20 Aralık 2015

,

Türk-Müslüman Özcülük ve Siyonizm

 

Allah, zalimleri doğru yolda yürütmez.
[Maide:51]

Uluslararası politikada müttefiklik ve stratejik işbirliği için doğrudan açık ve görünür bir ilişki içinde olmak her zaman gerekli olmayabilir. Önemli olan, sınıfsal ve politik konumlanışın mevcut yapısal bütünlük içinde ne ifade ettiği, hangi bağlamlara oturduğudur. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ve İsrail’in 2010 yılından bu yana artan gerilime rağmen Ortadoğu’da stratejik işbirliği içerisinde hareket eden iki devlet olduğu söylenmelidir.

Türkiye devletinin İsrail ile 2009 Davos ve 2010 Mavi Marmara olaylarının ardından zahirde gerilmiş, yer yer kopmuş görünen, ama aslında stratejik bölgesel ortaklık anlamında alttan alta devam eden ilişkisi, “görünürde” yeniden tesis edilmeye çalışılıyor.

Zahir olan ile batın olanın birbirine tekabüliyeti, Hamas ile girilen araçsalcı ilişkileri nihayete erdirme ve Doğu Akdeniz doğalgaz savaşlarında ittifak ilişkisi gibi birtakım maddeler üzerinden yürütülse de gerçekte olan şey, hâlihazırda mevcut bulunan stratejik işbirliğinin tekrar yüzeye çıkmasından, aktüalize edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

İlişkilerin gerildiği dönemde bile Türkiye, Suriye-İran-Hizbullah’a dönük politikaları ile esasen İsrail ile aynı taraftaydı. Türkiye devletinin AKP özgülünde yürürlüğe koyduğu Hamas politikası bile, Direniş Ekseni’ni parçalayıcı ve zayıflatıcı bir politika olarak NATO güdümlü bir mezhepçilik esasına dayanıyordu. İsrail ile ilişkilerin görünürde yeniden tesis edilmesinin, işbirlikçi-mezhepçi Suud hanedanı önderliğinde kurulmaya çalışılan “İslam İttifakı”nın ilânı ile aynı günlere denk gelmesi de tesadüften ötesini ifade ediyor.

İsrail ve Türkiye, Ortadoğu diye adlandırılan bu topraklarda, mazlum halkların karşısında iki büyük terör aygıtı, emperyalizmin iki mızrak ucudur. Türkiye devleti, bölgesel rolü ve varoluşu gereği “İsrail’den önceki İsrail”dir.

Bu devletin kuruluşundaki İsrailiyat etkilerini günümüzde de göstermektedir; Kemalizm Türklüğü bir tür İsrailiyat’a nasıl ikna ettiyse, AKP de Müslümanlık için aynı ajan faaliyetini uygulamaktadır. Türkiye, kapitalizmin, neoliberalizmin, tüketim ideolojisinin değerlerini Müslüman halklara taşıması bağlamında bu bölgede emperyalizmin ajanı pozisyonundadır.

Kemalist pozitivizm ile AKP muhafazakârlığını, Kemalist laiklik ile “Türk-İslam sentezciliğini”, Soğuk Savaş’ın anti-komünist politikaları ile günümüz yeni-Osmanlıcılığını ortaklaştıran şey, devletin soykütüğü, genetik mirası, sınıfsal refleksleridir. “Fabrika ayarları” emperyalizme karşı mücadeleyi değil, onunla uzlaşmayı, işbirliği yapmayı kodlamıştır. Aradaki fark, esasa değil yönteme dairdir.

Kemalizm, Filistin mücadelesi ve onunla yoldaşlaşan Türk-Kürt devrimcilerine karşı İsrail’le birlikte kontrgerilla talimnamelerini harfiyen uygularken, yeni-Osmanlıcılık NATO siyasetini mezhepçi bir dile tercüme etmiş, Filistin’de Hamas özgülünde verilen mücadeleyi, akan kanı ve teri mülk edinmeye, araçsallaştırmaya, emperyalizmle işbirliği içinde tüketmeye çabalamıştır.

“Türk-Sünni” kimlikli olduğu söylenen devlet, aslında Türk ve Sünni Müslüman fukara halka rağmen kurulmuş; Türklüğü ve Müslümanlığı kendi işlevsel ideolojik cephaneliği hâline getirirken, ezilen Türk-Müslüman halk kesimlerine yalnızca Kürd’e düşman olma özgürlüğü tanımıştır. Böyle bir politikanın teorik etkisi, Türk ve Müslüman kimliğinin içeriğinin taraflı biçimde kurgulanması, sınıfsal ve tarihsel bağlamlarından koparılarak soyut bir özcülüğe indirgenmesidir.

Her özcülük, bir “tamamlanmışlığı”, “olup bitmişliği” kodlar. Bu noktada Türklük, pozitivist Batılılaşma üzerinden bir bölgesel yabancılaşma ve kibir göstergesi olurken Müslümanlık, mezhepçilik ve Osmanlı kurgusu üzerinden bölgeyi mülk edinen bir pozisyonda konumlanır. Böyle bir kibir ve mülk edinme çabasının sonucunda bölge halklarına düşmanlaşan, onlarla kardeşleşme ve yoldaşlaşma yollarını tüketen, âdeta “siyonistleşen” bir Türk-Müslüman özcülüğün sermaye ve emperyalizm için işlevselliği açık ve nettir. Dinî ve millî olanın efendilerin hizmetine koşulması hususunda İsrail ile Türkiye iki kardeş devlettir.

İsmet Özel, Türklüğe ve Müslümanlığa dair farklı bir tanım getirmeye çalışırken “kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir” biçiminde bir ifade kullanır. Daha net çıkarımlar yapabilmek için birtakım sorunlu yaklaşımlar bir kenara bırakılır ve bu tanım bir an için soyutlanırsa bu sentetik önermeden anlayabileceğimiz şey, teorik-politik bir hamle arayışı olarak Türklük ve Müslümanlığın kâfire karşı mücadele içinde olmak ile rabıtalandırılmasıdır. Bu tanım, yapısı gereği sadece betimleyici değil, aynı zamanda normatif bir içeriğe de sahip olmak durumundadır.

Normatif tanımın oluşturulabilmesi için kâfirden ne anlaşıldığı önem taşır. Kâfir, “milliyetçi-mukaddesatçı” ideolojik üretimle biçimlendirilmiş “Türk ve Müslüman özne” kurgularının düşmanlaştırdığı toplumsal-politik kesimlerin aksine, “kâfirleri dost edinen” [Nisa:144], emperyalizmle, siyonizmle ve küresel kapitalizmle işbirliği içinde olan devletin, burjuvazinin kendisidir.

Bugün devletin ve sermayenin kentsel dönüşümlerde, Karadeniz derelerinde, Soma madenlerinde, Suriye, Filistin ve Kürdistan’da taşıyıcılığını yapan, restorasyon ihtiyaçlarını karşılayan AKP, kâfirdir.

O hâlde Türklük ve Müslümanlığın bizim açımızdan hakikati, AKP özelinde devlet ve sermayeye, sömürü ve zulme karşı mücadele pratiği içinde inşa edilecektir. Bu inşa için gerekli olan mücadele, devletin kurguladığı özcülüğü dağıtmayı, Kürd ile yoldaşlaşmayı, Ortadoğu’nun mazlum sınıfları ve fukara halklarıyla kolektif olmayı, sömürü ve zulme karşı sınıfsal-millî-dinî mücadeleleri ortaklaştırmayı ifade eder.

Tevfik Ziya
19 Aralık 2015

0 Yorum: