06 Nisan 2015

, ,

Arap Liberallerin Yıkıcı Mirası


1967 Savaşı’ndan beri Arap dünyasında her politik renkten (liberal, muhafazakâr, radikal, neoliberal, ılımlı, aşırıcı, şiddet karşıtı veya yanlısı vb.) Arap İslamcıyı en tehlikeli değilse bile, tehlikeli bir politik güç olarak takdim etmek sıradan bir hâl aldı.

Esasında aşağıda da gösterileceği üzere, Arap liberalizminin yeni bir türü olan sekülerlerle İslamcılar (ki sekülerler diğerine kıyasla daha tehlikelidirler), 1967 sonrası dönemde Arap dünyasında en tehlikeli ve yıkıcı politik güç hâline gelmişlerdir ve hâlâ bu niteliklerini muhafaza etmektedirler.

Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’a karşı Batılıların, İsraillilerin ve Suudilerin yürüttüğü savaş ve anti-emperyalist Arap milliyetçiliği, yeni bir liberal entelijansiyanın doğumunu gerekli kılmıştır. Bu entelijansiyanın ellilerin sonunda ve altmışlarda savaştan önce sahneye çıkışları, Amerika’nın desteklediği “kültürel Soğuk Savaş”ın bir parçasıdır. Söz konusu kültürel Soğuk Savaş, anti-emperyalist Üçüncü Dünyacı milliyetçilikleri de hedef alan anti-komünist ve anti-sosyalist liberal emperyal haçlı seferi için tüm dünya genelinde aydınları finanse etmiştir.

Bu hamle, Eisenhower Doktrini’nin bir parçası ve gereğidir. Bu doktrin, 1957’de Amerikalılar tarafından yürürlüğe konulmuş, bu sayede Sovyet etkisini savuşturmak için Ortadoğu’ya askerî açıdan ve her türlü diğer yollardan müdahale etme imkânı bulunmuştur. Bu bağlamda ABD, 1958’de Arap milliyetçiliğine karşı kendi liberal basın organlarında tezahüratlar yapan, ABD’nin finanse ettiği Lübnanlı liberallerle ve Suudilerle birlikte, Lübnan’a müdahale etmiştir.

Bu liberal Arap aydınlarının önemli bir bölümü ABD istihbaratının uşağıdır ve bunların çıkardıkları gazeteler de kendileri gibi ABD ve Körfez rejimleri, bilhassa Suudiler eliyle finanse edilmektedir. Söz konusu aydınların asli görevi, Sovyet tarzı ya da değil, tüm komünizm ve sosyalizm formlarına karşı liberal batının faziletlerini yüceltmek ve Nasırcı Arap milliyetçiliğine saldırmaktır.

Bugün kimileri, Arap liberallerin gerçekte liberal geleneğe ne denli bağlı olup olmadıklarını tartışsalar da ben, onların muhayyel batı liberalizmine ne ölçüde yakınlaştıklarıyla ya da onların sahte birer liberal olup olmadıklarıyla değil, bu aydınların kendilerini liberal olarak takdim edişleriyle ve başkalarınca liberal ilkelere bağlı kimseler olarak sunuluyor olmasıyla ilgileniyorum. Söz konusu ilkeler, meclisin ve yürütmenin özgürce seçilmesini, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, sivillerin ordu ve hükümeti kontrolünü, kapitalist ekonomiyi ve hükümetle dinî makamlar arasında çeşitli düzeylerde mevcut olan ayrışmayı içeriyor.

Mısır’a Uzak

1967 Savaşı sonrası dönemde bu yeni tipteki Arap liberalleri, Mısır’daki Sedatçı entelijansiya ile sınırlıydı. Bu kesimin ana amacı, Nasırcılıkla, onun sosyalist ve milliyetçi yönleriyle mücadele edip Amerika yanlısı bir siyaseti teşvik etmekti. Yeni yüzyıl başladığında Mısır örneği tüm Arap dünyasında genelleşti.

Yetmişlerin Mısırlı liberalleri, Amerikan iktidarını, ülkelerindeki emperyalist-kapitalist nüfuzu öven şarkılar söyleyip, Nasır’ın halefi Cumhurbaşkanı Enver Sedat eliyle yürütülen “barış müzakereleri”nin bayrağı altında, ülkeyi İsrail’deki Yahudi yerleşimciliğine dayalı sömürgeciliğine tam manasıyla teslim olmaya zorluyorlardı.

Bu kesim, İsrail’in tüm günahlarının affedilmesi, Mısır’ın onun ve ABD’nin uşağı hâline gelmesi, bu sayede Mısırlıların daha çok ekonomik ve politik fayda elde etmesi gerektiği hususunda ısrarcı bir tutum içerisindeydi. Yetmişlerdeki liberal dönüşümleri sayesinde Sedatçı mecliste koltuk sahibi olma imkânı bulan Müslüman Kardeşler, Nasır’ın mirasına karşı liberal sekülerlerle aynı safta, mevcut politik rekabete dâhil oldular.

Devlet aydınları yanında, önde gelen edipler ve sanatçılar da söz konusu kampanyaya destek oldular. Bu isimler arasında Yusuf Sibai ve Necib Mahfuz’dan, daha az ölçüde, oyun yazarı Ali Selim’e kadar birçok kişi vardı. Bunlara bir de ünlü besteci ve şarkıcı Muhammed Abdulvahab, Enis Mansur ve Sadettin İbrahim gibi aydınlar ve akademisyenler de eklendi. Mahfuz ve Abdulvahab, altmışlar sonrası dönemin liberalleri ile çok az ortak yöne sahip ilk dönem Mısırlı liberaller kuşağına mensuptu. İkinci kuşağa mensup orta düzey bir devlet memuru olan Mansur, devletin çıkarttığı Ekim isimli derginin editörüydü. Tüm bu isimler, Sedatçı ideolojik projeye şu veya bu şekilde katıldılar.

Bu bağlamda yirminci yüzyılın ilk döneminde ortaya çıkıp yirmiler ve otuzlarda başarı kazanan Arap liberallerinin ilk kuşağının sahip oldukları “medeniyet” tasavvuru açısından büyük ölçüde Avrupa yanlısı olduğunu, bu isimlerin önemli bir bölümü öyle olsa da, her daim sömürgecilik yanlısı olmadığını belirtmek gerek. “Mısır liberalizminin” ve Arap karşıtı Mısır milliyetçiliğinin babası olan Ahmed Lütfi Seyyid gibi isimler, üstelik bir de Siyonizm dostuydular. Hatta Seyyid daha da ileri gitti ve 1925’te Kudüs’te İbrani Üniversitesi’nin açılışında yapılan kutlamalara katıldı.

Sedatçı liberaller, tüm Arap dünyasında kınanıp aforoz edilirlerken (Sedat hükümetinde kültür bakanlığı yapan Sibai, İsrail’i ziyaret edip Sedat’ın teslimiyet politikasını desteklediği için Ebu Nidal grubunun düzenlediği suikastta öldürüldü.) bu liberallerin ABD ile İsrail’le kurduğu ittifak ve Mısır’ı yeni patron sınıfına satılması konusunda ortaya koydukları gayret, ülkeyi hiç de müreffeh kılmadı. Aksine birçok Mısırlı, sefalete sürüklendi, ayrıca eğitim ve sağlık alanında liberal dönem öncesi Nasır iktidarında elde edilmiş tüm kazanımlar yok edildi.

Liberallerin desteklediği bu Mısır’da tek artan ve daha da ilerleyen şey, onlarca yıl süren politik ve ekonomik baskının düzeyi ile Libya, Ürdün, Irak ve Körfez ülkeleri gibi komşu ülkelerce istihdam edilen kesim (bu kesim sonrasında dört milyona çıktı) hariç, milyonlarca Mısırlının belirli bir ekonomik geleceğe sahip olma imkânını yitirmesi sonucu yaşadığı dışlanma oldu. Bu esnada on milyonlarca Mısırlı, kendi yurtlarında sefalet içerisinde süründü.

Liberalizm Filistin’e Yayılıyor

Kısa bir süre sonra, seksenlerin sonunda Mısırlı liberallerin destekledikleri politika ve ekonomi çizgisi, uluslararası müttefiklerle kurdukları ilişkilerle birlikte Filistin, Irak, daha da kapsamlı biçimde, Cezayir’deki yeni aydın sınıfınca benimsendi. Oysa bu aydınlar, o güne dek anti-emperyalist solcular ve sosyalistlerdi.

Bu hat üzerinden Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinli aydınlar, iki devletli çözüme destek olmaya başladılar. Onlara göre, bu çözüm diasporadaki Filistinliler ve İsrail’in Filistinli yurttaşları hilafına, bağımsız bir devlet için gerekli toprakları bahşedecek bir çözümdü.

Filistin’deki son iki grup, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün desteğini arkasına alarak bağımsız bir devleti pazarlık konusu ettiler. Bu devlet, Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan Filistinlilerin üçte birine özel olarak bahşedilecek bağımsız bir devletti. Esasında birçoklarının öngörüsüne göre, arka çıktıkları ABD destekli “barış süreci” Batı Şeria ile Gazze’yi yeni bir “Singapur”a dönüştürecek, buralarda ülkenin geri kalan kısmının hilafına, bu Filistinlilerin hayatlarını dönüştürecek ekonomik bir mucize gerçekleşecekti.

FKÖ bu düşünce tarzını benimser benimsemez, Filistinli liberal aydınlar, Filistin Devleti’nde birer danışmana, uzmana ve bakana dönüştüler, ama sonrasında Batı Şeria ile Gazze’de yoğun bir sefaletle yüzleşildi, Filistinlilerin haklarına yönelik uluslararası destek azaldı, İsrail’in işgal ordusuna bir de Filistin Devleti’nin güvenlik güçleri eklendi. Bu da ilk intifada esnasında Filistinlilerin elde ettikleri politik ve ekonomik kazanımların çarçur edilmesine yol açtı.

Emperyalist Akınlar

Söz konusu liberal aydın sınıfının Filistinliler arasında yükselişe geçmesiyle eşzamanlı olarak, doksanlarda Kuveyt’in 1990’da Irak tarafından işgali ülkede, diktatörlüğün sona ermesi ve demokrasinin gelmesi adına, Irak’ın emperyalizm eliyle istila edilmesi çağrısında bulunan, Amerika’nın emperyalist jeostratejik çıkarlarına müttefik olan yeni bir liberal sınıfın ortaya çıkmasını sağladı.

ABD’nin 1991’de ülkeyi işgal etmesi sonucu Irak güçleri Kuveyt’ten çıkartıldılar ama Saddam Hükümeti devrilmedi. Bunun yerine ülkeye, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın “buna değerdi” dediği, Amerika’nın amaçları doğrultusunda gerekli görülen bir bedel ödettirildi. Bu yaptırımlar, iddialara göre, yüz binlerce insanın hayatına maloldu.

2003’te ABD liderliğinde gerçekleşen işgalin bahanesi “kitle imha silâhları” idi. Sonuçta liberaller bu sayede istediklerine kavuştular. Ama bu süreç milyonlarca insanın hayatına maloldu, tüm ülkeyi imha etti, öte yandan da liberallerin hizmet ettikleri yeni ve eski patron sınıfı ile bu komprador aydınlar sınıfı zenginleşti.

Esasında bu liberallerin önemli bir bölümü, ülkenin ABD eliyle işgal edilmesi sürecine katkı sundu, sonrasında da kurulan rejimin hizmetine koşuldu. Iraklı liberaller, ülkelerinin emperyalistlerce işgal edilmesi yönünde açıktan çağrıda bulunma konusunda ilk örnek olsa da, bu noktada Suriye’nin Türklerden kurtarılması amacıyla ülkenin Fransızlar eliyle “korunması” ya da işgal edilmesi için 1918’de çağrıda bulunan Cibran Halil Cibran ve New York’taki Fransız yanlısı Lübnanlı göçmenlerden de bahsetmek mümkün.

Bu gelişmelerle birlikte 1992’in başında Cezayir’de seçimle iktidara gelen İslamcılara karşı askerî darbe gerçekleştirildi. Bu olay 200.000 kişinin ölümüne yol açan kapsamlı bir iç savaşa ve askerî şiddete yol açtı. Kültür ve Demokrasi Seferberliği Partisi gibi kimi aşırı liberal sekülerler, ordunun İslamcıların kökünü kurutma çabalarını desteklediler.

Mezhepçi Fitne

Tuhaflıklar alabildiğine arttı. Kuveyt ve diğer petrol üreticisi Körfez ülkelerine sempati duymayan, Irak’la dayanışma amacıyla Arap dünyası genelinde yapılan kitlesel gösteriler karşısında korkuya kapılan bağnaz Suudiler, Arap yanlısı gazeteler çıkartıp uydu kanalları kurdular ve ABD emperyalizmiyle müttefik Arap rejimlerine de karşı çıkan Araplar arasındaki anti-emperyalist milliyetçi akıntıyı terse çevirmek için Suudi ve ABD yanlısı liberal propagandaya başvurdular.

Arap dünyası genelinde aydınlar bu çabaya ortak oldular ve eski solcu, komünist, Nasırcı ve İslamcı konumlarını terk edip politik açıdan daha kârlı olan ABD ve İsrail yanlısı liberal çizgiyi, ayrıca küreselleşmiş bulunan neoliberal ekonomik düzeni benimsediler. Yeni yüzyılın başında Suudiler ve Amerikalılar, medya araçlarına ve ajanlarına, içteki Şiilere ve dışarıdaki Arap dünyasına karşı eşi benzeri görülmemiş mezhepçi bir kampanyayı yaygınlaştırmaları yönünde yeni talimatlar verdiler.

Kampanya, ilk kez 2004 yılında dile döküldü. Bu yönde sarf edilen sözlerin sahibi de Ürdün’ün neoliberal kralı Abdullah’tı. Bu kral, mutlak, kontrol nedir bilmeyen bir iktidarı elinde bulunduruyor, kendine özgü bir “liberal” tarzı sürdürüyordu. Kral, o konuşmasında bölgedeki “Şii Hilâli”nin yükselişi karşısında kendisinin ve başkalarının duyduğu korkuyu dillendirmekteydi.

Bu bölgesel bağlam dâhilinde söz konusu savaşa Suriyeli liberaller de katıldılar. 2000’de Hafız Esad’ın uzun süredir beklenen ölümü gerçekleşince, bu liberaller, Şam’daki ABD Büyükelçiliği’nin salonlarından ve aydın toplantılarından kendilerinin “Şam Baharı” dedikleri süreci başlattılar. Büyükelçiliğin kültür ataşesi aynı zamanda bu aydınların başlattıkları “Bahar”ın ana sponsoru idi.

Söz konusu aydınlar, kısa bir süre sonra Beşşar Esad’ın otoriter rejimince bastırılınca, Suriyeli liberaller, 2011’de ortaya çıkıp sahip oldukları “devrimci güçler”den bahsetmeye başladılar. Bu sürece baskıcı Esad rejimi de dâhil oldu ve süreç içerisinde yüz binlerce insan öldü, ülke ise yok oldu.

ABD büyükelçisi, aynı zamanda bu aydınların yürüttükleri çabalara, sürgündeki Suriye muhalefetiyle görüşmeler yapıp onlara roller biçmek suretiyle, katkıda bulundu. Iraklı muadillerinin aksine Suriyeli liberaller, yani sekülerler ve İslamcılar, demokrasinin gelmesi ve Suriye’deki diktatörlüğün sona ermesi için emperyalist müdahale talep ettiler. Süreçte bu kesimin eline geçense, gaddar IŞİD oldu.

Suriyeli liberallerin altında kalmamak adına Lübnanlı liberaller ve eski Lübnanlı solcular, komünistler ve Arap milliyetçileri de 2005’te yozlaşmış ve ülkeyi bizatihi yozlaştıran neoliberal milyarder Lübnanlı Başbakan Refik Harirî’nin suikasta kurban gidişi ardından, kendi “Bahar”larına sahip olmak istediler. Bu kesim, ülkede Şii karşıtı mezhepçi bir kampanya başlattı ve ülkenin güçlü komşusu Suriye’den kurtarılması için emperyalistlerin müdahale etmesini istediler. Ülkenin kurtarılması gereken tehlikeli komşusu nedense İsrail değildi. Bu liberaller, 2007’de Nahrü’l Barid’deki Filistinli mülteci kampının Lübnan ordusu eliyle yıkılmasını sevinçle karşılayarak, yeni bir Filistin karşıtı kampanya başlattılar. Ülkeleri 2006’da İsrail’in ağır bombardımanı altında iken söz konusu liberaller kamuya açık biçimde İsraillileri alkışladılar ve uzun süredir Lübnan’da arzuladıkları “liberal” düzenin tesis edilmesi amacıyla Hizbullah savaşçılarının yok edilmesi için dua ettiler.

Liberal Aşırıcılık

ABD’li ve Suudi patronlarına yaptıkları iyi hizmetler üzerinden Arap liberallerinin hızla çoğalması, zamanla görece daha liberal bir aşırıcılığa yol açtı. Suudilerin finanse ettiği (Şark’ül Evsat ve İlef gibi hem basılı hem de elektronik) gazeteler, herhangi bir mazeret ileri sürmeksizin, açıktan Siyonist ve İsrail yanlısı konumları savunmaya başladılar.

Arap liberalleri, aynı zamanda 2007’de demokratik yollardan seçilen Hamas’a karşı Filistin Devleti’nin anti-demokratik bir darbe yapması için tahrik ve teşvikte bulundular. Bu darbe, Batı Şeria’da başarılı oldu ama Gazze’de sonuçsuz kaldı. Filistin’deki liberal ve komprador aydın sınıfı, bir yandan da ülkeyi tümüyle ABD ve İsrail’in politik, askerî ve ekonomik diktasına teslim etmeye çalıştı (o günlerde Başbakan Salem Fayyad söz konusu teslimiyetin en iyi örneği idi.). Ayrıca bu kesim, 2008-2009, 2012 ve 2014’te İsrail’in Gazze’yi işgal edişinin Hamas’ın sonunu getireceğini umdu ama bu umut, Hamas’ın ve silâhlı direniş yürüten diğer grupların azmi sayesinde suya düştü.

Bu arka plan üzerinden, aralarında sekülerler ve İslamcıların bulunduğu Arap liberalleri 2011 tarihli “Arap Baharı” esnasında yaşanan Mısır ve Tunus isyanlarının (ayrıca Suriye, Libya, Bahreyn ve Yemen’deki isyanların) liderleri olarak ortaya çıktılar. Tunus örneğinde, liberal İslamcılar (esas olarak Nahda partisi) ve sekülerler arasındaki rekabet, eski rejimin kısmen restore edilmesine yol açan belirli bir icra tarzını beraberinde getirdi.

Mısır’da seküler liberaller, bir gecede tam birer faşiste dönüştüler; liberal ve neoliberal Müslüman Kardeşler’e karşı hem hükümet hem ordu hem de iş dünyası dâhilinde Mübarekçi güçlerle müttefik oldular. Müslüman Kardeşler, iktidarda kaldığı kısa süre zarfında Mübarekçi orduyla ittifak kurmuş, bu ordu nihayetinde İhvan hükümetini devirmişti.

Komünistler ve Nasırcılar da kendilerini, tıpkı liberaller gibi, kendi faşizmlerini bir tür “liberalizm” zanneden birer faşiste dönüştürerek, liberal safa geçtiler. Bu iki kesim, geçmişte olduğu gibi bugün de, durup dinlenmeden, seçimle gelen, liberal Müslüman Kardeşler’e karşı askerî darbeyi desteklemenin, darbe güçlerinin yaptıkları kitlesel kıyımların hepten liberalizmin ta kendisi, liberal düzenin restorasyonu olduğunu söylemektedirler.

Arap liberaller öyle ileri gittiler ki Avrupalı Müslümanlara ve Araplara savaş açtılar ve onların bulundukları “ev sahibi” ülkelerin Hıristiyan ve seküler toplumları dâhilinde asimile olmaları gerektiğini söylediler. El-Ezher Üniversitesi’nin liberal şeyhi ve bu merkezî Müslüman kurumun baş âlimi, Fransa’daki Müslüman kadınların Fransız kanunlarına riayet etmelerini istedi ve örtünmemeleri gerektiğini söyledi. Oysa aynı Arap ve Müslüman liberaller, “Arap Hıristiyanlar, içinde yaşadıkları toplumların çoğunluğuna ait Müslüman kültüre teslim olmamalılar” dediler ve Müslümanlarla Müslüman devletlerin bu konuda gösterdikleri saygının Hıristiyanlara ait, farklılık arz eden dinî geleneklere uyumlu olmasını talep ettiler.

Suudilerle ABD’nin elindeki para ve politik gücün (ayrıca İsrail’in oynadığı o kritik rolün) kısa sürede neler yaptırabildiğini görmek insanı şaşkına çeviriyor. Doksanların başından beri (dünyanın geri kalan kısmında olduğu gibi) Arap dünyası genelinde ABD ve Avrupa’nın finanse ettiği sivil toplum kuruluşlarının sayıca çoğalması, Arap aydınlarının ve teknisyenlerinin teşkil ettikleri tüm ordunun ABD, İsrail ve Suudi tarzı liberalizme başarıyla devşirilmesini sağladı.

Bu Arap liberaller, bilhassa seküler olanlar, Arap dünyası genelinde yaşanan yıkımın mevcut düzeylerinin oluşmasına ve meşrulaştırılmasına muazzam katkılar sundular. İslamcı liberaller, Libya’da NATO müdahalesini talep ettiler ve müdahaleyi desteklediler. Suriye’de ise bu müdahale para ve silâh akışı üzerinden gerçekleştirildi. Yıkım, süreç içerisinde, kapsam bakımından, sömürge döneminde bile tanık olunmamış düzeylere ulaştı.

Bu Arap liberallerin başarılarının çetelesini tuttuğumuzda, Arap dünyasına yaşattıkları dehşetin muazzam ölçülerde olduğunu görüyoruz. Irak’tan Suriye’ye, Cezayir’den Filistin, Lübnan ve Mısır’a, oradan Yemen ve Libya’ya kadar birçok yerde milyonlarca insanın ölmesi ve yaralanması, Irak, Suriye, Gazze, Libya ve bugün Yemen’in tümüyle yıkılması, Mısır, Filistin, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Fas, Tunus, Yemen, Sudan ve diğer ülkelerde yaşanan derin sefalet koşulları, Arap liberallerinin suç ortaklığı yaptığı bir sürecin ürünü.

Esasında bu olayların çoğu, liberallerin hükümetlerin hizmetinde veya muhalefette olduğu bir süreç boyunca, bu konularda çağrıda bulunup oluşum süreçlerine katkı yaptıkları politikaların doğrudan birer sonucu. Söz konusu liberaller, bugün yaşanan yıkımı meşrulaştırmak için harıl harıl çalışıyorlar ve suçu başkalarına atıp patronlarının işledikleri her türden suça birer kılıf buluyorlar.

Ne radikal ve aşırıcı IŞİD ne de onun öncüsü El-Kaide, yıkıma ve sefalete ait bu denli muazzam bir sicile sahip olduğunu iddia edebilir. Liberaller eliyle ve onların desteğiyle gerçekleşen yıkım süreci öylesine büyük ki Suriye ile Irak’taki Baas partilerinin bu ülkelere ve komşularına yaşattıkları dehşet bile solda sıfır kalır. Oysa aynı liberaller, bugün hâlâ özgürlükten, barıştan ve refahtan söz ediyorlar ama öte yandan da ülkelerinin daha fazla baskı, savaş ve sefaletle yüzleşmesine katkı sunuyorlar.

Arap liberaller ve Arap liberalizmi, son elli yıl boyunca Arap dünyasında sosyal, politik ve ekonomik adaletin başlıca düşmanı olmuşlardır. Bunun aksini iddia etmek, onların suç sicillerini görmezden gelmek, yaşanan dehşet verici gerçekliğin oluşumuna sundukları katkıya bigâne kalmak demektir.

Joseph Massad
30 Mart 2015
Kaynak

0 Yorum: