06 Haziran 2015

,

Humeyni'ye Suikast


İsrail’in dış istihbarat kolu Mossad’dan ayrıldıktan yirmi üç sene sonra bir hatıra, Yossi Alfer’i sabahın dördünde uyandırıyor. O günlerde hâlâ Paris yakınlarında sürgünde olan Ayetullah Ruhullah Humeyni’yi 1979’un başında öldürme isteğini Mossad ya kabul etmiş olsaydı?
Verdiği mülâkatta Alfer bu soruya “cevap vermesi imkânsız” karşılığını veriyor. “Oldukça karizmatik liderlerin merkeziliği ve dolayısıyla onların ortadan kaldırılması için her zaman bir gerekçe ortaya konulmak zorunda.”
Alfer, bu olayın temellerini son kitabı Periferi: İsrail’in Ortadoğu’da Müttefik Arayışları’nda ortaya koyuyor. Mossad’ın başındaki isim olan İshak Hofi, Mossad’ın Tahran temsilcisi Eliezar Şafrir ile Alfer’i huzuruna çağırıyor ve onlara, giderek büyüyen protestoların önünü kesmek için o dönem Şah’ın bekçi niyetine atadığı başbakanı Şapur Bahtiyar’dan gelen, Humeyni’ye “suikast düzenleyin” ricasını iletiyor.
Şafrir’in cevabı olumsuz oluyor: Eğer Humeyni İran’a dönerse, onun muhtemelen ordu ve Şah’ın güvenlik polisi Savak’ın hakkından geleceğini söylüyor. Alfer derin bir nefes alıp şu tespiti yapıyor: “Mevcut risk hakkında hükümde bulunabilmek için, Humeyni’nin neyin savunucusu olduğunu, elinde ne tür imkânlar bulunduğunu pek bilmiyoruz.”
Humeyni’yi hafife almak sadece Mossad değil, ABD, Britanya ve Savak’ın da önemli bir hatası. Bugün bildiğini bilse Alfer neyi tavsiye ederdi acaba?
Alfer bu noktada, “Eğer bu konuşma birkaç ay sonra yaşanmış olsaydı, ben muhtemelen ‘bu riske değer’ derdim” diyor. “Ben farklı bir görüş sunsaydım, Mossad başkanının farklı bir karar vereceğini söylemiyorum, bu, bugüne kadar bende kalan bir yüktür.”
Devrimciler iktidara gelince niyetlerini hızla açık ediyorlar. “Muhalefetin hakkından nasıl geldiğini, tüm o idamları gördük ve onların kararlılıklarını bir biçimde takdir ettik. Devrimi ihraç etmeyle ilgili planlarını hiç saklamadılar. Anlaşılan o ki Bahtiyar bunu anlamıştı ama biz ne Bahtiyar’ı ne de mollaları tanıyorduk. Gidişatı anlamadık.”
Alfer’in bu sürükleyici çalışması kendi tecrübesine ve bir yığın mülâkata dayanıyor. Kitap, esas olarak Cemal Abdunnasır liderliğindeki Mısır’ın başını çektiği, “Arap merkezci” devletlere karşı İsrail’in bölgesel müttefikler bulduğu, 1957-8 döneminde başbakan olan David Ben Gurion tarafından geliştirilmiş “Periferi Doktrini”ni inceliyor.
Alfer, “Mossad’ın başbakana bağlı olduğunu, dolayısıyla Ben Gurion’un bu görevi Mossad’a vermesinde bir anormallik bulunmadığını” söylüyor: “Ben Gurion dışişleri bakanlığına uzaktı. Bunlar gizli ilişkilerdi ve temelde bu ilişkilerle ilgili tüm bilgileri başbakana bildirmek de Mossad’ın işiydi.”
Alfer gibi Mossad ajanları, ülkelerde ve oralardaki etnik veya dinî azınlıklar içerisinde faaliyet yürütüyorlar. Bu faaliyet alanları Etiyopya’yı, Sudan’ı, Fas’ı, Yunanistan’ı, Lübnan Marunîlerini, Irak Kürtlerini, güney Sudan’ı ve Berberîleri içeriyor.
Alfer, o dönemde Saddam Hüseyin’in iktidarda olduğu Irak’ta Kürt savaşçıları eğitiyor, ta ki Şah, 1975’te Cezayir Anlaşması ile Kürt isyanına yönelik desteğine son verip fişini çekene kadar.
İsrail’in Ortadoğu’da müttefik arayışı üç başlıklı. Ellilerden beri Türkiye ve İran ile istihbarat üzerinden bir ittifak söz konusu. İran ile ilişki 1979 Devrimi’ne dek sürüyor, 2009 civarı başbakan Erdoğan ile birlikte iki ülke arasında belli bir mesafe açılıyor.
“Tahran’daki ticarî heyetin başındaki isim oldukça tecrübeli bir büyükelçiydi. Şah’a direk ulaşabiliyordu ama [resmî] bir rütbesi yoktu, diplomatik kokteyllere hiç davet edilmiyordu, zira İranlılar Araplar karşısında İsrail’i belli ölçüde reddettiklerini göstermek istiyorlardı.”
Toplamda periferi doktrininin kapsamı seksenlerde “merkezî” Arap devletleri ile yürütülen barış görüşmelerine doğru daralıyor. Bu ilişki, militan İslamcılığın muhtelif akımları karşısında düşman olmayan kimi Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, 2010’dan sonra farklı bir kılıfta yeniden gelişme imkânı buluyor.
“Bugün eğer düşman kesimi tarif etmek istersek, karşımıza gayet amorf bir yapı çıkar: ilk başta sayılması gereken, Hizbullah ve Hamas gibi devlet olmayan aktörlerdir. Buna IŞİD ve Nusret Cephesi eklenebilir. Etrafımızda akışkan, devrimci bir durum mevcuttur. Bu durum bizim her daim tetikte olmamızı gerekli kılıyor. Bu nedenle bölgeye bir mozaikmiş gibi bakıyoruz. Mozaiğin her bir kare taşına atlayıp mevcut durumları birer faydaya çevirmeye çalışıyoruz. Sahaya baktığımızda karşımıza İran ve Türkiye çıkıyor. İran Hizbullah’ı destekliyor ama Türkiye’yi tam bir düşman olarak tanımlamak güç. Son süreçte İsrail’le Türkiye arasındaki ticarî ilişkilerde, diplomatik gerginliğe karşın, ciddi bir patlama yaşanıyor.”
O hâlde İsrail için en büyük tehdit kim? İran ekseni mi, Hizbullah mı, Esad rejimi mi? Yoksa IŞİD ve Nusret Cephesi gibi militan Sünni Müslüman gruplar mı?
Alfer bu soruya şu cevabı veriyor:
“Her ikisi de bizim için kötü. Ama hangisi acil olarak halledilmeli diye sorulacak olursa, bu sorunun cevabı Hizbullah ve İran olur. Esad burada artık neredeyse pasif bir oyuncu hâline gelmiştir. Bunlar bizim için acil ele alınması gereken düşmanlar, öte yandan IŞİD’in ağzından bizimle ilgili tek laf işitmiyoruz. İslamî fanatiklerin bizden kurtulmak istediklerine şüphe yok ama ellerindeki kara listede biz epey alt sıralarda yer alıyoruz.”
Karşısında bu düşman cephesini bulunca İsrail, Azerbaycan, Romanya, Yunanistan ve Kıbrıs’la bağlantılar kuruyor, Rusya, Çin ve Hindistan’la ticarî ilişkilerini geliştiriyor. Bu da, periferi doktrininin geliştiği ellilerle kıyaslandığında, bugün İsrail’in epey güçlü olduğunu gösteriyor. Zaten Alfer de bu noktada şu tespiti yapıyor: “Elimizde daha fazla seçenek var, artık sırtımızı sürekli duvara yaslamak zorunda değiliz.”
Bir de İsrail’in Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleriyle ilişkileri meselesi var. Bu da İsrail’e ihraç edilen Şah petrolleri kadar “gizli” bir mesele.
“Bir buçuk yıl önce Bibi [Netanyahu, -İsrail başbakanı] BM’de çıkıp İsrail’in Körfez ülkeleriyle ilişkisini faş etti. Her şeyi açık açık söyledi. Bu ilişki ne kadar somut, bu başka bir mesele ama en azından bir ilişki olduğu açık. Ama gene de ikircikli bir ilişki bu, çünkü bu ülkeler IŞİD ve Nusret Cephesi’ni besliyor, bu, İdlib’de ve diğer yerlerde yaşananlardan belli.”
Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticareti de İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Zira Irak ve Suriye artık güvenli değil.
“Türk kamyonları İsrail limanı Hayfa’dan çıkıp Beit She’an Vadisi’nden geçerek Ürdün’e giriyorlar, Türk malları buradan Arap yarımadasına ulaştırılıyorlar. Türk plakalı kamyonlar, gemiyle gelip yollarına devam ediyorlar. Bu, birkaç yıldır bu şekilde gerçekleşiyor, bir tür statüko gereği, muazzam bir ticarî çıkar söz konusu burada.”
Alfer İran konusunda biraz karamsar. Kitabında “periferi nostaljisi” başlıklı bir bölüm var. Bu tabirle Alfer, İran’la ilişkilerin iyileşmesinin Tahran’daki devlet yetkililerinin değişmesine veya yerinden edilmesine bağlı olduğuna dair kanaate işaret ediyor. Her ne kadar Alfer, Obama yönetimi içerisinde bir “muadil” keşfetse de, İran-Irak savaşında İsrail’in Irak’a silâh gönderdiği seksenlerden beri bu ilişkinin çok zayıfladığını söylemek gerekiyor.
“Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif ile yapılan bu nükleer anlaşmasının İran’daki politik hayatı ılımlılaştıracağını ve bunun İranlı ya da değil, herkesin faydasına olacağını söylüyorlar. Umarım başarılı olurlar. İran’ın nükleer silâha sahip olması konusunda hiç endişelenmeksizin bir on yıl daha yaşamaya itirazım yok benim ama beni asıl rahatsız eden, bu anlaşmanın İran’ın Irak’ta, Suriye’de ve belki de Yemen’de bölgesel hegemonya peşinde koşmasına dönük sahada uygulamaya sokulacak bir hoşgörüye tercüme edilmek istenmesi.”
Belki de bugün her şey çok farklı olabilirdi. Mossad’ın Tahran’daki eski ajanı Şafrir ile Alfer, bugün Tel Aviv’de birbirlerine yakın evlerde yaşıyorlar. Alfer, mülâkatta “onunla yüzme havuzunda buluşup sohbet ettiklerin”den bahsediyor.
Gareth Smith
5 Haziran 2015

0 Yorum: