20 Ocak 2016

,

David Bowie’nin Politik Ekonomisi


Son iki hafta içerisinde David Bowie için yas tutan, nispeten daha saygılı makalelerden birinde John Harris, Bowie’nin hayatının ipuçlarını belirli bir kuşak bağlamında arıyor.[1] Bowie’nin içine doğduğu kuşak, bilhassa II. Dünya Savaşı esnasında veya sonrasında doğmuş, altmışlarda reşit olmuş bir kuşak. Ama birçoklarının da işaret ettiği üzere, Bowie altmışlı yıllara pek denk düşen bir isim değil, onun kariyeri esas olarak Teçırcılık etrafında dönüp duran yeni bireyciliğin yükselişine karşılık geliyor. Daha net bir ifadeyle o, ilgili dönemin sonrasında, Keynesçiliğin dağıldığı kesitte varoluyor. Doların altına bağlı olmaktan çıkartıldığı 1971’de çıkardığı dördüncü albümü Hunky Dory ile Margaret Thatcher’ın iktidara geldiği 1979 yılında çıkardığı Lodger albümü arası dönemde David Bowie en iyi albümlerini yapıyor. Bu dönemde küresel kapitalizm de kendisini bilinçli bir biçimde tatbik edilen politik kontrolün zincirlerinden kurtarıyor.

Ayrıca bu dönem, Thomas Piketty’nin de gösterdiği üzere, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik eşitlik dönemi. 1977 yılında Britanya, en üst gelir grubu ile en alt gelir grubu arasındaki mesafenin en kısa olduğu koşulları yaşıyor. Bu, aynı zamanda muhtemelen Bowie’nin de en fazla yaratıcı olduğu yıl. O yılı Bowie Almanya’da geçiriyor. Piketty’nin sunduğu tarihsel verilerin de gösterdiği üzere, 1947’de dünyaya gelen Bowie’nin çocukluğu ve gençliği, olağandışı bir biçimde, gelir eşitsizliğine tanıklık ediyor. Sigorta hizmetleri şirketi The Prudential’ın hesabına göre, 1948 yılı doğmak için en talihsiz yıl. Otuz yıl refah devletinin desteğini görenler, bir otuz yıl boyunca mal varlığı fiyatlarında artışa, bebek sayısındaki yükselişe, ev sahipleri ve emekliler için hayırlı geçen bir döneme tanıklık ediyorlar.

Anglosakson Ülkelerinde Gelir Eşitsizliği (1910-2010)

Londra’daki kültürel sektörlerin bugün de ortaya koyduğu biçimiyle, eşitsizliğin iyice derinleşmesi sanatçıların daha az risk almasına neden oluyor. İnsanlar, ebeveynleri ile evlerinde daha fazla zaman geçiriyorlar, hafta içinde para karşılığı daha fazla çalışıyorlar ve böylelikle kiralarını ödeme imkânı bulabiliyorlar. Bu da yirmi yaşındaki bir gencin kendisini ve sanatını yeniden keşfetmesi için gerekli zamanı ve imgelemi temin ediyor. Şüphesiz bugün de Brixton’da doğan ve sanat okuluna giden gençler var, ama bu, Brixton’da fayda sağlamak için kullanılmayan lüks mamullerin maliyetlerini karşılamak için yeterince zengin insanın yaşaması sayesinde mümkün olabiliyor. Bowie’nin kendisini keşfetmesine bu denli hasretle bakmamızın sebebi bu. Böylesi bir kariyerin bir kez daha, en azından Londra’da yaşanması ihtimalini hayal etmenin imkânsız olduğunu artık görüyoruz. Bowie, Teçırcıların inandıkları ama bir biçimde onları köstekleyen neoliberalizmin birçok hedefinin (özgüvenin, yeniliğin, esnekliğin vb.nin) eşitsizlik üzerinden daha fazla “teşvik edilemeyeceğinin” bir kanıtı.

Bowie’nin postkeynesçi dönemin içinden neşet eden bireyciliği ifade etme tarzlarını bir kenara bıraktığımızda karşımıza şu ilgi çekici soru çıkıyor: Onun kuşağı, sonraki kuşaklara kıyasla böylesine yüksek bir kendini keşfetme seviyesine nasıl ulaşabildi? Aile bağları veya emek piyasasına bağımlılıktan insanları kurtaran eşitsizlikteki azalma önem arz edebilir, ama bu olgu, sorunun cevabı için pek de yeterli değil. Artık kırklı yıllarda doğmuş kahramanlarımızın artan bir ivme ile öldüğü bir döneme girdik. Bu noktada bu varoluşsal başlangıç noktasını neyin özel kıldığını sormanın vaktidir.

Sermayenin Tahribatı

İkinci Dünya Savaşı denilen kültürel, politik dönüm noktası ve yeniden başlama arzusu konusunda çok şey söylenebilir. Piketty’nin çalışmasında girizgâh için faydalı kimi unsurlar mevcuttur. Onun da ifade ettiği üzere, savaş sonrası dönemde eşitsizliğin azalması, basit manada yüksek vergilerin ve sosyal harcamaların bir sonucu değildir. Bu iki olgu, eşitsizliğin azalması sürecine önemli katkılar yapmaktadır. Piketty’nin basit tezi şudur: sermaye geliri gelirdeki artıştan daha fazla olma eğilimindedir. Bu da ekonomideki özel sermaye miktarının artmasıyla eşitsizliğin de yoğunlaşacağına işaret eder. Bu tezin tersi de geçerlidir: ekonomideki özel sermaye miktarı küçülürse eşitsizlik de azalır.

Üretim ve çalışmadan kaynaklı gelir akışlarına nispetle ekonomide özel sermayenin aşırı ölçülerde birikmesi, toplumsal ve kişisel dönüşüm için gerekli beceriyi düşürür. Bu, kısmen “finansallaşma” teorilerinin işaret ettiği gerçekliktir. Yatırımcının çıkarları, yenilik veya verimlilik artırma becerilerine galebe çalar. Barınma, kullanım değerine sahip bir şey değil de yatırımcının çıkarlarına hizmet eden bir varlık muamelesi görür. Toplumsal açıdan kıymetli olan bir faaliyet (misal eğitim) ileride elde edilecek kazancın bir kaynağı olarak yeniden tahayyül edilir, böylelikle o, çıkar sağlanacak, istifade edilecek bir olgu olarak görülür. Bowie’nin de doksanların sonunda yaptığı budur.

Piketty’nin üzerinde durduğu bir husus da özel sermaye artışının “geçmiş geleceği yutar” sözüne atıfla, nasıl gerçekleştiğidir. Geçmişteki eşitsizlikler bugündeki eşitsizlikleri dayatırlar ve modernleşme kapasitesinin altını oyarlar. Dolayısıyla tahrip edici sermaye, şu veya bu şekilde modernleştirici bir eylemdir. Schumpeter’in ünlü ifadesi “yaratıcı tahribat” dâhilinde somutlandığı biçimiyle, Avusturyalı ekonomistlerdeki merkezî görüş bu şekildedir.

Avusturyalı ekonomistlerin bakış açısına göre kapitalizmin en temel avantajı, onun kendisine ait tahrip etme eğilimlerini ve insanların tahrip etme arzularını içselleştirebilmesidir. Bu, piyasa fiyatlarındaki küçük “düzeltmeler” değil, potansiyel manada yıkıcı olan başkaldırılar üzerinden gerçekleşir. Örneğin bugün Amerikan uluslararası taşımacılık ağı şirketi Uber kimi geleneksel sistemlere başvurmaktadır. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı gibi sermayenin kapsamlı bir tahribatın altına imza attığı bir moment, keşif için eşi benzeri görülmemiş bir fırsat sunmaktadır. Bu, “meritokratlar”ın düşlerini teyit eden, eşit şartlar oluşturma imkânına işaret etmektedir.

Böylesine kolektif bir tahribatın ardı sıra yetişmede psikolojik ve psikoanalitik açıdan imrenilecek bir yan vardır. Bu koşullarda insan kendisini daha az suçlu hisseder. Nietzsche’nin hayal ettiği de tam olarak böylesi bir gerçekliktir. Kindar Hristiyan ahlâkından kurtulmak için bu şarttır (“üstinsan için gerekli yolu açmalısınız.”). Bu tahribat, yaratıcılık için gerekli tüm fırsatları sunmaktadır. Zira kişinin ailesi zaten söz konusu tahribatla ilgilenmektedir. John Lennon 1940’ta, Bob Dylan 1941’de, Lou Reed ise 1942’de dünyaya gelmiştir. Bu tespit, gene de kapitalizme dair temel bir yanlış anlamaya yol açar, yani burada kapitalizmin kendini özgürce ifade etmeyi ve bireyselliği teşvik ettiğine dair yersiz bir kanaat dile getirilmektedir. Oysa gerçekte bu tip şeyler için sahneyi teşkil eden, sermayenin yol açtığı tahribattır.

Kapitalizm, kendi içerisinde melankoliye yönelik bir eğilimi barındırır. Burada “melankoli” derken Freud’un tanımına başvurulmaktadır. Freud’a göre melankoli, geçmişin yitip gittiğini kabul edememektir. Piketty’nin de gösterdiği üzere, kapitalizm gelişme kaydettikçe kişilerin keşfetmedikleri veya inşa etmedikleri, kullanım noktasında hiçbir çıkara sahip olmadıkları, miras kalan varlıklarla geçinip gitmek giderek daha akla yatkın bir hâl alır. Geçmişe borçlu olma hissi boğucu bir olgu hâline gelebilir. Böylesi bir toplumda yaşayanlar için bugün geçmişe ait borçları ödemeyi ihtiva eder ki bu da finansal melankoli dâhilinde keşfettiğimiz üzere, bir başka melankolik koşuldur. Avusturyalı ekonomistlerin bakış açısına göre, devletin finansal sistemi kurtarması geçmişin hatalarının ortadan kalkmasına ve yeni bir gelecekle yüzleşilmesine izin vermeyi melankolik bir biçimde reddetmenin temsilidir. Nispeten geçmişe sünger çekmenin tek etkili yolu, feshetmek ve tahrip etmektir.

Ellilerin sonundan doksanların başına dek süren coşkunluk dönemini Mark Fisher “halk modernizmi” olarak niteliyor. Bugün anımsadığımız şey, bu dönemin öforik masumiyete ilişkin mirası aslında. Kırklarda ve ellilerde doğanlar geçmişe hiçbir şey borçlu değiller, zira geçmiş bulanık, düzlenmiş, silinmiş ve feshedilmiş. Piketty’nin yukarıda sunulan grafiğindeki dip noktası, eğlenmek için biricik fırsatı ifade ediyor. Alacaklılar veya hayır sahipleri ne düşünür diye korku duyulmadığı bir dönem bu.

Bowie’yi bugün bizim için albenili kılan, onun her türlü borçtan mahrum olması ve geçmişe ait vaatlere itibar etmek gibi o kısıtlayıcı ve suçluluk hissi veren yükümlülükten münezzeh olması. Bugün gündelik hayatın finansallaşması, bireylerin yaşamsal belirli yörüngeler dâhilinde sabitlenmesini içeriyor. Ne yaparsak yapalım, geçmişin alacaklılarınca hesap edildiği biçimiyle, istikrarlı, öngörülebilir bir geliri garanti eden bir yola kendimizi sabitlemek zorundayız. Geçmiş geleceği yutuyor. Dijital teknoloji ve sosyal medya buna katkı sunuyor, kimliklerimizin belirli bir yerde sabitlenmesine yardım ediyor, onları kredi derecelendirme kurumları nezdinde şeffaf hâle getiriyor. Bu anlamda artık klişeleşmiş şu “Bowie’yi seviyorum” cümlesinin dillendirilmesinin sebebi, hepimizin bugün hakikatin karşıtı olan kendini keşfetme meselesiyle meşgul olması: Onun arkasından yas tutuyoruz çünkü gerçek manada tahrip edici bir finansal kriz veya başka bir savaştan mahrum olduğumuz koşullarda Bowie’deki özgürlüğe sahip olma fikri artık bir daha tahayyül bile edilemeyecek denli imkânsız bir hâl almış durumda.

Will Davies
19 Ocak 2016
Kaynak

Dipnot:
[1] John Harris, “In Mourning Bowie We Mourn the End of an Era When Art Could Truly Subvert”, 12 Ocak 2016, Guardian.

0 Yorum: