12 Şubat 2016

, ,

İsrail Mitleri


Remzi Barud’la Söyleşi

Suad Şarabani

12 Şubat 2016

 

Filistinliler, İşçi Partisi iktidarında mı yoksa Likud iktidarında mı daha iyi durumdaydılar?

Uzun yıllardır Batı dünyasının önemli bir kısmı İsrail’i, Filistin’i ülkesiz bir halka verilen halksız bir ülke olarak görmüş, çöle çiçek açtıran Siyonistlerle ilgili ilk masallara inanılmasını sağlayan bir yığın mit üzerinden anladı. Bu inşa edilip propaganda edilen mitoloji, zaman içerisinde değişti, zira İsrail’in hasbarası, İsrail’in yürüttüğü savaşları, askerî işgali, insan haklarını sürekli ihlal etmesini ve işlediği bir dizi savaş suçunu meşrulaştırmak için belirli bir gerçeklik algısı üretti. 2008’de Gazze’ye karşı yürütülen ilk büyük savaşla birlikte bir gerileme söz konusu ise de sürekli kendisini yenileyen İsrail propagandası uluslararası planda İsrail’in sahip olduğu imajı muhafaza etmek için muazzam bir iş başardı. Elbette İsrail hasbarası, eğer Batı’daki ana akım medya Filistin’de yaşanan hakikati tüm çıplaklığı ile sunma yürekliliğini ve iradesini gösterebilse bir gün bile yaşayamaz.

İsrail devletine ait mitleri ve gerçekleri izah etmek amacıyla gazeteci ve yazar Remzi Barud ile konuştum. Ona liberal demokrasiden sağla sol arasındaki ayrımlara dek kimi meselelere dair sorular yönelttim.

* * *

Remzi Barud: Batı’daki İsrail algısının bir yönü şu: “Yahudi devleti”, aynı zamanda bir “demokrasi” olarak sağcı ideolojilerle bir savaş yürütmektedir. Liberal güçler, İsrail’in demokratik fikirlerini muhafaza etmek için ter dökmektedirler. Bu tür zırvaları savunmak suretiyle İsrail’in demokratik toplum olduğuna dair edindiği imaj büyük ölçüde muhafaza edildi. Bu ülkede iyi ve kötü güçlerin, demokratik ve diğer yapıların, sağın ve solun birlikte varolduğu, demokrasinin burada serpilip geliştiği iddia edildi.

Suad Şarabani: Filistinlilere yönelik muamele konusunda sol/güvercinlerle sağ/şahinler arasında somut farklılıklar söz konusu mudur?

Bu türden yanlış sunumlar her daim gerçeklikle çelişir. Bugün Batı yarımküredeki ülkelerde bile ahlaksız ve insanlık dışı kabul edilen, İsrail tarihine ait kimi unsurlar bunun delilidir: Filistinlilere yönelik etnik temizlik, 1947-48 katliamları, Nekbe sonrası bugünkü İsrail’de kalan Filistinlilere yönelik ırkçılık, Batı Şeria ve Gazze’nin yasadışı işgali, Doğu Kudüs’ün yasadışı ilhakı, yasadışı yerleşimlerin inşası, Irk Ayrımcısı Duvarı’nın örülmesi ve kısa süre önce 2008’den beri dört binden fazla insanın öldürüldüğü Gazze savaşı. Eğer İsrail’i hangi hükümetlerin yönettiğine, yönetmeye devam ettiğine ve bu korkunç olaylara kimin yön verdiğine nesnel olarak bakarsak, İsrail’deki iktidar elitlerinin şahinler-güvercinler olarak ikiye bölündüğüne dair anlayışı hemen çöpe atarız. Sonrasında “ilerici” olduğu iddia edilen güçlere katılan ve altmışlarda İşçi Partisi’ne giren Mapai Partisi akan kanın, etnik temizliğin ve bugünkü ümitsiz hâle gelmemize neden olan yasadışı uygulamaların müsebbibidir.

Sağcı partiler İsrail’de ne zaman iktidara geldiler?

İsrail’de sağ, yetmişlerin sonuna dek öne çıkma imkânı bulamadı. O tarihten önce İsrail, ağırlıklı olarak İşçi Partisi hükümetlerince yönetildi. Binyamin Netanyahu’nun mevcut sağcı hükümetine bağlı görevlilerin insanlık dışı eylemlerin icra edilmesi konusunda onlardan arta kalır bir yanları yok. Bugünkü söz konusu tavrın kökleri politik geçmişte yatıyor. Tüm ırkçı fikirler, militan görüşler, şiddet ve etnik temizlik çağrıları ve barış karşıtı ajandalar geçmişteki İşçi Partisi hükümetlerine dayanıyor, bunlar, mevcut merkez ve sol partilerce kabul ediliyor. Başka bir ifadeyle İsrailli elitler, iç meseleler konusunda uzlaşamasalar da işgal, askerî güç kullanımı, yasadışı yerleşimler ve Yahudilerin Yahudi olmayanlar üzerindeki ırksal üstünlüğü konusunda net bir uzlaşma söz konusu. Aradaki fark ortaya çıkan sonuçlar değil, daha çok politik söylemler konusunda açığa çıkıyor.

Peki Batı’da insanlar neden hâlâ İşçi Partisi’nin barış için çalıştığına inanıyor?

İşçi Partisi’nin barışa âşık bir parti olduğuna dair miti esas olarak besleyen, İsrail’in hâlâ demokratik güçler, barışa âşık partiler eliyle yönetildiğine dair görüş. Bu yaklaşım, Batılı hükümetlerin Filistin’in çilesini görmezden gelmesine neden oluyor. Netanyahu gibi sağcı liderler ve onun Moşe Yalon, Silvan Şalon, Ayelet Şakid ve Neftali Bennet türünden ırkçı katilleri, Avrupa’nın yüzünü sürekli yere düşürüyor. İsrail’in en önemli destekçilerinden olan Avrupa, bu isimlerin ırkçı ve şiddete meyyal açıklamalarını gizlemeye çalışıyor. ABD yürütülen barış sürecindeki maskaralığı sürdürmekte bile zorlanıyor. Batı İsrail’in savaşa daha az düşkün liderlerce yönetildiğini düşündüğü günlere özlemle bakıyor. Bu noktada geçmişteki o liderlerin şiddeti merkeze alan ajandalarını hiç dikkate almıyor.

İşçi Partisi’nin barışa âşık hükümet unvanını hak etmesine neden olan nedir?

İşçi Partisi, hiçbir zaman barışa ilgi göstermemiştir.

İster kırkların sonunda ve ellilerde ülkeyi yönetenler olsun isterse İzak Rabin, Ehud Barak ve diğerlerinin liderliğinde kurulanlar olsun, tüm İşçi Partisi hükümetleri, işgale son verip Filistinlilere gerçek bir egemenlik vereceklerine dair bir vaadi ajandalarına hiçbir zaman almamışlardır. İnsanları aldatmaktan başka işe yaramayan o reklâmlara asla inanmayın.

Oslo, Filistinlilere egemenlik veya kendi kaderini tayin hakkını vermemesine karşın, Oslo anlaşmasını 1993’te imzalaması ardından Rabin’e Nobel Barış Ödülü verildi. Aksine, bu anlaşma sonrası Batı Şeria muhtelif bölgelere ayrıldı, bu bölgeler, İsrail ordusunun kontrolüne girdi. Filistinli elitlere rüşvet ve sahte unvanlar, VIP kartları, işbirliği karşılığı yığınla para verildi. Rabin’i dindar bir sağcı öldürdü, zira İsrail’deki aşırı milliyetçi ve dindar kamplar söz konusu olduğunda Oslo üzerinden Filistinlilere verilen Filistin bayrağı ve milli marş türünden “tavizler” ve diğer sembolik “başarılar” bile birer tabu olarak kabul ediliyordu.

Biraz da Batı Şeria ve Gazze’de inşa edilen yerleşimlerden söz eder misiniz? Bunları sağcı hükümetler mi yoksa İşçi Partisi hükümetleri mi yarattı?

Sağcı hükümetlerin oluşumu üzerinden dinî partilerin tümüyle Likud’un işi olduğunu varsaydık her zaman. Oysa dinî kampları öne çıkartan, İşçi Partisi idi. 1967 savaşından kısa bir süre sonra İşçi Partisi hükümeti, Batı Şeria ve Gazze’de yerleşimler inşa etmeye başladı. İlk yerleşimler stratejik askerî amaçlara sahipti. Burada amaç, ileride oluşacak her türden barış sürecinin niteliğini değiştirmek için yeterince İsrail yerleşimi tesis etmek ve sahada daha fazla varolmaktı. Bu nedenle, yeni ele geçirilen Filistin toprakları konusunda İsrail’in belirli bir vizyon oluşturması görevini üstlenmiş olan İsrail hükümetinde eski bir general ve bakan olarak çalışmış Yigal Allon’a ithafen, Allon Planı gündeme geldi.

Söz konusu planda, güvenlikle ilgili amaçlar doğrultusunda, Batı Şeria’nın yüzde otuzundan fazlasını ve Gazze’nin tamamını ilhak etmek amaçlanıyordu. Plan, Ürdün Nehri boyunca ve “Yeşil Hat” dışında bir “güvenlik koridoru” kurulmasını öngörüyordu. Böylelikle İsrail, Batı Şeria ile arasına tek taraflı bir sınır çizme imkânı buldu. Plan, Gazze Şeridi’nin tamamını İsrail’e dâhil etmeyi öngörüyordu ve Filistinli mülteciler için “Ürdün seçeneği”ni uygulamaya sokma yönünde atılacak ilk adım olarak Batı Şeria’nın belirli kısımlarının Ürdün’e iade edilmesini içeriyordu. Pratikte bu, Filistinliler için “alternatif bir vatan”ın oluşturulması ile söz konusu etnik temizliğin daha da katlanarak sürdürülmesini mümkün kıldı. Ama plan, tümüyle olmasa bile başarısız oldu. Filistinli milliyetçiler, alternatif bir vatanın kendileri için somutluk kazanmamasını teminat altına aldılar ama ele geçirme, etnik temizlik ve işgal altındaki toprakların ilhakını önemli bir başarı addettiler.

Demek ki İşçi Partisi, yeni işgal edilen toprakları Filistinlilere iade etmeye hiçbir vakit niyetlenmedi?

Asıl önemli olan, Allon Planı’nın İşçi Partisi hükümetinin asıl niyetinin bilhassa Batı Şeria’nın belirli kısımlarında ve Gazze’nin tamamında iktidarı elde tutmak olduğunu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını uygulamayı asla düşünmediğini tartışmaya mahal vermeyecek bir biçimde göstermiş oldu.

Batı Şeria’daki “cazip” yerleşim politikalarından istifade etmek amacıyla bir grup dindar Yahudi, Filistinlilere ait Hebron kasabasında hamursuz bayramını Atalar Mağarası’nda geçirmek için bir otel kiraladı. Burada amaç, ülke genelinde dindar ortodoks İsraillilerin kutsal kitaba dair bir arzusunu gerçekleştirmekti. Bu dindar Yahudiler, kitaba uygun olarak, buralara “Judea” ve “Samarya” diyorlardı. Bu hamleleri Filistinlileri kızdırdı. Filistinliler, büyük bir keder ve şaşkınlıkla, kendi topraklarının ele geçirilmesini, yeni isimler almasını ve yabancıların yerleşmesini seyrettiler. 1970’te fiilî duruma bir biçimde “nüfuz etmek” için İsrail hükümeti, Arap kentinin dış mahallelerine Kiryat Arba isimli yerleşimi kurdu. Buraya Hebron’dakinden daha fazla ortodoks Yahudi davet edildi.

Allon Planı, stratejik amaçlara sahipti. Ama kısa süre sonra stratejik ve politik unsurlar dinî ve manevî unsurlarla iç içe geçti. Son tahlilde Filistinliler topraklarını hızla kaybettiler. Bu süreç sonunda çok sayıda İsrailli transfer edildi. Nihayetinde Doğu Kudüs işgal edildi. 1967 savaşından kısa bir süre sonra da Doğu Kudüs ve işgal edilen toprakların geri kalan kısmı yasadışı bir biçimde ilhak edildi. Yıllar içerisinde stratejik yerleşimlerdeki büyümeye dinin motive ettiği büyüme eşlik etti. Bu büyümenin savunuculuğunu yapansa 1974’de kurulan Guş Emunim (İnançlılar Bloğu) gibi bir ateşli hareketti. Hareketin görevi, Batı Şeria’ya köktencilerden oluşan birlikleri yerleştirmekti.

Kaynak

0 Yorum: