Modern Amerika’daki altmışlara dair hafızada Kara
Panter Partisi üç imaj dâhilinde takdim edilir: ilki ve belki de en yaygını,
öfkeli Afro-Amerikan erkek ve kadınların şiddet örgütü imajıdır. Bu imaj
dâhilinde 1967’de Kaliforniya Eyaleti Kongre Binası’na yürüyen ve polise karşı
silâhlarını çeviren insanlar akla gelir. Silâhlı ve tehlikeli Afro-Amerikan
algısı, kimi yönlerden, güneydeki siyahların politik yönetimi ve öncesinde köle
ayaklanmalarına yönelik korkuyu hatırlatan bu değerlendirme, ülke genelinde
asayiş taleplerinin fitilini ateşlemiştir.
Kara Panterler’e dair ikinci imaj, modern
tarihçiler ve aktivistlerce geliştirilmiştir: buna göre, o kendisini
yerelliklerde topluluk eylemliliğine, politik güç tesisine ve en muhtaç olan
kesimlere sosyal yardımlar dağıtmaya adamış bir örgüttür. Alondra Nelson’ın Body and Soul: The Black Panther Party and
the Fight Against Medical Discrimination [Beden ve Ruh: Kara Panter Partisi
ve Tıbbî Ayrımcılığa Karşı Mücadele] isimli kitabına benzer çalışmalarda da
görüldüğü üzere Panterler’e dair bu algılama biçimi, onları sadece tüfek ve
mermi değil, ilâç ve yiyecek sırtlanmış insanlar olarak takdim eder.
Yeni çekilen Black
Panthers: Vanguard of the Revolution [Kara Panterler: Devrimin Öncüsü]
isimli belgesel bu iki imajı başarıyla irdeleyen bir çalışmadır. Ama Kara
Panterler’in sosyalist ilkeler ve sosyalist ideoloji temelinde örgütlenmiş bir
yapı olduğuna dair üçüncü imajı ele alma konusunda o kadar da mahir değildir.
Kara Panterler’in 1967’de deklare edilen “On Maddeli Program”ı
partinin temel kaidelerini geniş bir kitleye aktarır. Yirminci yüzyılın önemli
bir kısmında süren Afro-Amerikalıların özgürlük mücadelesinin uzun süre
ağırlıklı bir kısmını teşkil eden ekonomik ilericilik metne bütünüyle nüfuz
eden, aslî bir olgudur.
Örneğin ikinci madde, Afro-Amerikalıların tümüyle
istihdam edilmesini savunurken, üçüncü maddede “siyah ve mazlum
topluluklarımızın kapitalistlerce soyulmasına son verilmesi” talep
edilmektedir. Bu gerçeği Kara Panter Partisi’nin tarihinden silip atmak ya da
küçük görmek sadece Panterler’in değil, daha da geniş manada o dönem siyahların
özgürlüğü için mücadele eden hareketlerin ve ABD solunun gerçekliğine halel
getirecektir.
1966–67’de İnsan Hakları Hareketi’ne iştirak eden
eylemciler İnsan Hakları Kanunu ve Oy Kullanma Hakkı Kanunu sonrası dönemde
hayırlı bir eylem sürecine girdiklerini düşündüler. Muhafazakârların tepki
vermesi bekleniyordu. Ronald Reagan asayiş çağrısı yaparak seçmen kitlesi
topladı, Alabama Valisi, Demokrat Parti’den dört kez başkan adayı olan George
Wallece beyaz seçmenlerini cezp etmek için o ırkçı köpek düdüğünü öttürmekte
giderek ustalaştı.
Aynı zamanda ülke dışında Vietnam Savaşı ve Soğuk
Savaş yüzünden başı belada olan, ülke içerisinde ise ekonomik haklar ile insan
hakları reform süreci konusunda sıkıntı içine giren sol, Kara Panter
Partisi’nin medyadaki imajı sayesinde canlanma imkânı buldu. Burada
Panterler’in albenisi, Amerikan ırkçılığı, emperyalizm ve ekonomik sömürü
konusunda uzlaşmaz bir dizi eleştiri getiriyor olması ile ilgiliydi. Esasında
KPP siyah sol ile başlayıp onun sınırlarının ötesine taşan daha kapsamlı bir
radikal geleneğin parçası idi.
Bu anlamda Vanguard
of the Revolution isimli bu belgesel tarihe dair bu basit testi geçebilen
bir çalışma değil. Belgesel, örgütün kapitalizme yönelik itirazına kısaca
değinirken, örgüt içinde sosyalizmin yerini izah edemiyor.
Belgesel esas olarak Huey Newton, Eldridge Cleaver
ve Bobby Seale gibi karakterlere odaklanıyor, bu, ne kadar anlaşılır bir tutum
olsa da, söz konusu yaklaşım tarzının suyu bulandırdığını görmek gerekiyor.
Newton ile Cleaver arasında oluşan çatlağın ideolojik değil kişisel olduğunu
iddia eden belgesel, Panterler ve daha geniş manada siyah sol içindeki fay
hatlarını keşfetme fırsatını bu şekilde kaçırıyor.
Aynı şekilde belgesel yetmişlerin başında
Afro-Amerikalı aydınlar arasındaki daha kapsamlı eğilimlere dair de pek laf
etmiyor. Bu dönemde panafrikanist kesimle Marksist-Leninist kesim arasındaki
tartışmalar Afro-Amerikalılar arasındaki dayanışmaya dönük çabaları boşa
düşürüyor.
Filme Fred Hampton’ın dâhil edilmesi,
yönetmenlerin KPP içindeki antikapitalist kanalın farkında olduklarının bir
kanıtı. Partinin Şikago bürosu sorumlusu Hampton, sınıfsal ve ırksal
hareketleri dikine kesen, kapitalizm karşıtı bir hareketi örgütlemeye
çalışıyor. Onun dile getirdiği “Ben devrimciyim!” şiarı binleri harekete
geçiriyor, çağrısı Panterler’i “beyazlardan nefret edenlerin örgütü” olarak
görenlere ve kenar mahallelerdeki beyazlara sıcak geliyor.
Hampton’ın 1969’da Şikago polisince katledilmesi,
sadece Kara Panterler değil gelişmekte olan Siyah Güç Hareketi için de önemli
bir dönüm noktası. Onun, Malcolm X’in ve Martin Luther King Jr’ın öldürülmeleri
altmışların sonunda Afro-Amerikalıların özgürlük mücadelesindeki potansiyeli
boğuyor ve radikal siyah hareketini parçalıyor.
Toplumsal eşitlik mücadelelerini içine alan bu
gelenek W. E. B. Du Bois’ten Cornel West’e kadar birçok aydını örgütlüyor.
Hareket altmışlarda önemli zaferler ve kötü sonuçlara yol açacak
başarısızlıklara tanık oluyor.
Vanguard
of the Revolution isimli belgesel bu
zaferlerin ve başarısızlıkların bir kısmını ele alsa da KPP’nin kök aldığı
ideoloji ve gelenekleri anlama konusunda yetersiz kalıyor. Partinin
antikapitalist temelini görmezden gelen film izleyicilerinin karşısına ırk ve
sınıfla ilgili meseleler arasına gereksiz hatlar çeken bir örgüt resmi
çıkartıyor.
Bir tek filmin veya
kitabın Kara Panter Partisi’nin eksiksiz bir tarihini sunması mümkün değil. Vanguard of the Revolution da birçok
yönden güzel ve insanın içine işleyen bir film. Ama bugün solcular ve radikal
isimler için Kara Panter Partisi’ndeki aydınların ve liderlerin ırkları dikine
kesen, koalisyon teşkil eden çalışmalarını ve Marksizmi yüklenmelerini anlamak,
anımsamak ve o birikimden ilham almak epey önemli bir husus.
Robert Greene Il
15 Mart 2016
15 Mart 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder