva devletin ve egemen sınıf gücünün isteklerinden, stratejilerinden, sınıfsal politikalarından bağımsız işlemiş midir? Devletin modernite öncesi bir dinden arınmış olması onu burjuvazinin dinine karşı bağışık hale getirir mi? Gündemde olan tartışmayı -verili konjonktür içinde- başlatan İsmail Kahraman’ın 1969’daki Kanlı Pazar olayının düzenleyicilerinden olması, burjuva devlet ideolojisinin, Aydınlanma’nın bileşeni olan laikliği savunmayı sosyalistler için zorunlu kılar mı? Kanlı Pazar olayının görünür yüzünde Kemalist devlet ve sermaye adına çalışan, bugün de aynı devletin tepe noktalarında oturan muhafazakâr İslamcı grupların/şahısların bulunması, bu ve yaşanan sonraki kontrgerilla tertiplerinde senarist ve yönetmen olarak görev alan sermaye devletini, laik burjuvaziyi ve emperyalizmi gözden kaçırmayı gerekli kılar mı? O zaman Marx’ın “her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı” sözünü ne tarafa koyulmalı?

Bu noktada sol-sosyalist laiklik savunucularından gelebilecek en temel itiraz, Türkiye’de laikliğin kötü ve yanlış biçimde işliyor olmasının “genel olarak laikliğin” sosyalistler ve ilericiler(!) tarafından savunulmasını haksız ve gereksiz hale getirmediği tezine dayanacaktır. Bu durumda ise ortaya daha büyük bir sorun çıkmaktadır ve aslında Türkiye sol-sosyalist hareketinin bugün gelinen noktada devlet ve burjuvazinin bir kanadıyla ideolojik zeminde yakınlaşmasına neden olan da bu sorundur. Bu sorun, sosyalist hareketin, Marksizmin ya da komünizmin burjuva tarihsel ilerlemeciliğinin mirasını sahiplenmesi gerektiğine ilişkin bir önyargının, hatta yanılgının sonucudur. Sorun, laikliğin ya da Aydınlanma’nın ideolojik ve tarihsel bağlamından kopuk bir biçimde araçsallaştırılması, başına “sosyalist” etiketi getirince sosyalizme ve kolektif mücadeleye dair dönüşüm geçireceği yanılgısıdır. Sorun, tarihsel bir gerçeklik olarak laikliğin ve Aydınlanma’nın bireycilikle, mülkiyetçilikle, sermaye egemenliği ile bağlarının görülmek istenmemesidir. Bu sorun, Mustafa Suphi hareketi ve THİF’in Kemalist burjuva önderlik tarafından tasfiye edilmesinin ardından bu coğrafyada sosyalizm adına hareket edenlerin Kemalizmi ve burjuvazinin “ilerleme” mitini bir veri ve başlangıç noktası alarak hareket etmelerinden kaynaklı bir sorundur. Bu sorun, sosyalist hareketlerin, burjuva ideolojisinin hakikati perdeleyen akıl, bilinç ve özgürlük mitlerine ezilen kitlelerin kolektif mücadele gücünden ve örgütlülüğünden daha çok inanmaları ile ilgili bir sorundur. Bu sorun, Türkiye’de sol-sosyalist hareketin ana akımının kendisini devletin iki rakip geleneksel fraksiyonundan birine her daim daha yakın hissetmesi sorunudur. Sorun, İbrahim Kaypakkaya’nın “Emekçi halkımız, büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçeği budur. Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz.” uyarısının göz ardı edilmesi sorunudur.

Egemen sınıf fraksiyonları ve devletin hâkim kanatları arasında yaklaşık 150 yıldır devam eden mücadele, sol-sosyalist hareketin bu topraklardaki mücadelesini biçimlendirmemelidir. Kemalist dönemi ve laikliği tarihsel kazanımlar olarak gören Aydınlanmacı sol ile, -İdris Küçükömer’in tezlerinden mülhem- bir dönem ilericiliği devletin muhafazakâr popülist kanadına ve “otantik burjuvaziye” yakıştıran liberal-sivil toplumculuk aynı ilerlemecilikten, kapitalist kalkınmacılıktan, burjuva birey kurgusunun övgüsünden, aynı liberalizmden beslenmektedir. Tarihten bir örnek olarak bunun, sözgelimi Rusya’daki Menşevik hareketten pek bir farkı bulunmamaktadır.

Bugün devletin yönetim kademelerinde ön planda bulunan muhafazakâr İslamcıların, kapitalizme ve sermayenin dinine iman edenlerin, Şeriati’nin tabiriyle “şirk dini” savunucularının “İslam” etiketi altında kodlanması, Kemalist kurucu döneme ait kültürel bir gelenektir ve devlet ideolojisinin çift taraflı yayılımını kolaylaştırıcı etki göstermektedir. Müesses nizamın birinci yayılımı, kültürel ve sınıfsal olarak dışlanan Müslüman dindar yoksul halk kitlelerinin AKP hapishanesine kapatılması yoluyla gerçekleşmektedir. Bu noktada Hikmet Kıvılcımlı’nın “[…] ‘Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor’ diyen sevgili çocuk halkımız, yedi bin yıllık ağız yanmışlığı ile Devletçiliğimizden ürker. Devletçiliğimize karşı en sahte çıkışları dört elle tutar: DP ve AP zaferleri ondandır. Devletçiliğimizin eleştirisi de, gene Devletçiliğimizin buyrultusuyla, demagojinin en ikiyüzlüsüne bırakılmıştır.” tespiti önemlidir. Demek ki devlet ve burjuvazi, dışarıda bıraktığı toplumsal katmanları içermek için gerektiğinde restorasyonu gündemde tutmakta, her daim ideolojik bir darbeyi işletmektedir. Müesses nizamın ikinci yayılımı ise, sol-sosyalist muhalif kitlelere gerektiğinde burjuva ideolojisinin ve devletin kurucu değerlerinin taşıyıcılığının yaptırılması yoluyla gerçekleşmektedir.

İsmail Kahraman’ın ya da AKP ileri gelenlerinin dine, İslam’a dair yaptıkları her açıklama boştur ve işin özüne dair bir şey içermemektedir. Tıpkı, laiklik adına söylenenlerin içinin boş olduğu gibi… Laiklik, kapitalizm ile, neoliberal sömürü ile, “birey” kurgusunun ve mülkiyetçiliğin yaygınlaşması ile, İslam’da mazluma ve kolektif olana dair ne varsa yok edilmeye çalışılması ile, halka ve mazluma düşman sınıf devleti gerçekliği ile birlikte bugün Kemalist devletin muhafazakâr yöneticileri tarafından zaten sürdürülmektedir. Muhafazakâr kapitalistlerin ya da laik burjuvazinin bayrağını taşımak, seslerine kulak vermek yerine devrimi, mazlumun ortak itirazı ve mücadelesini ilmek ilmek örmeye çalışmak daha anlamlıdır ve hakikat de burada, mazlumların safındadır. Sosyalistler de, Müslümanlar da müstekbirlere karşı ezilenlerin, fukaranın safında olduğunda, efendilerin çektiği sınır çizgilerini reddettiklerinde, kulaklarını ve gönüllerini mazlumun derdine, sesine açtıklarında hakikate yaklaşmış olacaklardır.

Tevfik Ziya
12 Nisan 2016

0 Yorum: