Türk
İslamcılarında görülen, Kur’an’ı Türklere inmiş bir kitapmış gibi ele alan
yaklaşımları esasen bir tür “Yahudileşme” temayülü. Türk ve devleti merkeze
alınınca, olmayan, içi boş küme olarak, mutlağa tahvil edilince, her şey güllük
gülistanlık olacakmış zannediliyor. Sonra bu boş küme, ilahi bir gösterge
olarak istismar ediliyor. Ardından, başını kaldıran Kürd’e “asabiyetçilik
kavmiyetçilik” eleştirisi yapılıyor, itiraz eden Şii’ye de “meşveret” ile
ilgili eleştiriler yöneltiliyor. Bu eleştiri ve itirazlar, o boş kümeyi, o
göstergeyi mülk edinmenin kibri üzerinden vücud buluyorlar.
Bunların
solcu versiyonları[1], “sosyalizm” sözcüğünü benzer bir yerden ele alıyorlar.
Aynı kibirle, her şey düzleniyor, başını kaldıran, itiraz eden “sapma-sapık”
derekesine düşürülüyor. Sürekli “mücadele ettiğin şeye benziyorsun” deniliyor.
Mazlumun kudreti küçük görülüyor. Onun ancak zalim sayesinde, ona benzeyerek
güçlenebildiği söyleniyor. Kudret havaya asılıyor, “kendini eşitleme!” diyen,
zalim ve mazlumu eşitliyor.
Bir
kısım solcu, “ezilen ulus milliyetçiliği-ezen ulus milliyetçiliği” ayrımı
yapıyor. Milliyetçiliği şeytanîleştirdikten, altını oyduktan sonra, ezen-ezilen
ayrımı hükmünü yitiriyor aslında. Ezen ve ezilen, kötü milliyetçilik düzleminde
eşitleniyor. Bu düzleme ve eşitleme teşebbüsü, varolan milliyetin hâkimiyeti ve
kibri üzerinden icra ediliyor. Mesele, varolan milliyetin düşünsel pratiğini
kendince değiştirmek olunca, o sabit ve mutlak bir düzeye yükseltiliyor. Bunu
bozan her şey tekfir ediliyor.
AKP,
müesses nizamla arasındaki sahte ayrımı ortadan kaldırdıkça bir dönem ümmetin
birliğine, ümmet coğrafyasının fetih ordusuna sancaktar olanlar, geri
adım atıyorlar ve birden diriliş postacılığına[2] rücu ediyorlar. TRT pasaportu
ile ücretli seyyahlık yapıyorlar. Burjuvaziye rota çiziyorlar. Birkaç sene önce
dirilişin, uyanışın gerçekleştiğini düşünenler, bugün AKP’nin aks değiştirmesi
sonucu, tabanı toparlama görevini üstleniyorlar. İçi boş bir hamle ile o tabanı
yeniden İslamcılık çadırına tıkıştırmak istiyorlar. Cedelsiz gerçekleşen bu
ricat, en fazla İslamî harekete zarar veriyor.
Bunlar,
bugün utanmadan “kendi mensubiyetini başkasına üstün görme, başkasının
mensubiyetini aşağılama” diyorlar. Üstelik bu lafları Kürdlere söylüyorlar.
Nasıl bir yürekse, o dil, bu cümleleri AKP iktidarı için hiç kuramıyor. Güçleri
devletle birlikte ancak mazluma yetiyor. Düşünsel kudret, bir anda devletin
somut kudretine bağlanıyor. Oradan, mazlumun aklındaki, zihnindeki ve
düşüncesindeki açıklara hamle yapılıyor. Geri çekilen herkes, bu soyut âlemde
devlete kul edilmek isteniyor.
Sonra
“çoğunluk aldatıcıdır” hükmünü unutuyorlar. “Halk” kelimesinin safında olunca
meseleleri halledeceklerini düşünüyorlar. Müslüman çoğunluğun vasatına
sesleniyorlar. O vasat, devletin “elinizden alırım” diye tehdit ettiği şeylerin
ideolojisi olarak biçimleniyor. Haysiyetsiz, kişiliksiz bir varoluşa
kapatılıyor.
O
boş kümeye sürekli atıfta bulunarak, akıl, zihin ve düşünce örgüsündeki
açıklara bakıyorlar. Bu üç pratiği, egemenlerin faaliyeti önünde diz çöktürmek
istiyorlar. Akıl, zihin ve düşünceyi düzlerken eşitlenmek derdindeler ama bu
talep, söz konusu düzlemde küfrü ve sömürüyü özgürce haykırmak için dile
getiriliyor. “Halk” konusundaki tutarsızlık ve açık dile dökülünce Kürd’ün halk
temelini oyabileceğini zannediyorlar. Meşveret, takva ve sömürü konusunda bir
tutarsızlık göze çarpıyorsa, Kürd’e orası gösteriliyor. Devletin karşısında tek
nefes olana, “kendi işine bak, kendince yaşa” deniliyor. Bu, devletten sürekli
cülus bahşişi bekleyenlerin lafı oluyor.
Bu
noktada birden “takva” sözcüğü akla geliyor. Ama o takva, Allah’ın mahlûkatına
zulmedenlere itirazı asla içermiyor. Sonra Şiilerin karşısına “meşveret”
sözcüğü ile çıkıyorlar. Bir açığı buluyorlar ve oraya hücum ediyorlar. Ama
“Hakkâri’nin merkezinin neresi olacağına, oraya giden topun tüfeğin nereden alındığına,
çocukların üzerine hangi mermilerin sıkılacağına, Taybet Ana’nın n’aşının
sokakta kaç gün kalacağına, İsrail’le hangi elle tokalaşılacağına vs.
meşveretle mi karar verildi?” sorusu hiç sorulmuyor.
Akıl,
zihin ve düşüncedeki açıklar, efendilerin verili somut bütünü üzerinden
belirleniyor. Dolayısıyla burada konuşan hep onlar oluyor. “Meşveret”, “takva”,
“sosyalizm”, “halk” gibi kavramlar, somut insanların somut dertlerine somut tek
bir ilâç bile sunmuyorlar. Bunlar, her zaman olduğu gibi bugün de somut insanların
somut kavgalarına ihtiyaç duyuyor.
Amilcar
Cabral, yoldaşlarına şu ikazı yapıyor: “Kimseye yalan söylemeyin, zafere
kolayca varılacağı iddiasında bulunmayın.”
Bu
İslamcılar ve sosyalistler yalan söylüyorlar; devletin koltuğu altında kolay
zaferler vadediyorlar. Bunlarda meşveret, başkasına kör; takva, kendine
Müslüman. Bunlarda “sınıf savaşımı”, küçük burjuva gevezelik.
Barışmayan
“barış”, savaşmayan “savaş”tan evladır.
Eren Balkır
20
Ocak 2016
Dipnotlar:
[1] İlker Belek, “Akademisyenlerin ‘Barış’ Bildirisinin Hatası”, 18 Ocak 2016, Sol.
[2]
Fatih Sevgili, “Türk ve Kürt İslamcıların Nesep-Irk Asabiyetiyle İmtihanı”, 20
Ocak 2016, Haksöz.
0 Yorum:
Yorum Gönder