13 Mart 2016

,

Tevhid Boyası

Her kim diler makbul ola, tevhide boyanmak gerek”
“Yoğ olmayan var olamaz, varını dağıtmak gerek

[Niyazi-i Mısri]

Tayyip Erdoğan’a karşı dururken esasında karşı durulması gereken, Erdoğan’ın şahsında tecessüm eden devletin ve sermayenin, emperyalizmin yönelimleri ve neoliberalleşme sürecinin kendisi olmalıydı. Karşı durulması gerekenin İslam olduğunu söyleyenler, şimdilerde tek adam yönetiminden, otoriterleşmeden söz açıp, başkanlık sistemi taleplerini ön plana çıkarıyorlar.

Oysaki Erdoğan’ın sözlerinde bir XIV. Louis değil, müesses nizama hizmet etmeye çalışan biri gizli. Erdoğan’da devletin kendisini bulanlar, Müslüman-muhafazakâr ya da sol-sosyalist olsun farketmez, kurulu düzenin tam da işaret ettiği yere bakıyorlar. Biri tüm çıkış yolunu Erdoğan’ın İslamî-milli(!) yönetiminde bulurken, diğeri tüm kurtuluşu Erdoğan’ın temsil ettiği iktidarın çekip gitmesinde buluyor. Araya çekilen bu sınırın önemsizliği, esas sınırın devletin ve efendilerin çektiği sınır olduğu gözden kaçırılıyor.

Eğer burjuvazinin 18. yüzyılda kendi iktidarı için kurduğu anlatıya inanma saflığını göstermeyeceksek, “devlet-sivil toplum” ayrımı ve bu ayrımdan türevlenen politik çıktıları bir kenara bırakmak gerekiyor. Devlet ve iktidar toplumdan, toplum diye adlandırılan örgütlenmenin kendisine, üretim biçimi ve mülkiyet ilişkilerine dışsal, aşkın bir şey olmadığı gibi, toplum da devletin biçimlendirmelerinden tamamen bağımsız bir kendilik taşımıyor.

Devlet ve sermaye, kimi zaman çelişen, çoğu zaman uyuşan yönleriyle iktidar aygıtında ve toplum içerisinde hâkim sınıfın gücünü her daim yeniden üretmeye çalışıyorlar. Bu bağlam içerisinde bakıldığında, devlet ve burjuvazinin bir yandan iktidarı düzenlerken, bir yandan da muhalif dinamikleri eritme ve sistem içine çekme çabaları sıklıkla kesişiyor.

Erdoğan’ın devlete tümüyle hâkim olduğunu söylemenin veya devletin AKP’lileştiğini vurgulamanın bir anlamı bulunmuyor. Tıpkı, devletin Türk-Sünni olduğunu dönüp dolaşıp vurgulamanın tek başına bir anlamı olmadığı gibi… Çünkü o devlet, yüzlerce yıllık gelenekleri ile toplumu yeniden biçimlendirirken, kendisi de yeni görünümler alabiliyor.

Örneğin Babai İsyanı’nın ardılı ve Baba İlyas’ın halifesi olan Hacı Bektaş’ın temsil ettiği muhalif heterodoks halk İslamı geleneği, Osmanlı Devleti’nin elinde önce Bektaşi tarikatı bağlamında kurumsallaştırılarak içeriliyor, daha sonra 1826’da Yeniçeri Ocağı’yla birlikte iktidardan tasfiye ediliyor. İlkinde Safevi etkisine ve Anadolu halk isyanlarına karşı bir devlet refleksi görmek gerekirken, ikincisinde devletin modernleşme-merkezîleşme çabalarını bulmak gerekiyor.

Aynı dinamiklerin günümüzde işlemediğini zannetmek gerçeğe aykırı düşüyor. AKP ve Erdoğan “Türk” ya da “İslamî” oldukları için değil, zaten devletin ve emperyalizmin kabul edeceği biçimi, kalıbı aldıkları için bugün bulundukları noktadalar. Efendilerin zarfını mazruf sanmak, muhalefeti kimlikler içinde verilebilecek sınıfsal-ideolojik mücadeleye körleştiriyor. Buradan sol-sosyalist muhalefetin alması gereken bir ders olduğu çok açık.

Dünyayı sadece kendi öznelliklerinden yola çıkarak okumaya çalışanlar, rakiplerinin de “kendi politik tezlerine geldiğini” vehmediyorlar. Ancak, burjuvazinin ve liberalizmin muhalif safları kendi çıkarı için örgütlemeye (bir anlamda da örgütsüzleştirmeye), bir şeylere ikna etmeye çalıştığı akla getirilmiyor. Belki de bu noktada öznelliklerimizin sınırlı olduğunu bilip, sözgelimi tasavvufta yapıldığı gibi, olaylara ve kendine bir de başkalarının gözüyle bakmayı denemek gerekiyor.

Müesses nizam, Erdoğan ve AKP üzerinden ve onlar eliyle örgütleniyor, kendini yeniliyor ve otoritesini güçlendiriyor. Bu noktada İslam, özcülüğe indirgenmiş hâliyle, efendilerin elinde kullanılacak bir araç hâlini alıyor. İslam tarihinin saygın isimlerinden Rabia’tül Adeviye’nin adını taşıyan sembol, Tayyip Erdoğan’ın dilinde “tek dil, tek din, tek vatan, tek bayrak” sloganına dönüşüyor. Devlet ve burjuvazi, kolektif olandan koparılan bir İslamî özcülüğü kendi sınıfsal çıkarları için kullanıyor.

Aynı devlet, Müslüman kitlelere efendilerce sunulan İslamî özcülüğü hakikat sanmayı öğütlerken, aynı burjuvazi sol muhalif kesimlere “kendisinin yerde bıraktığı Aydınlanma ve laiklik bayrağını taşıma” misyonunu fısıldıyor. AKP, Müslüman yoksul halkın prangası olurken, Aydınlanma ve liberalizmin solu prangaladığının farkında olunmalı.

Yaşanan süreçte İslam’da kolektife ve mücadeleye dair olan ne varsa dağıtıldığı ve bireysel olana mahkûm edildiği gibi, sosyalizme dair olan şeyler de ezilenden ve kolektif mücadeleden koparılıp bireysel olana, aklın ve bilincin üstünlüğü mitine boğdurulmaya çalışılıyor. Oysa İslamî ve sosyalist olanda içkin olan kolektifliğe, mazluma, fukaraya dair olan şeylere bakmak şart. Devletin dilinde ideolojik bir manipülasyon aracına dönüşen Rabia’tül Adeviye’nin gerçekte ifade ettiği şeyi, yani ceza korkusuna ya da ödül beklentisine dayalı olmayan eşitlikçi imanını referans almak gerekiyor.

* * *

Hakikat bir denizdir, şeriattır gemisi
Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar

[Yunus Emre]

Devlet ve sermaye, kendini hem iktidarda hem de toplum içinde muhalif saflarda yeniden üretmeye çalışırken, efendilerin çizdiği ayrımları geçersizleştiren, müstekbire karşı mustazafın sesi, şirke karşı tevhidin rengi olan ortak bir mücadeleyi sabırla örmek gerekiyor. Mücadeleyi kendi özneliğinde başlatıp kendi özneliğinde bitiren bir politikleşmenin ezilenlere, fukaraya bir hayrının olmayacağı bilinmeli. Malcolm X’in “hakikat mazlumların safındadır” sözüne kulak vermek, kendi öznelliklerimiz ve şeriatlarımızı putlaştırmak yerine hakikat denizine dalmak, mazlumların, proleterlerin geçmişten bugüne uzanan mücadele akıntısının parçası olmak, Niyazi-i Mısri’nin deyişiyle “tevhide boyanmak” önemli.

Tevfik Ziya
12 Mart 2016

0 Yorum: