İslam öncesi cahiliye döneminde insanların aslında
Allah’a iman ettikleri ama bu iman gündelik hayattan çekilsin, belirli bir
alana hapsedilsin diye, putların devreye sokulduğu söylenir. Çarşı-pazara
karışmasın, insanlar arası ilişkilere değmesin diye, Allah, gene insanın
iradesiyle ortaya koyduğu ürünlere kapatılır. Ezeli-ebedi olan Allah, fani,
sonlu, sınırlı olana hapsedilir. Böylelikle insanlar, O’nu kendi çıkarlarına
mahkûm ederler.
Gene ağızda çiğnenen helvanın bile çıkartılıp
şekil verilerek tapıldığı bir dönemdeyiz. Sözlerimiz, varlığımız, bugündeki
cismimiz sonrayı, budünyanın ötesini geçersiz kılıyor. Yıllardır bunların ne
denli baskıcı, ne kadar ezici olduğunu öğretiyorlar. Çiğnediğimiz helvaya bile
tapar hâle geliyoruz.
Sonraya, budünyanın ötesine iman kalmayınca
bugüne, bugünkü hâle tapınma başlıyor. Bu da efendilerin tayin ettikleri
gerçeği tek gerçek kabul etmekle sonuçlanıyor. Yeniliyoruz, teslim oluyoruz, bu
çıkışsızlık içerisinde bu yenilgi ve teslimiyet, tek mutlak gerçekmiş gibi
görünmeye başlıyor. Hayatta kalmak, yaşamanın önüne geçiyor. O vakit gene
ağzımızdan çıkarttığımız helvaya kendimizce şekil verip ondan medet umar hâle
geliyoruz.
Önümüz gene seçim. Bu üçüncüsü. Her seferinde,
“işte bu en önemlisi” denilen bir tercih aşaması. İnsanlar, gene mücadelenin
aşkınlığını, metafizikliğini, sonraya uzanan hâlini, ezeli-ebedi niteliğini
silip bir sandığın önünde, elde mühür sıralanacaklar. O mühür tek silâhımız
olacak. Bir şey yaptığımızı zannedip evlerimize çekileceğiz.
Bugün insanlar, “siyasete müdahale etme imkânını
bir tek seçimler vesilesiyle bulabiliyorlar.” Bugünkü hâlimize yakışır olanı,
en güzel kıyafeti reyondan seçeceğiz. “Tarz” olmak için doğrusunu gene
efendilerden öğreneceğiz.
HDP, ilk çıkışında mahalle meclisleriyle
örgütleneceğini, siyasetin dizginlerinin o meclislerde olacağını söylüyordu.
Ama o da tarz partisi hâline gelmiş görünüyor; aday seçimleri gene vizyona,
vitrine göre yapılıyor. Demek bir ülkenin özgürleşmesi, batının liberalizme
kul-köle edilmesi pahasına gerçekleştiriliyor.
Doğal olarak CHP’nin tabanına yönelik bir yarış
içerisine giriliyor. “En azından Kürt-Alevi olanı alabilsek kârdır” diye bir
değerlendirme yapılıyor. CHP ise bu tabanı kaptırmamak için türlü hileye, oyuna
başvuruyor, yalanlar, provokatif hamleler devreye sokuluyor. İnsanların
tecimsel ilişkilerinden, rantla kurdukları bağdan vazgeçmeleri kolay değil.
Özgecan’ın katlinin yarattığı kalkışma ile Gezi
Parkı’nda sabahın köründe yapılan saldırının yarattığı kalkışma ortak bir şeyi
paylaşıyor. Her ikisinde de insanlar yakılıyorlar. Belki de psikolojik kodlar
açısından halkın bilinçaltında bir Sivas Katliamı travması var. Alevî, olayın
mağduru; Sünnî, vicdan azabıyla sürece dâhil oluyor. Bu travmanın bir ülkenin
dağlarını, kentlerini saran ateşi nasıl körüklediği biliniyor. Diyarbekir
zindanlarından yükselen alevler bugün hâlâ sıcak.
Halk basit kodlarla bir araya geliyor. Genç kızın
yakıldığının duyulduğu anla Gezi’de gençlerin çadırlarının yakıldığı haberinin alındığı
an benzer bir dinamik tetikleniyor. İbrahim Peygamber’in atıldığı ateşten beri
işleyen bir dinamik bu belki de.
Halk, demek ki tüm sınırların, nesnelerin
silindiği, kaynaştığı yerde kaynaşma, alev olma imkânı buluyor. Ateş her yeri
sarınca, sınırlar, duvarlar eriyor, kardeşlik, yoldaşlık kural hâlini alıyor.
Soğuk, katı hâlde ise kendi gündelik dünyasının putları önünde dizilmeyi
seviyor. İçeride bir ateş yanıyor aslında. Dert, onu dışarının ateşiyle
buluşturmada.
En azından Gezi’den beri o ateşi söndürmek,
olmadı, kontrol altına almak için devlet bir çalışma yürütüyor. “İç güvenlik
paketi” denilen yangın söndürücü çok önceden düşünülüyor ama solun o ateşle bir
ilişkisi kalmadığı için paketin ne amaçla hazırlandığını umursamıyor. Daha
doğrusu, o ateş kendisini de yaktığından veya yakacağından, ateşin
söndürülmesine ses etmiyor. Sokak eylemlerinin silinmesi gerekli, bu
gereklilik, kravatlı, takım elbiseli siyasîlerin egemenliği ile ilgili.
Gezi’den sonra bu konudaki telaş daha da ayyuka
çıktı. Gezi’nin ateşi seçim sandıklarıyla söndürüldü ve ayaklanan orta sınıf
CHP kalıbına döküldü. Batı’ya esneyip bu alandaki rekabete dâhil olan HDP, CHP
gibi görünme yarışına girdi. İç güvenlik paketi ile ilgili olarak, Lenin’in
tabiriyle, “burjuvazinin ahırı” olan mecliste sergilenen müsamere, bu yarışın
bir sonucu. Paketin içeriği ve sonuçları kimsenin umurunda değil. Seçimlere
yönelik bir alan kavgası bu. Meclis kürsüsü önünde yapılan slogan yarışı,
gerçek eylemlilik ve mücadelenin olmamasıyla alakalı.
Halkın içinde yaşadığı ateşi ve halkın içindeki
ateşi belirli bir gerilimde örgütlemek, ona örgütlenmek ve bir alev topu
misali, seçim sandıklarını yakarak geleceğe ilerlemek mümkün. Burjuva sol
partilerse bugüne, bugündeki insanların basit, zorunlu tercihlerine oynamaktan
başka bir şey yapmıyorlar. Tabandan öre öre, yıka yıka ilerleyerek, sandıkta
somut bir sonuç üretemediklerinden, burjuva sağ partilere has hamlelere
yöneliyorlar.
Sivas’ın ateşi içerisinden bir Alevî hareketi
doğmadı. Buna mani olanlar, çeşitli şekillerde taltif edildiler, makam sahibi
oldular. Bu kesimleri vekil tayin etmek, o hareketi örgütlemek anlamına
gelmiyor. Nedense Alevî önderi hâline gelmiş bir isim olan Ali Yıldırım’ın
Maraş Katliamı’nın faili Ökkeş Şendiller ile ticari ilişkileri olduğu söyleniyor.
Bu tip ilişkilerin kurulduğu yerde politik bir Alevî hareketinden de söz etmek
mümkün değil. Adaylıkların, siyasetin kitlelerin elinden alınıp kendinden
menkul birkaç milletvekiline, danışmana, bürokrata, inşaatçı-tüccara teslim
edildiği yerde, anlamlı bir sonucun oluşamayacağı kesin.
Gezi’nin şehit ailelerine ve onların acısına
kapatılmasıyla, Sivas Katliamı’nın gene orada öldürülenlerin acısına
kapatılması bir ve aynı şey. Başkalarının oradaki ateşe örgütlenmesine ve ona
katılmasına izin verilmiyor. Her şey bireyselleştiriliyor, bireyler arası
ilişkilere mahkûm ediliyor, siyaset de giderek bireyin aklî tercihlerine
kapanıyor. Laiklik kavgası verenlerin bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları bu:
burjuva bireyin kolektif siyasete galebe çalması, aşkınlığın iptal edilmesi.
Sonuçta bireyin verili dünyası övülünce, o ateşin örgütlenmesi, ona örgütlenmek
de mümkün olmuyor. Nazım’ın ifadesiyle, gene tanık olduğumuz, “ateş ve ihanet”.
* * *
Başlangıç diye bir dergi çevresi var. Bunlar bir önceki seçimde herkesi
sokağa çağırıyorlardı. Şimdi ise seçimin karşısına sokağı çıkartanları
aptallıkla eleştiriyor. Bu solcuların derdi, soyut bir kitlesel hareketi
gösterip kendilerinden oluşan “akıl merkezi”ne birilerini ikna etmek. Bu ise
hiçbir şey yapmamak, yapmış olmamak. Siyaset, bu örnekte de gene bireylerin
tercihlerine, aklî yönelimlerine mahkûm ediliyor. Ateşin siyasetine yer yok
burada. Bu insanlar, zaten yanmamak için siyasetle ilgileniyorlar.
HDP, sınıflar mücadelesinden azade değil. Onun
içerisindeki sınıflar mücadelesinde aklı-kalbi yoksul mazlum halktan yana
olanların, yumruğu onun için sıkılanların safında olmak gerek. Seçim bahane;
dert hangi safta olduğumuzu, yumruğumuzun kime ve neye savrulduğunu gösterme
fırsatı.
Tek mürşidse hakikat. Ait
olacağımız, savaşçılığını yapacağımız güç o.
Eren Balkır
23 Şubat 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder