05 Mayıs 2015

,

Kaldırım Taşları


Heves konusuna gelince, iktidarın eşiğinde olduğuna inandığınız
bir partiye mensup olmak için pek fazla heves gerekmez.

[Karl Marx]

Zaferin ne zaman geleceği ile meşgul olmayın.
Hak ile batıl arasında nerede duruyorsunuz, ona bakın.

[Seyyid Kutub]

Marksizm, her daim, teorik planda bütünleştirici, pratik düzlemde bölücü, yıkıcı bir eyleyişe dairdir. Teoride esnaf ve zanaatkâr ideolojisinin, pratikte sınıfı ve sınırı dışlamak isteyenlerin ona düşman olması kaçınılmazdır. Bu açıdan, yenilgileri takip eden dönemlerde saldırının ilk hedefi, her zaman Marksizm olmuştur.

Marksizm ve türevlerinin belirli bir “devlet ideolojisi” formu kazanmasını eleştirmek, devlete karşı mücadelenin ihtiyaç duyduğu teorinin, ideolojinin ve politikanın önünün açılacağını düşünmek, yanılsamalı bir yaklaşımdır. Aslında Marksizm şahsında inkâr ve reddedilen, teorik bütünleyicilik ve pratik parçalayıcılıktır. Bu inkâr ve reddin teoride bütüncü, pratikte parçacı bir eyleyişle el ele ilerlediğini görmek gerekir.

Kızı Jenny’nin kendisiyle yaptığı anketteki, “temel özelliğiniz nedir?” sorusuna, “tek bir amaca odaklanmak”; “Sizce mutluluk nedir?” sorusuna ise, “mücadele etmek” diye cevap veren Karl Marx’ın teorik külliyatı, bütüncülüğün ve parçacılığın saldırısı altındadır. Dolayısıyla bu saldırı, Marx’ın mülkiyetinde olmayan, aksine onun ait olduğu adsız-adressiz kavganın odağını kaydırmak, mücadeleyi ve onun üyesi bulunduğu “parti”yi tasfiye etmek zorundadır. Küçük burjuvalar, kendisinden başka bir gerçek tanımadıklarından, kendi odağı, kendi başlattığı mücadele ve kendi kurduğu “özel parti” lehine, Marx’ı her fırsatta kenara itmek zorundadırlar.

Marx, politik hayatı dâhilinde, özel bireylerin özel kurgularına itibar etmediği için suçlanmış bir isimdir. Yoldaşı Engels’in ifadesiyle, ait oldukları “parti”, komünizmin öznesidir ve o komünizm bir doktrin değil, harekettir, kaynağını ilkelerden değil, gerçeklerden alır. Gerçeği bu ilkelere kapatan ve oradan da onu kendi mülkiyetine alan küçük burjuva için kendisine ait olmayan bir gerçek aslında yoktur, dolayısıyla onun gerçeklerden hareket etmesi mümkün değildir. Maddî olana, kaba anlamda, eldeki malzemeye (material) bakmak zorunda olan materyalizm, küçük burjuva öznenin kendi özel sınırlarına çıkıldığında, iptal olur. Onda materyalizm kendi bedenine; diyalektik ise kendi aklına ait beceridir sadece. O ancak, tarihi aklının, toplumu bedeninin sınırları dâhilinde anlayabilir.

Özel insanların özel felsefeleri ve özel ilkeleri galebe çalacaksa bugüne, demek ki, önce Marx’tan uzaklaşılacak, sonra da marksizmden. İlkeler ve felsefeler uyarınca sınıfsızlık vücut bulmuşsa, sınıfsal olan; sınırsızlık tanımlanmışsa, sınıra ait ve dair olan tasfiye edilecektir. Yazının başında alıntılanan cümlenin öncesinde Marx’, “ben de herkes kadar fedakârlık gösterdim, fakat bireyler için değil, sınıf için.” demektedir. Sınırsızlık için sınıfı tasfiye etmek, siyaseti ve teoriyi bireylerin özel çıkarlarına kapatmak, onları tecimsel, ikbal ve kariyer amaçlı bir pratiğe indirgemek yönünde atılmış bir adımdır.

Söz konusu tasfiye işlemi, burjuva hayatın içinde rahat nefes alıp vermek için yapılmaktadır. Marksizm, imge, simge ve bilgi olarak kısıtlayıcı olduğundan, terk edilmek zorundadır. Toplumu, hatta tüm dünya insanlığını kucaklaması gereken bir felsefenin böylesi ayrıştırıcı, bölücü sapmalara ihtiyacı yoktur. Marksizmin kısıtlayıcılığı “sınıf” kavramından ileri geliyorsa sınıf; “devrim” anlayışından kaynaklanıyorsa, devrim derhal terk edilmelidir.

Sınıfın böldüğü toplum; devrimin böldüğü ise tarihtir. Tarihi aklının, toplumu bedeninin sınırları dâhilinde anlayabilen küçük burjuva özne, mülkiyetin ve rekabetin seyri itibarıyla, o sınırları aşmak isteyecektir.

Tarihteki sınırlayıcı unsur devrim; toplumdaki ise sınıftır. Sınırları aşma iradesi, rekabet alanının genişlemesi ile ilgilidir. Öznenin kendisi dışında sınırları aşma gayreti söz konusu değildir ve sınırların aşılması istemi, sadece onun aklında ve bedeninde karşılık bulmaktadır. Bu özne, yenilginin yendiği bir unsurdur.

Bütünsel bir toplum ve tarih bilgisini burjuvaziden ödünç alan sol, ya sınıfı ya da devrimi çöpe atacaktır. Sınıfsal devrim, devrimci sınıf, sınıfın devrimi, devrimci sınıf iktidarı, hepten ıskartaya çıkartılacaktır. Bir zamanlar özel bireylerin özel kurgularını eziyor diye küfredilen Marx’taki proletarya, tekrar düşman hâline getirilmelidir. Bu zihniyetin şu türden cümleler kurması tabii ki kaçınılmazdır:

“Bir insanı alıp işçileştirdiğiniz her durum, insana aykırıdır, yabancılaşmadır. İşçide yüceltilmesi gereken, insanın hapsedildiği işçilik değil, kullandığı emeğin dünyayı değiştirme gücüdür. Komünizm mücadelesi burjuvaziye olduğu kadar işçiliğedir de. Burjuvazi yok olduğunda işçilik de yok olacaktır. Devrimcilik ise insanlaşma mücadelesidir.”

Buradaki yaklaşıma göre, sınıftan ve sınırdan azade duran bir insanlık soyutlaması var ve somut insanlara bu soyutlama önünde diz çökmeleri emrediliyor. İşçiyi burjuvalar gibi araçlaştırıyor ve tıpkı bir burjuva gibi, ondaki emek gücüne değer verebiliyor.

Patron olamamış, ama her an olmayı gözeten ya da o hâli kendince taklit eden bir solcunun bu türden “işçi düşmanı” sözler sarfetmesi doğal. Böylesi ifadelerin sahipleri, ötedünya, tanrı gibi akıl dışı şeylere taptığı için dindar insanlarla alay ediyorlar, ama kendisindeki apolitik tutumu kesinlikle anlamıyorlar. Somut gerçeklerin karşısına bir ilkeler demeti ve ancak o özel bireyde saklı olan bir öz çıkartılıyor. Bu öz, dinsiz, dilsiz, cinsiyetsiz ve sınıfsız olarak formüle ediliyor. Sınıf ve ezilenler saf, steril, mutlak bir özün lügatinde basit birer kelime olabiliyor. Saf, steril ve mutlak özün politika gibi bir derdi olmuyor, zira politika, bu saflık, sterillik ve mutlaklık için önemli bir tehdit. Bu saflık, sterillik ve mutlaklık “şu okullar olmasa Maarif’i yönetmek ne kadar kolay olurdu”dan başka bir şey söylemiyor.

Eli hiç iş tutmayan, elini; hiç yürümeyen bacaklarını kesmek istiyordur, çünkü onları fazlalık görüyordur ya da seyir içerisinde, görmek zorundadır. “Öz” denilen şey de geri kalan neyse odur. Tersiz, emeksiz, cedelsiz, kavgasız bir boşluk… Ölçü bu boşluktan yana çekildiğinde, her şey fazlalık görülür. Ama ölçüyü buradan çekmek, çok daha fazla sayıda insanı kucaklayacağına dair yanılsamayı da üretir. Esasında bu, yenilginin inkâr ve reddi ile ilgili bir meseledir, kişilerin özel zafiyetleriyle değil.

Yenilginin diyalektiğini kavramak için, onun maddîliğini anlamak şarttır. Bugün bir sokakta bayrağı dalgalanıyor, bir militanı sloganlarını haykırıyor diye, var olduğunu düşünen ve varlığını bir başarı olarak gören sol örgütler mevcuttur. Böylesi koşullarda, yenilginin diyalektiğinin ve maddîliğinin de bir anlamı kalmamaktadır.

Yenilgi, politik alanın tümünü eşdüzlemde gören bir yere çıkartmaktadır özneyi. Bu yerde kalmak, yenilmenin somutta kabul edilmesidir aslında. Yenilginin maddîliği, bu politik düzlemde olmayı, diyalektiği ise eyleme geçmeyi emreder. Yenilginin bizatihi kendisi olmak ise, politik alanı yukarıdan izlemek demektir. Politik alanı eşdüzlemde görmek, kendisine eş arayan öznenin bir yanılsamasıdır.

Yenilginin dayattığı bir husus da kitleleri de eşdüzlemde, homojen bir gerçeklik olarak görmektir. Homojenleştirme, “ezilen”, “işçi”, “halk” ya da “insan” gibi kavramlarla dile dökülebilir. Yukarıdaki alıntıda ifade edildiği gibi, işçi-burjuva ya da kadın-erkek ayrımlarının silindiği soyut bir gerçeklikten bugüne bakmak, yenilginin dışavurumudur. Bu, “devleti görmezden gelirsek, yok olur gider” diyen anarşist reflekse kapaklanmakla sonuçlanır. Söz konusu ayrımların silindiği soyut bir gerçeklikten bakmak, bugünün somut gerçekliğinden pespaye, en sığ, uzlaşmacı siyasetle ve ideolojiyle sonuçlanır.

Kavgası olmayan sınıf yoktur, kavgayla çekilmemiş bir sınır da. Dolayısıyla sınırsız ve sınıfsız bir fikriyat ve ameliye, kavgasızlıktan başka bir şeyi örgütleyemez. Bu kavgasızlık tasavvurunun, sömürülenlerin ve mazlumların varoluş kavgasını görmesi, ortaklaştırması, kendisini o kavgayla tanımlı kılması mümkün değildir. Yenilgiye yenilmek budur: yenilmeye sebep olan kavga, mücadele ve savaşın yeryüzünden silindiği bir ütopyaya hapsolmak…

Sınırların ortadan kalkmasını kısa devre yaparak, sınıfların da ortadan kalkmasına dair bir alamet sayanlar, bugün, sınıfın sınırlandırıcılığına karşı kazan kaldırmaktadırlar. “İşçiliğe düşman komünizm mücadelesi” verenler, Soma’da katledilen işçilere, sadece “işçilik belâsından kurtuldunuz, sevinin” diyebilirler.

Sınırsız ve sınıfsız “İnsan” kategorisiyle düşünenlerin sınır boylarındaki mücadeleye ve sınıflararası kavgaya dair tek bir sözü ve eylemi olamaz. Çünkü o sınır boylarında direnen somut, canlı-kanlı insanlar değil, soyut, ilahi bir “İnsan” putudur.

Yenilginin diyalektiği, keskin bir kılıç misali, mücadeleyi bölüp birleştirmektedir. Burjuvazinin kendisine armağan ettiği “İnsan” kategorisinden, emperyalistlerin kurduğu “Dünya”ya bakanların teslimiyetten ve yılgınlıktan başka bir şey öğretmesi beklenemez. Dünya’nın Ortadoğu’ya daraldığı momentte, Dünya’cılığın ezberlerini Arap-Müslüman’ın başına boca etmek, cehalettir. Cehalet, Dünya’yı düz tepsi zannetmektir. Bu cehalet, Filistin direnişi için en geniş politik birliği kurmuş devrimcilere, “aranıza neden Hamas’ı alıyorsunuz?” demek zorundadır. Çünkü Hamas, düz tepside bir engel, sınır, ayrı bir “sınıf”a dair bir mecazdır.

Yenilginin bir sonucu da başarıcılıktır. Geri kalan kadrolar, artık tabanını daha kısa erimli, sonuca odaklı, bir çalışmaya örgütlemek zorundadırlar. Ne zaman olacağı bilinmeyen bir devrim hayalinden ziyade, parlamentoya bir milletvekili sokmak, devrimden daha kıymetli görülecektir. En geri sendikada en geri siyasî çalışmayı tesis etmiş olmak, başarı addedilecektir. Militanlar, 3, 5 ya da 10 yıl sonra devrim olacağına inandırılacak; bu süre bitiminde örgüt şefleri yeni oyuncaklar bulacak, kısır döngü, teoriyi ve pratiği dirhem dirhem azaltacaktır.

Yenilginin bir dışavurumu da Marksizmin tasfiyesidir. Tarihi ve toplumu parçalayan, bölen bir unsur olduğundan ve örgüt, kısa vadede çözüme ulaşmak istediğinden, o tarihi ve toplumu kendinde bütünlemek isteyecek, ister istemez, Marksizm, burada “haylaz çocuk” ya da heterodoksi konumuna düşecektir. Yenilginin koşulladığı bu reflekse göre, Marksizm, ya mutlak bütün ya da mutlak öz-parça olarak formüle edilmek zorundadır. Bu da Marx denilen kişinin yapıp ettiklerini unutmayı emredecektir.

Marx’ın kişi olarak yaşadığı dönemdeki politik yoğunlaşmalar, politikleşen coğrafya ve ekonomi bağlamında belirli alana yoğunlaşmış olması, doğalında, onun kişisel eksikliği ve zafiyeti olarak takdim edilecektir. Marx 19’uncu, Lenin 20’inci yüzyıla hapsedilecek; yeni “İnsan” partisinin kadük hizipleri 21. yüzyıl sosyalizmine yelken açacaklardır.

Oysa bu dönemde “eski, gerici ve gayri modern” olmak şarttır. “Yeni hayat”, “yeni toplum”, “yeni insan”, “yeni parti” gibi tabirler, özünde, Marx’sız, Marx öncesi dönemin orta sınıf-küçük burjuva dünya görüşlerine bağlanma arzusunu ifade ederler. Her yeni, eskinin kötü bir karikatürüdür, çünkü dövüşsüzlüğü, kavgasızlığı, dövüşün ve kavganın biriktirdiklerini tasfiye etmeyi anlatır. Yeni-lgi, yenenin yenisine teslim olmayı emreder.

Marx’ın ait olduğu “partiyi, mücadeleyi ve odağı” terk etmek, yenilginin bir sonucudur. Çünkü yenilgi, yenilginin sebebinin o parti, mücadele ve odak olduğunu fısıldamaktadır. Fırsat ve imkânlara işaret eden yenilgi, yenenin öznel, kolektif iradesine aittir. Onun işaret ettiği fırsat ve imkânlar, yenenin fırsat ve imkânlarıdır. Yenenin partisi, mücadelesi ve odağı, Marx’ı tasfiye etmek zorundadır. Oysa Marx ve Marksizm, sömürülenlerin ve mazlumların kurtuluşuna ait devrimci bir kavşaktır. O kavşağa uğramadan, orayı solumadan, herhangi bir mücadelenin toplumsal-tarihsel anlam kazanması mümkün değildir.

Marx’ı biraz daha Kant, Spinoza ya da Hegel okuyarak, düşünsel düzlemde “aşmak” mümkündür. Ama bu noktada aşılan şeyin Marx’ın ait olduğu parti, mücadele ve odak olduğunu da görmek gerekir. Üç filozofun mızrak gibi Marx’a karşı sivriltilmesinin sebebi, Marx’ın düşünsel planda talileştirilmesi, bireyselleştirilmesi ve üzerine çarpı atılmasıdır. Dünyayı değiştirmeye bakan birisine doğrultulan mızraksa ancak sahibini yaralamaktadır. Ayrıca Marx, üç filozofu dikine kesen teorik bir iradedir. Marx’ın şahsında görülen talilik ve parçalılık, bu üç filozoftan biriyle giderilmeye çalışıldığında, bu irade anlamsızlaşacaktır.

Marx’a yönelik mantıksal safsataya (ad hominem) dayalı saldırıların amacı, onu tarihten silmektir. Bu saldırılardan biri de onun “intihalci” olduğuna ilişkindir. Onda intihal bulanlar, kolektif tarihsel bir varoluşa değil, tekil bireysel olana odaklanmakta, Marx’ın önceki dönemde yaşadığı yıllarda ortaya konulan toplam eseri, proletaryanın kolektif devrimci pratiği, kendi ifadesiyle, fedakârlık gösterdiği sınıf adına, süzgeçten geçirdiğini, parçalayıp yeniden bütünlediğini görememektedirler. Burjuva iktidar, burjuva toplum ve burjuva akla dair tüm yazılar, Avrupa ölçeği ve proletarya ölçüsü üzerinden disipline edilmiştir. Avrupa ve proletarya nicel değil, nitel olgular olarak ele alınmış; teorik faaliyet niteliksel dönüşüme bağlanmıştır.

Yenilginin diyalektiği, bu dönüşüme bağlı kalmayı emreder. Dolayısıyla, eski, gerici ve gayri modernist olmak zarurîdir. Marx ve Lenin’de uluslaşma, totalitarizm, birey karşıtlığı, özgürlük düşmanlığı, çitlenme, sınır ve sınıf gibi tüyleri diken diken eden anlayış ve yaklaşımlar bulanlar, yenilginin yendiği unsurlardır. Yenilgiye yenilmemek için, söz konusu anlayışların ve yaklaşımların güncellenmesi, derinleştirilmesi, kalıtlaştırılması gerekir. Yenilgi, hem dost hem düşmandır; hem hayır hem şerdir, diyalektiği bununla ilgilidir.

Adsız ve adressiz, kolektif bir oluş olarak proletaryanın karşısına kendi adını, adresini ve bireyselliğini çıkartanlar, yenilginin ürettiği bir zafiyettirler. Bunların sesinin bugün daha çok çıkıyor olması, hayra alamettir. Adsız-adressiz, kolektif bir oluş içinde, onun adına, başı-sonu kimsenin mülkünde olmayan bir kavgaya iştirak etmek, dirilmek için şarttır.

Altında sahil var diye sökülüp atılan kaldırım taşları, kavgayla örülmüştür. Plajda dinlenmek isteyenlerin kaprisine terk edilmeyecek denli kıymetlidir. Belli bir kesitte burjuvazinin tayin ettiği siyaset alanında nefes almak, yol bulmak, yanılsamalara yol açmamalıdır. Burjuvazinin yapamadığı, eksik bıraktığı ya da inkıtaya uğrattığı işlere talip olmak, politik açıdan, ancak yerinde ağır olan taşlardır. Tarihi ve toplumu bu işlerin sınırlarına hapsetmemek gerekir. Esasında “sınırsızlık” meselesine kilitlenmiş ve sınıfsızlığı bu düzeyde ele alan, söz konusu işlerin emir erliğini yapmaktadır. Sınıfsızlık, belirli bir sınıfa; sınırsızlık belirli bir sınıra hizmet eder.

Kaldırım taşlarının altında sahil ya da özgürlük olduğunu düşünmek, bir yenilgi biçimidir. O sahille ve özgürlükle dövüşülmüyorsa, taşları sökmek, kavgayı yolsuz ve yönsüz bırakacak, bugüne teslim olmayı getirecektir.

Bütüncülüğün ve parçacılığın saldırısı, egemenlere aittir. Mutlak bütünlük ve mutlak parça olduğunu, o düşünmektedir. Yenilenler ve hemen kazanmak için burjuvaziyi taklit etmeyi yol belleyenler, ya bütüncülüğe ya da parçacılığa sarılacaklardır.

İşçi sınıfının veya ezilenlerin mutlak bütün ya da mutlak parça olarak anlaşılması arasında bir fark yoktur. Kimlikçilik eleştirileri, işçi sınıfını aslî, mutlak kimlik olarak anlayanların geliştirdiği bir eleştiridir; aynı şekilde, sınıfçılık eleştirileri, ezilenleri mutlak ne’lik olarak anlayanlara aittir. Sınıfın ve ezilenlerin somut pratikte bu mutlaklıkla bir ilişkileri yoktur.

Yaşanan yenilgiler üzerinden, burjuvazinin ve devletin öznel pratiğini, onlardan öğrenilen mutlak olmaklığı, işçi sınıfına ve mazlumlara yansıtan tüm aynalar kırılmalıdır.

Eren Balkır
İştirakî
dergisi
Sayı: 3-4

0 Yorum: