16 Ocak 2016

,

Christopher Hitchens Eleştirisi

Her ne kadar şampanya zaman içerisinde kariyerinde sosyalizmin yerini almışsa da Christopher Hitchens, karşımızda duran en son şampanya sosyalistidir. Öğrencilik günlerinde yoksullar için yürüyüp akşamları zenginlerin sofrasına oturma âdetinden ötürü “Müraiçıns” olarak tanınan Christopher, İngiltere’deki o asil bohemler ve üst sınıfa mensup muhalifler geleneği içerisinde devlet okuluna gitmiş bir dönektir. Biraz daha erken bir tarihte doğmuş olsaydı, muhtemelen soylu beylerin takıldığı Pall Mall Kulübü’nün barında içki içen hovarda bir casus olacaktı.

Tıpkı mızmız bir çocuk gibi o, her şeyi istedi, hep de bu istemenin hayrına vakıf olmayı arzuladı. Hitchens, New York’taki akşam partilerinde Amerikalı yazar Saul Bellow’la ilgili nutuklar atarken, Afganistan’daki mağaralarda çömelerek konuşmayı, bir yandan da dik durmayı ihmal etmedi. İşkencenin her türlüsüne tahammül etti, Margaret Thatcher eliyle su işkencesini de gördü, sırtına sopa da yedi. (Yediği patağa duyduğu mazoşistik şükran duygusundan mıdır, yoksa Thatcher’ın Falkland Adaları’nda batırdığı Belgrano gemisinden söz etmenin hayli güç olmasından mıdır nedir, bir keresinde oyunu ona vermişliği de vaki). Ömrünü hep herhangi bir kişi olan insanlara yaltaklanmakla geçirdi. Bunu yapmak da zor işti esasında, bir yandan da o, her daim hâkim iktidarların bir kırbacı olarak kamuoyu nezdinde sahip olduğu imajını muhafaza etmeyi bildi. Bu Büyük Muhalif’in ikiyüzlülüğün kitabını yazdığı kesindi. Onun müesses nizamı diliyle dövme arzusuna ancak o nizama ait olma konusunda duyduğu derin şevk denk düşebiliyordu. Korkusuz, sırf kendisine hayran, ter nedir bilmeksizin dilbaz olmayı beceren, sürekli kendisinin reklâmını yapan Hitchens, hep Norman Mailer’ın kavgacılığı ile Oscar Wilde’ın nüktedanlığını birleştirmeyi bilen bir isim olageldi.

Muhtemelen bu kitap, Hitchens’ın makalelerinden oluşan, ölümünden sonra karşımıza çıkacak son toplama eser. Kitabın ismi tuhaf. Hitchens’ın üslubuna yakışmayacak ölçüde makul, “diğer yandan” deyip duran tarafsız bir çalışma sunuyor bize. Meselelerin diğer yanını anlatmak, nadiren göz kırpsa da, ona yakışan bir şey değil zira. Marksist geçmişini yankılayacak biçimde, onunla birlikte Oxford otomobil fabrikasında bildiri dağıttığımız günlere ait bir makale var kitabın içinde. İfrata varacak ölçüde övgülerle dolu bir makale bu. Rosa Luxemburg’a dair. Hitchens, kitapta ayrıca İsraillileri de dişlerinin arasına alıp parçalıyor. Tıpkı Tanrı ve Saddam Hüseyin gibi. Onun için ikisi arasında bir fark yok. Arap çocuklarının başlarını parçalayan emperyalist maceraları övmeye dünden hazır olduğuna göre, onun yüksek mevkilerde gömülü olan yalancılığı da söküp çıkarmaya aynı ölçüde meraklı olması gerek. Yalan makinesi oluşun küçük bir örneği, Hillary Clinton’la ilgili berbat bir makalede karşımıza çıkıyor. Hillary Clinton, 1953’te ilk kez Everest’e çıkan Sör Edmund Hillary’ye, “annem sizden sonra bana soyadınızı isim olarak vermiş” diyor (oysa Clinton 1953’te altı yaşında).

Hitchens, tüm o şedit hâliyle taraflı bir düşünür. Örneğin yozlaşmış Arap rejimleriyle ilgili böylesine hınç ve tutku ile yazabilen gazeteci sayısı çok azdır. Öyle ki Araplara karşı yürüttüğü polemik, İslamofobi kavramının liberal bir fantezi olduğu, burkanın Ku Klux Klan üyelerinin giydikleri kukuletalarla kıyaslanması gerektiği konusunda çoğu insanı ikna edebildi. O, kendisiyle çelişen bir mahlûk aynı zamanda. Şahin bir liberal. Yani hem takdireşayan ilkeleri benimseyebiliyor hem de en tiksindirici davaları güdebiliyor. Batı’nın Irak’a, Falkland Adaları’na ve başka yerlere müdahalesini desteklemesi, onun cakasından geçilmeyen askerî geçmişine ait değerleri ile despotizme yönelik solcu nefretini birleştirmesine imkân veriyor. Amerikan yaşam tarzına dair aşırı idealize edilmiş yaklaşımından bahsetmeye bile gerek yok. Babasının asker oluşunun Müslüman kanı içmek istemesiyle veya ABD kültürüyle bütünleşmeleri için Afrikalı-Amerikalı gençlerin orduya girmesi gerektiğine dair kanaatiyle bir alakası bulunmuyor. Sonrasında ise, yeterince derinleşme imkânı bile bulamadan, pratiğe dökemediği o Troçkizm sularını terk edip, Washington’daki neokonlarla sıkı fıkı olan biri hâline geliyor.

Hâl böyleyken böyle… Hitchens’ın kalemindeki canlılık ve şevk çok az gazetecide mevcut. O, bar kuşlarının çenebazlığı ile edebiyat ustasının akıcılığını harmanlıyor, elinden gelse fersiz bir cümle bile düşmez kâğıda. Bu ustalığına karşın kitapta toplanan makaleler olağan ürünlerinden nispeten daha hafif. Yazdığı o politik yazılar da yeniden basılmayı gerçekten hak eden, fazlasıyla Washingtonlu bürokratların osuruğuna benziyor. Dickens’a dair çok az çalışma var, bunlar da Naipul’a yönelik şiddetli saldırının yanında, Hindistan’daki İngiliz idaresine karşı isyan edenlerin imhasına dönük arzusuna duygusal yönden hayran olanlara ait. James Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming’e dair bir makale yazmış mesela. Fleming, Başkan Kennedy’nin Fidel Castro ile birlikte idam edilmesine ilişkin uçuk kaçık planlardan bahsediyor. Hitchens, bu makalede Fleming’i “insanın en aşağılık yönlerine özel bir tutkuyla bağlı, her yanıyla sadist, narsist ve sapık biri” olarak tasvir ediyor. Hitchens’ın eski kankası Salman Rüşdi ise, tahmin edileceği üzere, göklere çıkartılıyor. George Orwell’ın bir zamanlar İngiliz hükümetine komünizm sempatizanlarının bir listesini sunmuş olmasından ürkenler de bir bir hırpalanıyor. Bir de kitapta mizah dozu yüksek, Noel karşıtı, uzun bir tirat var. Hitchens, burada söz konusu bayramın ABD anayasasını ihlal edip etmediğini soruyor. Sonrasında karşımıza Arthur Schlesinger’le ilgili bir makale çıkıyor. Makalede, onun Richard Nixon’ın “yirminci yüzyılda Amerikan siyasetindeki en büyük puştu” olduğunu söylediğinden bahsediliyor. Tabii ki Hitchens buna itiraz ediyor ve on dokuzuncu yüzyılda “Nixon’ın sefilliğine ve sahte sofuluğuna denk düşecek biri bulunmadığını” söylüyor.

Hitchens fiyakacı, kibirli ve kavgacı biri. Batının üstünlüğüne iman ettiği de açık. Komik olduğu da inkâr edilemez bir gerçek. Mesela bir yerde Kennedy’nin frengili olduğundan, her yanından cerahat aktığından söz ediyor ve onun ömrünün kısa sürmediğini, aksine fazla uzun yaşadığını söylüyor. George W. Bush ile ilgili yorumunda da onunla göz göze gelme imkânı bulduğundan, çift değil tek camlı gözlük kullandığından bahsediyor. Prens Charles’ın ise suratsız, yarasa kulaklı, çenesiz bir adam olduğunu, hiç olgunlaşmamış bir çocuk gibi davrandığını, kraliyette kendisine eşlik eden kadınlar konusunda da zerre zevke sahip bulunmadığını söylüyor.

Kitaptaki en komik makalede, kendi bedenine şekil vermeye dönük sakarca çabalarını aktarıyor. O bedeni, patlamış, at kılından bir kanepe minderine veya alelacele eski bir çoraba tıkıştırılmış bir kaputa benzetiyor. Yüzünü de her yanı kepek olmuş kafa derisi misali, pudralanmış, toza belenmiş bir şey olarak tasvir ediyor. Sonrasında ise bize şunları söylüyor: “Tümüyle kalın kıllarla kaplı bir göğüs, ağır bir yağ katmanı, onun kış koşullarını ayılara özgü boş vermişlik hissiyle geçirmesini sağlıyor.” Bir ara spaya gittiğinden bahsediyor. Orada masajcı kadın, vücuduna hafif yeşil bir şey sürüyor, sonra onu folyo ve çarşafa sarıyor. Bu deneyimini “aşçı yamağının ellerinde servis edilen, Şili denizinden çıkma, buğulanmış levrek gibi hissettim kendimi” şeklinde tarif ediyor.

Yazık ki her şey cigara misali beyhude. Hitchens, cigaranın saadete değil, felâkete yol açtığını söylüyor. Hayata açgözlülükle sarılıyor ve bilhassa ölmeyi çok zor bir şey olarak görüyor. Oysa o geri kafalılığının diğer yanında göz alıcı bir cesaret duruyor. Hiciv ve kaliteli mizahla, yeterince başa çıkamadığı dünyayı hemen terk ediyor. Acınacak biçimde, FIFA’ya zehrini akıttıktan hemen sonra, nisyana gömülüyor. Militan bir ateist olan Hitchens, sırf dünyada bir Hristiyan daha eksilsin diye son anda, ölüm döşeğinde dine dönebileceğini söylüyor. Eğer bir Tanrı’nın olduğu sonucuna ulaşacak olursa, bu bizim tatlı dilli Christopher’ımız, onunla tartışıp kendisini aklama becerisini de haiz birisi.

Terry Eagleton
15 Ocak 2016
Kaynak

0 Yorum: