“Her kim diler makbul ola, tevhide boyanmak gerek”
“Yoğ olmayan var olamaz, varını dağıtmak gerek”
[Niyazi-i Mısri]
Tayyip
Erdoğan’a karşı dururken esasında karşı durulması gereken, Erdoğan’ın şahsında
tecessüm eden devletin ve sermayenin, emperyalizmin yönelimleri ve
neoliberalleşme sürecinin kendisi olmalıydı. Karşı durulması gerekenin İslam
olduğunu söyleyenler, şimdilerde tek adam yönetiminden, otoriterleşmeden söz
açıp, başkanlık sistemi taleplerini ön plana çıkarıyorlar.
Oysaki
Erdoğan’ın sözlerinde bir XIV. Louis değil, müesses nizama hizmet etmeye
çalışan biri gizli. Erdoğan’da devletin kendisini bulanlar,
Müslüman-muhafazakâr ya da sol-sosyalist olsun farketmez, kurulu düzenin tam da
işaret ettiği yere bakıyorlar. Biri tüm çıkış yolunu Erdoğan’ın İslamî-milli(!)
yönetiminde bulurken, diğeri tüm kurtuluşu Erdoğan’ın temsil ettiği iktidarın
çekip gitmesinde buluyor. Araya çekilen bu sınırın önemsizliği, esas sınırın
devletin ve efendilerin çektiği sınır olduğu gözden kaçırılıyor.
Eğer
burjuvazinin 18. yüzyılda kendi iktidarı için kurduğu anlatıya inanma saflığını
göstermeyeceksek, “devlet-sivil toplum” ayrımı ve bu ayrımdan türevlenen
politik çıktıları bir kenara bırakmak gerekiyor. Devlet ve iktidar toplumdan,
toplum diye adlandırılan örgütlenmenin kendisine, üretim biçimi ve mülkiyet
ilişkilerine dışsal, aşkın bir şey olmadığı gibi, toplum da devletin
biçimlendirmelerinden tamamen bağımsız bir kendilik taşımıyor.
Devlet
ve sermaye, kimi zaman çelişen, çoğu zaman uyuşan yönleriyle iktidar aygıtında
ve toplum içerisinde hâkim sınıfın gücünü her daim yeniden üretmeye
çalışıyorlar. Bu bağlam içerisinde bakıldığında, devlet ve burjuvazinin bir
yandan iktidarı düzenlerken, bir yandan da muhalif dinamikleri eritme ve sistem
içine çekme çabaları sıklıkla kesişiyor.
Erdoğan’ın
devlete tümüyle hâkim olduğunu söylemenin veya devletin AKP’lileştiğini
vurgulamanın bir anlamı bulunmuyor. Tıpkı, devletin Türk-Sünni olduğunu dönüp
dolaşıp vurgulamanın tek başına bir anlamı olmadığı gibi… Çünkü o devlet,
yüzlerce yıllık gelenekleri ile toplumu yeniden biçimlendirirken, kendisi de
yeni görünümler alabiliyor.
Örneğin
Babai İsyanı’nın ardılı ve Baba İlyas’ın halifesi olan Hacı Bektaş’ın temsil
ettiği muhalif heterodoks halk İslamı geleneği, Osmanlı Devleti’nin elinde önce
Bektaşi tarikatı bağlamında kurumsallaştırılarak içeriliyor, daha sonra 1826’da
Yeniçeri Ocağı’yla birlikte iktidardan tasfiye ediliyor. İlkinde Safevi
etkisine ve Anadolu halk isyanlarına karşı bir devlet refleksi görmek
gerekirken, ikincisinde devletin modernleşme-merkezîleşme çabalarını bulmak gerekiyor.
Aynı
dinamiklerin günümüzde işlemediğini zannetmek gerçeğe aykırı düşüyor. AKP ve
Erdoğan “Türk” ya da “İslamî” oldukları için değil, zaten devletin ve
emperyalizmin kabul edeceği biçimi, kalıbı aldıkları için bugün bulundukları
noktadalar. Efendilerin zarfını mazruf sanmak, muhalefeti kimlikler içinde
verilebilecek sınıfsal-ideolojik mücadeleye körleştiriyor. Buradan
sol-sosyalist muhalefetin alması gereken bir ders olduğu çok açık.
Dünyayı
sadece kendi öznelliklerinden yola çıkarak okumaya çalışanlar, rakiplerinin de
“kendi politik tezlerine geldiğini” vehmediyorlar. Ancak, burjuvazinin ve
liberalizmin muhalif safları kendi çıkarı için örgütlemeye (bir anlamda da
örgütsüzleştirmeye), bir şeylere ikna etmeye çalıştığı akla getirilmiyor. Belki
de bu noktada öznelliklerimizin sınırlı olduğunu bilip, sözgelimi tasavvufta
yapıldığı gibi, olaylara ve kendine bir de başkalarının gözüyle bakmayı denemek
gerekiyor.
Müesses
nizam, Erdoğan ve AKP üzerinden ve onlar eliyle örgütleniyor, kendini yeniliyor
ve otoritesini güçlendiriyor. Bu noktada İslam, özcülüğe indirgenmiş hâliyle,
efendilerin elinde kullanılacak bir araç hâlini alıyor. İslam tarihinin saygın
isimlerinden Rabia’tül Adeviye’nin adını taşıyan sembol, Tayyip Erdoğan’ın
dilinde “tek dil, tek din, tek vatan, tek bayrak” sloganına dönüşüyor. Devlet
ve burjuvazi, kolektif olandan koparılan bir İslamî özcülüğü kendi sınıfsal
çıkarları için kullanıyor.
Aynı
devlet, Müslüman kitlelere efendilerce sunulan İslamî özcülüğü hakikat sanmayı
öğütlerken, aynı burjuvazi sol muhalif kesimlere “kendisinin yerde bıraktığı
Aydınlanma ve laiklik bayrağını taşıma” misyonunu fısıldıyor. AKP, Müslüman
yoksul halkın prangası olurken, Aydınlanma ve liberalizmin solu prangaladığının
farkında olunmalı.
Yaşanan
süreçte İslam’da kolektife ve mücadeleye dair olan ne varsa dağıtıldığı ve
bireysel olana mahkûm edildiği gibi, sosyalizme dair olan şeyler de ezilenden
ve kolektif mücadeleden koparılıp bireysel olana, aklın ve bilincin üstünlüğü
mitine boğdurulmaya çalışılıyor. Oysa İslamî ve sosyalist olanda içkin olan
kolektifliğe, mazluma, fukaraya dair olan şeylere bakmak şart. Devletin dilinde
ideolojik bir manipülasyon aracına dönüşen Rabia’tül Adeviye’nin gerçekte ifade
ettiği şeyi, yani ceza korkusuna ya da ödül beklentisine dayalı olmayan
eşitlikçi imanını referans almak gerekiyor.
* * *
“Hakikat bir denizdir, şeriattır gemisi
Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar”
[Yunus Emre]
Devlet
ve sermaye, kendini hem iktidarda hem de toplum içinde muhalif saflarda yeniden
üretmeye çalışırken, efendilerin çizdiği ayrımları geçersizleştiren, müstekbire
karşı mustazafın sesi, şirke karşı tevhidin rengi olan ortak bir mücadeleyi
sabırla örmek gerekiyor. Mücadeleyi kendi özneliğinde başlatıp kendi
özneliğinde bitiren bir politikleşmenin ezilenlere, fukaraya bir hayrının
olmayacağı bilinmeli. Malcolm X’in “hakikat mazlumların safındadır” sözüne
kulak vermek, kendi öznelliklerimiz ve şeriatlarımızı putlaştırmak yerine
hakikat denizine dalmak, mazlumların, proleterlerin geçmişten bugüne uzanan mücadele
akıntısının parçası olmak, Niyazi-i Mısri’nin deyişiyle “tevhide boyanmak”
önemli.
Tevfik Ziya
12
Mart 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder