26 Aralık 2015

,

Rüzgârın Savurduğu Ölüler


Var olmanın yüküyle bedenlerini uyandırdılar bu sabah, aynaya bakma zamanları bile olmadan yola koyulmaları gerekiyordu. Beklemezdi ölüm... Nebahat, Nuriye, Bircan, Özlem, Güldane, Altun, Naciye ve Fikriye bedenlerinin yüz yıllardır taşıdığı ağırlığıyla o sabah tabutlarına bindiler. Oysa ki, varla yok arasında değer biçilen emekleri onlar tarafından yaşam kadar kutsanmıştı, öyle ki bugünden yarınlarını yakıyorlardı.

O sabah 8 kadın İstanbul'un göbeğinde işverenleri ve buna göz yumarak destekleyen çarkın kendilerine değer biçtiği yük taşıma aracında, ölmenin de öldürmenin de kolay olduğu ülkede can verdiler. Onların rüzgârı Bursa'da yatak fabrikasında Gülden, Necla, Sadife, Ayşe, Sevgi'nin yanan çığlıklarına ses oldu.

Ayşe daha 15'inde, Sadife ise 18 ve Sevgi içinde yeni yeşerecek hayatı taşıyordu. Kadın ve çocuk işçilerin hiçbir sosyal güvenceleri olmadan geceli gündüzlü köle politikasıyla hizmete zorlanan ve yüzyıllardır emeklerinin yaşamın her alanında yok sayılan kadınların ne son ne de ilk olan çığlıklarıydı.

Onların rüzgârı 1857’de New York'ta yanan dokumacı kadınlarının öfkesi ile 1910 yılında Türkiye'nin ilk kadın eylemi ile Bursa İpek kadınlarının greviyle can buldu. Farklı coğrafyalarda yaşayan sorunlarıyla bir bütün olan kadınlar için aynı tarihler yaşanır, Sosyalist Enternasyonal 1857 yılında ölen direnen kadınların yaşamı örgütlemeleri için 8 Mart’ı 1910 yılında eylem günü olarak talep eder.

Bursa'nın yanan ipek kadınlarının ölümleri bile sistemde karşılık bulmadı öyle ki, açılan davalarda kusurlu bulundular. Yangına karşı sigortalı olan sermayesi, hakkı olan sosyal güvencesi olmadan çalıştırılmaya zorunlu bırakılmış, bugün aramızda olmayan kadınlarımız. Bursa'nın İpek kadınları omuz veriyor, güneş doğmadan tarlalara akın eden kamyon kasalarında taşınan yükü ağır ücreti düşük kadınlara. Göç yollarında taciz, tecavüze ya da varış yerlerinde açlığa ölüme maruz bırakılan kadınlarımıza.

Remziye, Songül, Zahide, Zeynep her gün ucuz işgücü olarak görüldükleri, hiçbir sosyal haklarının bulunmadığı amansızca her yerde sömürülmeye mahkûm kılınmaya çalışılmış biz kadınlar.

Tarlaları bereketli elleriyle yoğuran kadınların dudaklarındaki ezgileri esen yel fısıldıyor, Güldünya'nın kulağına.

Geleneksel aile içinde yaşadığı tecavüzü kendi ayıbı gören kadın, aynalara bile küskündür artık. Gerici düzenin kuşandığı geleneksel bakış açısıyla bezenen kadın dünden bugüne yaşayan ölülerden farksızdır. Öyle ki ölümü farzdır, gerici kültürün tetikçisi ise aynı rahimden hayata merhaba dediği canıdır.

Din ritüellerinde şirin gösterilmeye çalışan “Allah’ın verdiği canı Allah alır” diye ezberletilen gelişigüzel şiarlarını iş öldürmeye gelince kendi Allah’larının iktidarını dahi yok sayan kokuşmuş egemen erk zihniyetleridir.

Onlarca kadın Güldünya'dan Özgecan'a kadar isimlerini saymakla bitiremeyeceğiz kadınların ataerkil, gerici kültürün kendisine dayanak yaptığı devletin yargısıyla cinayetlerine, tecavüzlerine, tacizlerine her geçen gün yenilerini eklemektedir. Suçu önlemek yerine suçluyu aklayan “iyi hal”, “haksız tahrik”, “rıza”, “evlendirilmek”, “kürtaj yasası” ile çürüyen sistem gerçekliğini meşrulaştırmakta.

Halihazırda devlet temsilcileri içlerinde taşıdıkları ayrımcılığın telaffuzunda en amansız cümleleri sarf etmekten hiçbir zaman çekinmediler. Ne hikmetse devlet-politika-sermaye ekseninde olan toplamında erkek egemen güç kadını istediği gibi şekillendirip kendi istek ve talepleri ölçüsünde de metalaştırırdı, aynı zamanda kadın bedeni üzerindeki sömürüsünü de halk üzerinde sıradanlaştırdı. Devlet kadına yönelik şiddetin doğrudan sorumlusudur.

Güldünya’ların, Özgecan’ların, Sevda’ların, Hatice’lerin, Nebahat’ların yaşamlarını gasp eden, bütün coğrafyalarda çürümüşlüğüyle yenilenen sistemin kendi eliyle beslediği insanlık suçlarının resmini bugün Ekin Van’da gördük!

Bugün onun resmine baktığımızda görmemiz gereken devletin toplumun kadına biçtiği, payına düşürmeye çalıştırdığı yaşamın reddetme hali ve her şeyden arınmışlığıdır.

Bizim onda görmemiz gereken cesareti direngenliği, aitliğin elbisesini yırtmış olan kadınlığıdır. Bu kadının çıplaklığı erkekliklerinin galibiyet şovunun parçasıydı. “Erkekliğimiz kazandı” diye galip geldiklerini zannettiler, fakat yanıldılar her zaman olduğu gibi ispatladıkları tek şey tecavüzcü, gaspçı zihniyetleriydi. Ve bunu geri kalan, sözde savundukları vatan parçasındaki kadın çocukları için yapmışlardı. İkiyüzlülükleri kadına gördükleri yakıştırma sadece bundan ibaret, düzenlerinde kadını itibarsızlaştırmak, hiçleştirmek için kadın bedenini en iyi araç olarak kullandılar yüzyıllardır.

Biz kadınlar hangi coğrafyada olursak olalım bize temsili gösterilen her kadın şiddetinde karşı “layığın bu işte kadın” derleri gördük. IŞİD’in Ezidî kadınlara biçtiği rolde tam da budur.

Ekin ve şahsındaki bütün kadınlar havuz medyasının çığırtkanlığı ile ne “terörist” ne “düşman” ne de “yenilginin temsiliyeti”dir.

Onun algısı erkeğin bedenlerimizi sadece “şey” olarak değersizleştirme çabasının resmidir. Ölümleri ile diğer coğrafyalarda, her alanda direnen kadınların estirdiği rüzgârlara karışmış, kavga ateşlerini harlıyorlar şimdi.

Fadime Gündüz
26 Aralık 2015

0 Yorum: