İran’daki politik dönüşüme dair vizyon, Şah'ın,
rejiminin ve onun temsil ettiği her şeyin tümden reddine dayanmaktadır. Foucault’nun
tespitine göre, “İran’daki ayaklanma geleneksel toplumun modernizasyonunun her
yana yayılması sürecine uyum sağlayamaması değil, İran toplumunun “bir arkaizm olarak modernizasyonu reddetmesinden kaynaklanmıştır.” Foucault geçtiği
haberlerde, İran’da modernizasyonun ve çürümenin bir ve aynı şey olduğu
üzerinde durur. Ona göre tüm yaşananların sorumlusu Şah ve ailesidir.
Modernizasyon akıntısına karşı bir direnci temsil eden İslam, Foucault’nun
kanaatine göre, İranlılara bir tür politik kimlik kazandırmış, bu kimlik, Şah
ve ordusuna karşı çıkma noktasında İran halkına sahip olduğu kolektifliği
müthiş bir güce dönüştürme imkânı sunmuştur.
Foucault, İran Devrimi üzerine haber geçmeye devam
eder. Sonraki yazıları ilk geçtiği haberlerden artık farklıdır. Duygusal bir
içeriğe ve bağlılığa sahiptir. Foucault, orduya karşı şiddete dayalı olmayan,
duygusal ve cesaretli bir muhalefet gerçekleştirdikleri için İranlıları över ve
devrimin ruhani lideri olarak Ayetullah Humeyni’nin mistik niteliğini yüceltir.
Gelecek için somut bir program sunulması bağlamında Foucault yanlış bir tespit
yapar, ayaklanmanın bir Humeyni hükümeti veya hiyerarşik bir dinî rejimle
sonuçlanmayacağını söyler. Bu dönemde ayrıca Foucault’nun yazılarının köktenci
İslam’ı eleştirmeden tasdiklediğini söyleyen Parisli aydınlara karşı bir
savunma içerisine girer. Bu noktada Foucault, ilgili eleştirilerin İslam’a ait
tüm biçimleri “kendi bütünlükleri içerisinde bin yıllık bir ‘fanatizm’ lekesine
indirgemekte” olduğunu, oysa "İslam’ı anlamak için öncelikle nefretle işe
başlamamak gerektiğini” söyler.
Foucault’yu büyüleyen, İran’da yaşanan olayları
içine yerleştirdiği üç paradokstur: ilk olarak silâhsız bir ayaklanma,
dünyadaki en kudretli ordulardan birini çaresiz bırakmıştır; ikinci olarak
protesto hareketi iç ayrışmalar veya çatışmalar yüzünden dağılmamıştır; üçüncü
olarak Şah'ın iktidardan indirilmesinin ötesinde, belirli uzun vadeli
hedeflerin yokluğu hareketin zayıf değil, güçlü yanıdır. Foucault, İranlıların
dinî yapıları kullanma yöntemlerini takdir eder. Mollalar, camiler arasında
oluşmuş şebeke üzerinden kasetler dağıtmakta ve hükümetin sansürüne karşı
istihbarat temin etmektedirler. Foucault’nun tespitine göre İranlılar,
“mükemmelen cem olmuş bir müşterek irade” sergilemişlerdir. Sonrasında verdiği
bir mülâkatta Foucault, İran’a gitmezden önce müşterek iradenin “Tanrı veya ruh
gibi, bir insanın asla karşılaşamayacağı bir şey” olduğunu düşündüğünü söyler.
Devrimci olayların bitmeye yüz tuttuğu dönemde
Foucault, İran’da yaşanan olayların bir felaketle sonuçlandığını anlar. Şah
sonrasına kilitlenmiş, despotik bir rejimin, köktenci bir İslamî teokrasinin
kurulduğunu görür. İktidarın başında ise Humeyni vardır. 14 Nisan 1979’da
Foucault, İran’ın yeni başbakanı Mehdi Bazergan’a bir mektup yazarak, ona
İranlıların “bir mollalar hükümeti” tarafından yönetilmek istemediklerini
anımsatır. Politik muhaliflerin, eşcinsellerin ve diğer istenmeyen kişilerin
idamına atıfta bulunan Foucault, Bazergan’ı insan haklarını korumanın hükümetin
yükümlülüğü olduğu, eğer bu yükümlülük ihlal edilecek olursa, yeni rejimi var
eden aynı dinin o hükümete karşı kullanılacağı konusunda uyarıda bulunur.
Foucault, 11-12 Mayıs 1979’da İsyan Etmek Beyhude mi? isimli çalışmasını yayınlar. Bu çalışmanın ardından
da İran Devrimi konusunda tümüyle sessizliğe gömülür. İlgili eserde Foucault,
İranlıların Şah'a karşı gelmesini sağlayan kuvveti muhafaza etmek ister:
“Köktenci molla sınıfının eli kanlı hükümetindeki maneviyatla ölümün üzerine
üzerine yürüyen kitlelerin maneviyatı asla aynı değildi.” Foucault, sarfettiği
onca sözden caymanın gerekli olmadığına kanaat getirir ve İranlılara verdiği
desteğin yeni rejime yönelik eleştirisiyle uyumlu olduğunu söyler:
“Bir
insanın görüşlerini değiştirmesinde utanılacak bir şey yok ama o kişi, dün
SAVAK’ın işkencelerine karşı olduktan sonra, bugün de ellerin kesilmesine karşı
çıktığında, görüşlerini değiştirdiğini söylemesine bile gerek yoktur.”
Foucault’nun izahına göre
bir aydın olarak sahip olduğu ahlâk, stratejik olmaktan imtina eden bir ahlâktır.
Devrimin ortaya çıkardığı sonuçları yargılamanın veya onları ahlâkî yönden değerlendirmenin kendisine
ait bir sorumluluk olduğunu düşünmediğini ifade eder: “Devlet, evrensel
değerleri ihlal eder etmez bir tekillik ortaya çıkıp tüm uzlaşmazlığı ile
hareket ettiğinde, o tekilliğe saygı duyulmalıdır.” 11 Mayıs 1979’dan sonra
Foucault, İran Devrimi’ni ağzına bir daha almaz. Devrimle ilgili yazıları da
kariyeri boyunca sıklıkla tartışmalara yol açar.
Wisam Şaibi
0 Yorum:
Yorum Gönder