28 Haziran 2014

Yüzünü Ümmete Dönmek


“Öfkeli Müslümanlar” Kimlerdir ve Neden Öfkeliler?

 

Güney Afrika’nın Durban kentinde ders verdiğim amfiden hızla ayrılırken bir genç, “kardeş, kardeş!” diyerek seslenerek yanıma geldi. Bu olay, ABD-Batı ordusunun Afganistan’a ve Irak’a karşı acımasız saldırısının durdurulmasına dönük tüm girişimlerin başarısız olduğu, iki ülkede savaşın zirveye ulaştığı bir momentte gerçekleşmişti.

Söz konusu gencin üzerinde Afgan Peştunlarının kıyafeti vardı. Yanındaki arkadaşının yanında duran gencin sinirli hâli ilk elden hissediliyordu. Bana bir model olarak Filistin’e başvurduğum, uzun süren tarihsel olguların kavranması noktasında bir halkın tarihinin nasıl kullanılabileceğine dair verdiğim dersin tümüyle dışında bir soru yöneltti.

“Kardeş, İslam Ümmeti için bir umut olduğuna inanıyor musun?” Bu genç aslında, kendince ikimizin de tartışmasız biçimde ait olduğumuza inandığı bir milletin geleceğini sorguluyor, vereceğim cevap sanki belirli ağırlığa sahip olacakmış gibi, kaygıyla ne diyeceğimi bekliyor, cevabımın endişelerini giderecek bir kanıt sunacağını düşünüyordu.

Belki de onun sorusundan daha ürkütücü olan, benim hiç şaşırmamış olmamdı. Sorduğu soru, Birinci Dünya Savaşı bitiminde Osmanlı İmparatorluğu’nun ve ayakta kalan son hilafetin çöktüğü günlerden, hatta daha da öncesinden beri nesiller boyu sorulan bir soruydu.

Büyük tarihsel karışıklıklara rağmen hilafet, Hz. Muhammed’in vefatını takiben, Ebubekir ile MS 632’de başlamış olan Hilafet-i Raşidûn’dan beri tutarlı bir varoluş sergilemişti.

Genç adamın soruları, daha çok tarihe ve bir anlamlar çokluğuna sesleniyordu. Ancak birkaç batılı tarihçinin ve uzmanın, o da politik ve askerî amaçlar doğrultusunda kendi bilgilerini tatbik etmek amacıyla İslam’ı anlamaya gayret edenlerinin anlamını ve ağırlığını idrak edeceği bir soruydu bu.

Genç adamın sorusundaki “ümmet” sözcüğü, modern milliyetçi manada “millet” anlamına gelmiyor. Müslümanlar bir ırk değil, birçok ırktan müteşekkiller. Ortak bir deri rengini ya da hayat tarzını paylaşmıyorlar, Kur’an-ı Kerim’in özgün dili Arapça olsa da ortak bir dilleri de yok. Ümmet, Hz. Muhammed’in Sünnet’i üzerinden örneklenen, Kur’an ve Sünnet’e bağlı olarak Müslüman ulemanın bağımsız tefekkürü şeklinde tarif edilen içtihadın rehberliğinde hareket eder ve Kur’an kaynaklı eskimeyen bir ahlâkî değerler kümesine sırtını yaslar.

Doğalında hilafetin çöküşü, birçok boyuta sahip bir krize neden oldu. İslam Ümmeti, her şeye ağır basan, değer temelli politik ve sosyal çerçevelere sahipti hep. Ama ümmet, muhtelif gruplar arasında belirli bir kültürel ve dilsel teklik söz konusu olmasına karşın, coğrafî açıdan dağıldı. Eski ama sürekli ihya edilen mirasa (dolayısıyla içtihada) dayanan Müslümanlar, yaklaşık on dört yüzyıl öncesinden çıkış alan, İnsan Hakları Beyannamesi, Cenova Konvansiyonları, medenî hukuklara denk, hatta onları da aşan hukukî düzenlemelere zaten sahiplerdi.

Ümmetin coğrafî manada çöküşünden daha önemli olan bir husus da toplumsal yapının çökmesi, her bireysel ya da kolektif ilişkiye, her ticarî işleme ve çevre, hayır işleri, savaş hukuku vb. ile ilgili kurallara hükmeden kanunların devre dışı kalması idi. Bir başka çözülme süreci de, birçok imparatorluk başarısız olurken ve başkaları çürüme yaşarken, ümmetin güçlenmesine ve ayakta kalmasına imkân veren otantik ve organik ahlâkî değerlerde yaşandı. Organik ve öz itime sahip sistem, yerini, tümüyle çürümeye yüz tutmuş bir dizi alternatife bıraktı.

İşte “öfkeli Müslümanlar”ın yaşadığı öfkenin kökenleri tam da buraya dayanıyor.

Ümmet, zamanı ve mekânı aşan bir ülkü olarak yaşamayı sürdürüyor. O, geçen yüzyıl istisnasız tüm Müslümanlara büyük zararlar vermiş olmasına karşın, varlığını muhafaza ediyor. Hilafeti yıkan sömürgeci güçlerden birçok milletin bağımsızlıklarını elde etme başarısı göstermesi de bir zamanlar hâkim ve her şeyi kuşatıcı bir güç olan İslam Ümmeti’nin ilk krizini çözmedi. Sömürgeleştirilmiş Müslüman toplumlar, sonuçta, eski sömürgecilerinin kural ve kanunlarını benimsediler ve onların etki alanı dâhilinde sendelemeye devam ettiler.

Bağımsızlık sonrası Müslüman milletler, kavmiyetçiliğin ve kayırmacılığın berbat bir karışımının hükmü altına girdiler. Bu ülkelerde İslam, iktidardakilerin hizmetine uygun şekilde yorumlanıyor, batı menşeli kanunlar ve medenî hukuk, nihayetinde mevcut yozlaşmış statükonun bekasına hizmet edecek şekilde ayarlanıyor, yöneticiler mağlupların, yoldan çıkmış kolektiflerin üzerinde hâkimiyet kuruyor, batılı güçler de gerekli tüm araçlar üzerinden çıkarlarını muhafaza ediyorlardı.

Beklenebileceği üzere, bu tarz bir statükonun ayakta kalması mümkün değildi. Güçlü ve birlik olmuş bir sivil toplumun zalim rejimler altında hayatta kalmasının hiçbir imkânı yoktu. Müslümanlar, eğitim ve fırsat eksikliği ile büyük bir ümitsizlik içerisinde yaşamaya çalışıyorlardı.

Hâlihazırda yaşadıkları acılardan kaçmak için birçok Müslüman, gerekli ilhamı başka bir yerde buldu. Filistin’de kendileri için gerekli şiarı duydular; yabancı işgaline karşı süregiden direniş, kolektif bir itkiye dair sembolik bir emareydi adeta. Şii hareketi olmasına karşın Hizbullah’a Sünni Müslümanlar geniş destek verdiler. Desteğin sebebi, Hizbullah’ın İsrail’e karşı yürüttüğü direnişti. Bu direniş, geçmişin ihtişamı karşısında önemsizmiş gibi dursa da, adalet gibi ilkeler etrafında İslam Ümmeti’nin yeniden toplaşmasına dönük ihtiyaçla kıyaslandığında, mezhepçi ayrışmaların gölgede kalıyor olduğunun deliliydi.

Ancak Afganistan ve Irak’ın ABD öncülüğündeki batılı güçlerce işgal edilmesi, savaş hattını bugüne dek hiç olmadığı bir yere taşıdı. Bağdat Nisan 2003’te düştüğünde ve Amerikan askerleri kendini beğenmiş bir tavır içerisinde, bir zamanlar Abbasi Halifeliği’nin başkenti olan şehri bayraklarıyla boğduğunda, birçok Müslüman, Ümmet’in aşağılanmanın en ağır biçimini yaşadığı sonucuna vardı. Iraklı erkek ve kadınlara işkence ve tecavüz edilirken, pis pis sırıtan ABD askerleri Bağdat hapishanelerinde Iraklıların ölü veya çıplak bedenlerini filme alırken, öfkeli Müslümanların teşkil ettikleri yeni millet doğal olarak ayağa kalktı.

Afganistan ve Irak’ta Batılıların çıkarttığı savaşlar, Suriye, Irak ve diğer Müslüman ülkelerde sürmekte olan mevcut şiddetin, aşağılanmanın kendisi, öfkeli Müslüman gençliğin müjdecisi değildi aslında. Bu savaşlar, sadece sürecin katalizörü görevi gördüler. Irak’ın kuzeyine yakın bir yerde, iki çatışma arasında yemeğini bölüşen ve kendilerine “yabancı mücahidler” diyen bir grubun resmiyle yüzleştiğimizde, aralarındaki ortak konunun ne olduğunu tahmin etmek de mümkün oluyor: Biri, Umm Kasr’daki ABD ordusuna ait askerî hapishanenin bulunduğu Bucca Kampı’nda işkence görmüş, diğeri güney Lübnan’da İsrail’e karşı savaşmış bir Lübnanlı, bir diğeri ise ailesi Halep’te öldürülmüş bir Suriyeli. Ama bu, sadece bir Ortadoğu meselesi de değil. Fransa ve İngiltere’de Müslüman göçmenlerin topluma yabancılaştırılması, bu insanların, camilerinin, kültürlerinin, dillerinin ve kimliklerinin hedef alınmasının, dünyanın her yerinde Müslümanların mevcut durumlarının giderek daha da kötüleşmesinin şiddete dayalı bir karşılığının olması tabii ki doğal.

İngiltere Başbakanı David Cameron, IŞİD’in Irak’ta kimi bölgeleri ele geçirmesiyle ülkede yaşanan çatışma sürecinin bir sonucu olarak, İngiltere’nin ulusal güvenliğinin tehdit altında olmasından endişeleniyormuş. Görünüşe göre, Cameron ülkesinin yaşanan şiddet sürecindeki rolünü hiç anlamıyor ya da bu, umurunda bile değil.

ABD Başkanı Barack Obama, Beyaz Saray’dan, sanki Müslüman gençlerce tecrübe edilen ümitsizlik ve aşağılanma hâlinden Ortadoğu’nun tümüyle kurtarılması noktasında Washington yıkıcı ve öncü bir rol oynamışçasına, kendi ülkesinin ahlâkî sorumluluğu ile yaşanan şiddete dair vaazlar vermeye devam ediyor. Sanki birçok Müslüman’ın hâlâ ümmet kabul ettiği tüm bir medeniyetin yabancı güçlerce işgal edilmesinin, sistematik biçimde yıkıma uğratılmasının ve sürdürülen savaşın petrol fiyatlarındaki dalgalanmanın yanında, hiçbir bedelinin olmayacağı zannediliyor.

Kim bu mücahidler? Birçok kişi bu soruyu soruyor ve sürekli belirli bir cevap bulmaya çalışıyor. Bu mücahidler CIA ajanları mı? Körfez ülkelerinin parayla besledikleri terörist gruplar mı? Bölgesel hegemonyaya dönük açlığını meşrulaştırmak için İranlıların yürürlüğe koyduğu bir fesadın oyuncağı olan gençler mi? Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan yabancı cihadcılar mı? Yoksa kendi muhalefetine karşı Esad rejiminin yanında savaşan bir grup mu? Fesat teorileri, zaman içerisinde, mevcut büyük sırlar içerisinde büyüyüp serpiliyorlar.

Oysa “öfkeli” Müslüman gençlik bir sır değil, tümüyle anlaşılabilir tarihsel bir kaçınılmazlık. Birçoğu aksini iddia etse de, bu gençlik için ümmet ve hilafet fiilî coğrafî sınırlardan görece daha manevî mekânlar. Ümmet, bu gençlik için sefaletten, yabancılaşmadan, zulümden ve dış güçlerin gerçekleştirdikleri işgallerden tarihe kaçmayı ifade ediyor. Bu gerçeği kavramak, şiddetin kökenleriyle layıkıyla uğraşmak demek. Ümmete dair gerçeği gözardı etmenin bir seçenek olarak görülmesi ise asla mümkün değil.

Remzi Barud
12 Şubat 2015
Kaynak

0 Yorum: