26 Şubat 2016

,

Diş


Uluer’in Dini

Bakû Doğu Halkları Kurultayı, Batı’yla yürütülen pazarlığın kurbanıdır. Kürdlerle ilişki kurulmasına mani olan zihniyeti bu kurultaya bağlayan Bülent Uluer, “Karanlıkta Solun Ayağına Bastım” başlıklı Özgür Gündem söyleşisinde, o kurultayın bizzat o kendi dininin mensuplarınca iğdiş edildiğini gizlemek niyetindedir.

Kurultay bahanedir, asıl dövülmek istenen bağcı, Komintern’dir. Uluer, Komintern’e ve Sovyetler’e küfretmeden AB pasaportu alamayacağını iyi bilmektedir. Çünkü AB, Komintern’in mezarı üzerine kurulu, emperyalist-kapitalist bir projedir. Sol, hiçbir şey öğretmemişse Uluer’e bu uyanıklığı öğretmiştir. Kendisi, artık yeni kominternin Kadrocusudur. Zira özel KUTV’dan mezun olup devletinin safında ilerlemecilik adına çalışma yürüten Uluer, “Kürdistan devletinin kurulacağından ve Türkiye ile birleşerek bir ABD olabileceğinden” bahsetmektedir. Onca yılın şefliği, komilikle son bulmuştur.

Kurultay

Bakû, doğu devriminin gömüldüğü mezardır. Emperyalizmle kurulan masaya atılan koz, kıymetini yitirmiş, kazanan efendiler olmuştur. Teori ve ideoloji, artık buna göre ayarlanmak zorundadır.

Uluer, soldaki milliyetçiliğin kökenini Bakû Kurultayı’nda bulmaktadır. Onun bugün küfrettiği Komintern, Kemalistlere Kürdistan meselesini dayatan bir yapıdır. Liberallerden öğrendiği sol tarih üzerinden TKP’yi kütle hâlinde Kadrocu ve Şeyh Said düşmanı zannetmektedir. Oysa itiraz eden sesler de mevcuttur. Ayrıca Şeyh Said günlerinde yaşasa ona ilk kurşunu bugünün Kadrocusu olarak Uluer sıkacaktır.

Uluer için Kürd’ün, kendi batıcı dünyasına hizmetkâr olması ölçüsünde bir manası vardır. Batı silkelediğinde, hareket doğulu köklerine ricat ettiğinde, ilk saldıran gene Uluer olacaktır. Emperyalizmin ve siyonizmin bölgeyle alakalı tahayyüllerine uyum sağlamış bir solcu olarak Uluer, küfrettiği yeri iyi bilmektedir.

Şampiyon

Bir fikrin şampiyonluğunu, savunuculuğunu ifrata vardıranlar, tefrit üzredirler. “Asker partisi” laflarını çokça dillendirdiği dönemde SİP’liler, “Türban” broşürleri ile genelkurmayın solu olmayı içlerine sindirdiler. Kemalizme yelken açtılar. Partiyi, teorik-ideolojik-politik çizgisini o geminin rotasına göre ayarladılar. 2004 NATO zirvesinde pikniğe gitmek de bir yerlere mesaj içeriyordu. O dönemde de “emperyalizm, NATO” edebiyatı yapılıyordu. Bugün de “Kürdlerden ayrışmak gerek”[1] demeleri, bu göbek bağının bağlı olduğu yerle alakalı.

Demek ki teori ve ideoloji, laf-ı güzaf. Somut-maddi çıkar ilişkileri kuruluyor, o güç odaklarına göbekten bağlanılıyor, ardından da teorik bir zemin ve ideolojik kılıf örülüyor. Ve tabii ki kadroların ikna edilmesi şart. Onca yayın, içe dönük olarak, kadroları ikna etmek için çıkartılıyor.

Krizde olduğu söylenen teori, en sığ olana bağlanıyor. Bir kavganın adı olması gereken teorik faaliyet, özünü, harrını yitiriyor. Olanın meşrulaştırılması girişimine dönüşüyor. Bir fikrin şampiyonluğunu yapanlar, kendi varlıklarına indirgedikleri teorik faaliyeti kolektif olandan, kolektifin kavgasından kaçırmak zorundalar. Fikre bitmiş-tamamlanmış bir proje gözüyle bakıyorlar. Bu nedenle nesnelliği o projeye uygun bir şey olup olmadığına göre tasnif ediyorlar. Onca öznelci vurgu, nesnelliğe biat edildiğini gizlemek için.

İç İçelik

Emperyalizm ve faşizm iç içe. “Teorik faaliyet” kazığını kendi bastığı yere çakanlar, bu iç içeliği görmüyorlar, görülmesin istiyorlar. Türkiye’ye dair dış sol yapılara raporlar hazırlayanlar (misal: Işıkara, Kayserilioğlu[2]) “alt-emperyalizm”den söz ediyorlar. Teorik kazıkları etrafında kimilerini dolandırmak için yapıyorlar bunu.

“Alt-emperyalizm” vurgusu, Türk egemenlere kendisi gibi özel bir öznellik bahşediyor. Bir NATO devleti olarak hareket ettiği gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Demek ki bu vurguyu yapanlar, NATO’ya çalışıyorlar!

Bir kuşatma altında olmak, bunu gerekli kılıyor. Hindistan’da Erdoğan’ın muadili olan Modi aydınlara saldırıyor, öğrencileri marjinalleştirmek istiyor. Hamle açık: güvenlik değil, güvensizliğin yönetimi ehven. NATO talimnameleri bunu gerekli kılıyor. Oysa Allah’ın Hintlisi, kendisini Steve Biko’ya bağlıyor[3], bizimkiler Mandela’ya. Bizde Biko’nun yazıları ancak sansürlenerek yayımlanabiliyor.

Aynılık

Fikir ve zikir, aynı düzlemde işliyor. Her şeyi kendisinin başlattığını düşünenler, her şeyin sonunu kendisinin tayin edeceğini söylüyorlar. Bu da doğalında herkesi kendisine ram ve kul etmeyi gerekli kılıyor.

“Kürd’den kopalım” diyen, halk sınıflarına gitmek istediği için bunu söylemiyor. Sadece halk sınıflarının Kürd sopası ile hizaya getirilmesi girişimine ortak olmak istiyor. Bu hâliyle halk sınıfları fazla geri kabul ediliyorlar. Artvin Sur’a sessiz kaldığı için eziliyor. Kürd’cülüğüne ve CHP’ciliğine halel getirmeyenlerin yürüttüğü pazarlık, Cerrattepe’yi tarihe gömüyor. Emniyetten (nasılsa) sızan belgeler bu kesimleri yaldızlıyor.

Esasen düşman, kendi muhalefetini koşullayarak, üreterek, çatarak ilerliyor. Sözüne ve vicdanına Allah gibi tapanlar, yükselişlerini düşmana muhtaç olduğunu görmüyorlar. Görmek istemiyorlar. Sorgulamak, teorik faaliyetin harrı tehlikeli kabul ediliyor.

Milli Güvenlik

AKP’liler, 28 Şubat’ı gerçekleştiren iradenin önemli bir bileşeniyle, Sorosçularla 28 Şubat anması yapıyorlar bugün. Soros bayii, “milli güvenlik”ten dem vuruyor. AKP’liler, milli güvenliğin temsili ve timsalinin Erdoğan olduğunu zannedip ruhlarını okşuyorlar. Doğum günü pastasında üfledikleri mum kadar ömürleri.

Oradaki fikir ve zikir de aynı sis perdesi rolünü oynuyor. Yıllarca “ordu vesayeti” diyenler, bugün ordu vesayetiyle yaşama tutunuyorlar. Güvensizlik ortamı, güvenliği öne çıkartıyor. Dün saz çaldıranlara bugün “alçak ve korkak” denilmesinin manası yok. “28 Şubat ve Refah’ın yıkılması için 200 milyon harcadım” diyen Özkök’lerin tıyneti bu. Müslüman’a vurulunca Kürd’ün sevinmeye hakkı yok. Tersi de geçerli.

Devletin ajanları gemiyi terk etmeye başlıyor. Sola ise dünle, bugünle, gelecekle ilişkisi olmayan, sadece kendisini gören bencil birkaç kişi kalıyor. O gemi ise yerini başka bir gemiye bırakıyor. Biz ise bir kişiyle, bir kişinin psikolojisiyle uğraşarak tükettiğimiz zamana ah vah edeceğimiz günlere uzanıyoruz.

İki Leyla

Leyla Zana, “Biz Filistin halkının mücadelesine saygı duyuyoruz, ama İsrail devletinin de bölgede yaşama hakkı var, bunu da kabul etmek gerekir” deyince Leyla Halid doğal olarak öfkeleniyor. Bunun üzerine Halid’e, “ne var ki bunda, FKÖ de İsrail’i tanıyor” deniliyor. İşte tam da bu yüzden Filistin’de FKÖ’yü kimse tanımıyor!

İşte tam da bu sebeple Işıkara ve Kayserilioğlu’nun iddiasının aksine, “kurtuluş hareketinin batıdaki halk hareketinin yenilenmesi için gerekli ilhamı vermesi” mümkün değil. Bu yazarlar, gerçeği akademinin “sınıfsız-sınırsız” âleminde(n) okuyorlar. Sınıfsız-sınırsız bir özne olarak soyutladıkları bir “Kürd”e sarılıyorlar, geri kalan herkesi, her kesimi nesne kılıyorlar, zihinlerindeki “soyut Kürd”e tabi hâle getirmeyi tek çözüm kabul ediyorlar. Bu, Uluer’lerin solunun kiri pasını halı altına süpürme yöntemi. Kürd, bugün küçük burjuvalar için sınıfsızlığın-sınırsızlığın geçici ve tek kullanımlık mecazı. Bu edebiyatı tüketince başkasına sarılacaklar, buna alışıklar.

Her şey, sonuçta bugünde biraz rahatta olmak için değil miydi zaten? Varlığını sınıfsız-sınırsız zannedenlerin sınıflı-sınırlı gerçekliğe müdahale etmesi mümkün mü? Ya da bu müdahalenin sınıfa ve sınıra işaret eden yerlerin budanmasına indirgenmesi kaçınılmaz değil mi? Medeniyetin geride kalmış tek dişi olmaya namzet bir solun bir şeyleri ısırıp koparması mümkün mü?

Eren Balkır
26 Şubat 2016

Dipnotlar:
[1] İlker Belek, “Sol Kürt Hareketinden Tamamen Ayrışmalı”, 25 Şubat 2016, Sol.

[2] Max Zirngast, Güney Işıkara, Alp Kayserilioğlu, “Turkey’s Decisive Year”, 24 Şubat 2016, Jacobin.

[3] Pushkar Raj, “Rohith Vemula ve Steve Biko”, 30 Ocak 2016, İştirakî.

0 Yorum: