14 Aralık 2015

, ,

Mültecileri Kabul Hareketi Neden Antiemperyalist Bir Hareket Olmalı?


Şirket medyası, ağzına kadar Suriyeli mülteciler kriziyle ilgili haberlerle dolu. Politikacılar ve gazeteciler, ABD’nin yapması gerekenlerden bahsedip duruyorlar. Mültecilerin girişine karşı çıkılmasını isteyen valilerin sayısı, giderek artıyor. Utanma nedir bilmeyen bir tavırla, terörden kaçan savunmasız insanlara karşı çıkan New Jersey Valisi Chris Christie, övüngen bir üslupla, “beş yaş altı yetimleri” bile kabul etmeyeceğini söylüyor. Valiler, mültecileri reddetme konusunda anayasal bir yetkiye sahip olmadıklarından, kitle desteği için ırkçı korkulara seslenmek zorunda kalan, giderek işlevsizleşmiş olan bu kesim, böylesi bir politik tavır geliştiriyor.

Demokratlar, bunlardan daha iyi durumda değiller. Obama’nın içler acısı planına göre, sadece on bin Suriyeli mülteci kabul edilecek. New York Times’ın haberinde aktarıldığı kadarıyla, Kongre’deki bazı Demokratlar, Obama’nın bu rakamı 65.000’e çıkartmasını istiyor. Almanya’nın 800.000 kişiyi kabul edeceği düşünülürse, bu oldukça düşük bir rakam. Hatta bugün Lübnan’da yaklaşık bir milyon mültecinin bulunduğu koşullarda bu sayının herhangi bir hükmü yok.

Bağnazlık, Amerikalıların mültecilerin kabulü konusundaki isteksizliğine katkı sunuyor. Belki de daha önemli etken, ABD’nin mülteci krizinin oluşumunda oynadığı rol konusunda yaygın tarihsel cehaletin kendisi. Politikacılar ve onlara itaatle bağlı gazeteciler, krizin sebeplerine nadiren eğiliyorlar. Bunun yerine, krizi dünyada ABD’nin yaptığı eylemlerden bağımsız meydana gelmiş, her şeyden ari bir tarihsel olgu olarak göstermeyi tercih ediyorlar. Oysa gerçeklik, farklı bir hikâye anlatıyor.

Suriye mülteci krizi, Suriye’de değil, Irak’ta başladı. ABD, onlarca yıl Irak halkına karşı bir savaş yürüttü ve Irak toplumunu sistematik bir biçimde imha etti. Irak Savaşı, George H. W. Bush ile başlamışsa da onun yeni zorbalık düzeyine ulaştıran, Clinton oldu. Bu dönemde uygulamaya sokulan ekonomik tedbirler, Iraklıları gıdadan, tıbbi araç-gereçlerden ve suyun arıtılması için gerekli klordan mahrum bıraktı. Sonuçta büyük kısmı çocuk, 576.000 Iraklı öldü.

2003’te George W. Bush yönetimi, uluslararası hukuku ihlal edip sahte bahanelerle Irak’ı işgal etti. Ani saldırı ve işgal süreci, Irak’ta hayatı ve toplumu mahvetti. ABD ordusu, Irak altyapısını hedef aldı, okulları, hastaneleri, elektrik santrallerini ve toplumun işlemesi için gerekli diğer tesisleri imha etti. César Chelala’nın ifadesiyle,

“Iraklıların sağlık durumu, ülkedeki sağlık sisteminde yaşanan bozulmanın bir yansımasıdır. Seksenlerde Ortadoğu’daki en iyiler arasında bulunan tıbbi tesisler, 2003 işgalinden sonra önemli oranda bozuldu. Tahminlere göre, savaş esnasında hastanelerin yüzde 12’si ve ülkenin iki büyük kamu sağlık laboratuvarı imha edildi.”

ABD işgaline yönelik artan direnişi kontrol etmek amacıyla ABD, Şiiler ve Sünniler arasına mezhepçilik kamasını soktu. Burada El Salvador’u terörize eden, ABD destekli ölüm mangalarına atfen, “El Salvador seçeneği”ne başvuruldu. Yaygın kanaatin aksine, bu mezhepçi ayrışma bin yıllık bir çatışma değildi. İşgal öncesi Musa Garbi’nin yerinde bir tespitle ifade ettiği üzere,

“Sünniler ve Şiiler Irak’ta, bilhassa büyük kentlerde gayet iyi bütünleşmiş bir yapı kurmuşlardı. Örneğin evliliklerin yaklaşık üçte biri, farklı mezhep ve tarikatların üyeleri arasında gerçekleşiyordu. Irak, aynı zamanda önemli bir Hristiyan, başka etnik ve dinî azınlık nüfusuna sahipti.”

Bush yönetimi, bu iş için doğru insan arayışına girişti. Yüzünü John Negroponte’ye çevirdi. Sonrasında Irak büyükelçisi olan bu şahıs, seksenlerde Honduras’ta büyükelçiydi. Elçi, bu ülkeyi ABD’nin Nikaragua’daki Sandinistlere karşı saldırılar düzenleyen kontrgerillaya mensup ölüm mangalarını silahlandırıp, eğittiği ve desteklediği bir askerî üsse dönüştürmüştü. Tarih, tekerrür etti ve bir süre sonra Irak’ta Şii ölüm mangaları dolaşmaya başladı. Guardian’da çıkan bir makalede şunlar söyleniyordu:

“Irak toplumu için bu süreç felaketle sonuçlanacaktır. İki yıl sonra yaşanan iç savaşın zirveye ulaştığı dönemde ayda üç bin kişi ölmüştür. Bunların büyük kısmı, mezhepçi savaşın masum sivil kurbanlarıdır.”

Ülkeyi Baas’tan arındırma politikası, sonrasında Irak toplumunu erozyona uğrattı. O dönemde Irak ABD büyükelçiliğinden Paul Bremer Saddam Hüseyin’in Baas Partisi’ne bağlı tüm isimleri kara listeye aldı.

“Irak ordusundan 400.000 kişiden fazla kişi işten atıldı, emeklilik maaşlarından mahrum kaldı, ayrıca bunların silâhları muhafaza etmelerine izin verildi.”

İhtiyatlı kimi tahminlere göre, işgal ve istila sürecinde ABD, 500.000 civarında insanın ölümüne sebep oldu. Muhtemelen bu rakam daha yüksek. Bu da 1991-2011 arası dönemde en az bir milyon insanın öldüğü anlamına geliyor. Buna ek olarak, 2003 işgalinden beri 3,5 ilâ 5 milyon insan mülteci hâline geldi.

Aynı dönemde ABD, ölüm mangaları ve işkencehaneler kurdu. Bush yönetimi, Beşar Esad’ın devrilmesi için gerekli komplo sürecini devreye soktu. Wikileaks belgelerine göre, ABD, El Salvador seçeneğini bu sefer Suriye’de uygulamaya karar verdi. Plan, “Suriye hükümeti içerisinde paranoya yaratmak için bir dizi farklı faktörden istifade etme, hükümeti aşırı tepki vermeye zorlama ve Şiilerle Sünniler arasında gerilim yaratma gibi işlemlerle birlikte, bir darbenin gerçekleşmesi konusunda onu korkutma”yı içeriyordu.

“Bilhassa bu noktada yanlış olduğu bilinen dedikodulara başvuruldu ve İran’ın yoksul Sünnileri zorla Şii yapmaya çalışacağı söylendi, İran’ın nüfuzunu kırmak için Suudilerle ve Mısır’la birlikte çalışıldı, ayrıca hükümetin halk üzerinde nüfuza sahip olmasına mani olundu.”

Obama başa geçince plan rafa kaldırılmadı. Dış politikadaki sürekliliğin bir ifadesi olarak, ABD Suriye’de rejim değişikliği hedefi ile ilgili çalışmalarına devam etti. Ancak eski planda kimi değişikliklere gidildi. Obama, Bush’un El Salvador tarzı ölüm mangalarını Irak’ta olduğu gibi ani saldırı seçeneği ile birleştirme yöntemiyle ilgilenmiyordu. Bunun yerine o, Libya’daki rejim değişikliği örneği ile ölüm mangalarına verilen örtülü desteği birleştirmeyi tercih etti.

Büyük ölçüde eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Obama’nın bir “başarısı” kabul edilen 2011’de NATO’nun gerçekleştirdiği Libya işgali, düzmece “koruma sorumluluğu” öğretisi üzerinden uluslararası hukuku ihlal etti. Üstelik Libya’nın bombalanması konusunda Kongre’den yetki almayan Obama, ABD anayasasına da aykırı hareket etmiş oldu. Petrol kaynaklarını millileştirme suçu sebebiyle Kaddafi’yi tüm kana susamışlığıyla cezalandırılması sürecinde ABD destekli muhalefet, 50.000 Siyahi Libyalıyı katletti. O günlerde bu saldırının “özgürlük ve demokrasi için bir başarı” olduğu söyleniyordu.

Obama yönetimi, bugün Libya’daki rejim değişikliği modeli ile klasik El Salvador tarzı ölüm mangaları yöntemini birleştirmeye çalışıyor. Ancak bu noktada iki sorunla karşılaşıyor. İlki, IŞİD’in bombalanması sürecine Rusya’nın doğrudan dahli ve Esad’ın iktidardan uzaklaşmasını istememesi. İkincisi de Esad’a yönelik ana muhalif gücün IŞİD olması. ABD, IŞİD’e açıktan karşı. Bu da istikrarı sağlama ve IŞİD’i yenme konusunda ABD’nin belirlediği hedefin dayandığı bakış açısı üzerinden bir dizi tutarsız dış politika kararına yol açıyor.

Örneğin bu aşamada ABD’nin bölgedeki müttefiklerine bakılabilir. Herkesin bildiği üzere, Suudi Arabistan, IŞİD’e önemli bir ekonomik ve ideolojik destek sunuyor. Suudiler, resmî düzlemde İslam’ın köktenci bir yorumu olan Vehhabiliği teşvik ediyorlar. The Jihadis Return [“Mücahidlerin Dönüşü”] isimli çalışmasında Patrick Cockburn, doğru olduğu apaçık ortada olan şu tespiti yapıyor:

“El-Kaide ve IŞİD’in ideolojisi Vehhabilikle ilişkili. […] Son yirmi-otuz yıl içinde İslam dünyasında yaşanan çarpıcı gelişme dâhilinde Vehhabilik, anaakım Sünni İslam’a egemen oluyor. Suudiler, cami inşaatı ve vaizlerin eğitimi için her bir ülkede ciddi paralar harcıyorlar.”

IŞİD’e destek sunan diğer ülke, Türkiye. Örgüt, herhangi bir engellemeye maruz kalmadan Türkiye-Suriye sınırını geçebiliyor, ama aynı sınır IŞİD’e karşı savaş veren Kürdlere kapatılıyor. IŞİD, bu sınırı petrol kaçırmak için de kullanıyor. Kaçakçılık faaliyetlerinden elde edilen gelir, askerlere ödenen maaşlara ve araç-gereç alımına gidiyor. Türkiye’nin Suriye’de Kürdlerin elde ettikleri zaferin ve yaşadığı genişlemenin ülkenin bölünmesine yol açmasından korkuyor ve kendi sınırları içerisinde Kürdlere yönelik yavaşlatılmış bir soykırım sürecini devreye sokuyor. Bu sebeple Türkiye, başarılı, demokratik, seküler ve ağırlıklı olarak Kürdlerin teşkil ettikleri bir toplumun varolması yerine, IŞİD’in Rojavalı Kürdleri yenmesini tercih ediyormuş görünüyor.

Şirket medyası, Obama yönetiminin dile döktüğü “ABD’nin IŞİD’e karşı ‘ılımlı muhalefet’i desteklediği iddiasını sıklıkla tekrarlıyor. Bu medya uzmanları, söz konusu muhalefetin ismini anmak söz konusu olduğunda, dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Cockburn’ün de izahıyla, “ideolojik açıdan El-Kaide’ye yakın cihad örgütleri, ABD politikasının amaçlarına destek verdikleri noktada ılımlı olarak etiketleniyorlar.” Bunlardan biri de Nusret Cephesi. Örgüt, El-Kaide’ye bağlı. El Salvador’daki paramiliterler ve Irak’taki Şii ölüm mangaları gibi El-Nusra da Suriye halkına karşı yıkıcı faaliyetler içinde olacakmış gibi görünüyor.

Gidişat, esasen çok açık. Küresel istikrarı sağlayacak bir güç olmak şöyle dursun, ABD, mülteci krizlerine sebep olan şiddet ve yıkım sürecine muazzam katkılar yapıyor. Komşu ülkelerde ve Avrupa Birliği’nde ya da ülke içinde evlerinden kaçıp, mülteci konumunda olan yaklaşık dokuz milyon Suriyeli var.

ABD’nin daha fazla mülteci kabul etmesi, yeterli değil. Bu kabulün, Suriyeli mültecilerin mevcut koşullarının iyileştirilmesi noktasında belirli bir hayrı olacak olsa da bu türden krizlerin fiilî koşullarını kökten değiştirmeyecek. Koşulların kökten değiştirilmesi için El Salvador’dan Suriye’ye terör uygulayan savaş makinesinin parçalanması gerek. Bu nedenle mültecileri kabul hareketi anti-emperyalist bir hareket hâline gelmeli. Aksi takdirde, birkaç yılda bir ABD imparatorluğunun bir sonraki mağdurlarını ülkeye kabul ettirmek için mücadele eder dururuz.

Michael Perino
11 Aralık 2015
Kaynak

0 Yorum: