14 Mayıs 2014

,

Haziran'a Örgütlenmek


Bir zamanlar eski İzmir belediye başkanı, “emek en yüce değerdir, ama burada emekten kasıt, üretken emektir, bu işçiler üretmiyor” deyip, yüzlerce işçiyi işten atmıştı. Bugün aynı liberal kafa, tanrıyı ve devleti eşleştirip, ikisini “üretken olmamak” üzerinden karşıya atıyor. “Ne tanrı ne devlet” diyen, anarşizm görünümlü bu tip bir liberalizm, solun durgunluk döneminde biriken çamurudur.

Çünkü liberalizm, burjuva ilerlemeciliği ile düşünüyor, devleti ve tanrıyı burjuvazinin ilerleyişine mani olduğu için hedefe koyuyor.

Komünistlerin bu ilerlemecilikle bir işi olamaz, olmamalıdır. Onlar için devrimcilik, bir fotoğraf karesi, esrime, orgazm meselesi, mastürbasyon âleti, poz ya da “cehalete özgü saadet” değil, dile, kitaba, eyleme yedirilmiş bir oluştur.

Kendisini devlete ve tanrıya göre kuranların, bizatihi egemenlerin devletine ve tanrısına hizmet ettiği açıktır. Mazlumların iktidarı ve imanı, bu liberalizme elbette ki düşmandır. Ve esasında, devlet ve tanrı düşmanlığı, mazlumların iktidarına ve imanına dönük, burjuvazinin ifa ettiği bir düşmanlıktır.

Demokrasicilik ve laiklik, burjuvanın silâhlarıdır. Hayat, kişilerin iyi niyetlerinden bağımsızdır. Devlete ve tanrıya düşmanlık, pazarın genişlemesi, malların devinimi, paranın canlılığı meselesidir. Zira burada düşman olunan devlet ve tanrı, ona düşman olan kadar bireydir, bireyseldir. Bireye seslenmek için devlet ve tanrının bireyselleştirilmesi zaruridir.

Aynı liberalizm ve ilerlemecilik, Gezi sürecini anlama pratiğinde de karşımıza çıkıyor. Son dönemde belirli bir gelir elde eden orta sınıflar, hükümete “sen bize lâyık değilsin” diyerek isyan etmişlerdir. Devrim tahayyülünü bu isyanın sınırlarına çeken sol da, orta sınıflardaki bu liberalizme ve ilerlemeciliğe örgütlenmiştir. Buna göre, üretkenlik ve ilerleme noktasında, orta sınıf solcular, bugün kendi kitlelerini Kürd ve Müslüman düşmanlığına ikna etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, Gezi’nin, sadece kendisinde varolan “bütünsellik” imkânına işaret ettiğini düşünüyor, buradan, Müslüman’ın ve Kürd’ün politikasına küfredeceği bir zemine nihayet sahip olduğu yanılsamasına kapılıyorlar.

Oysa “bütünsellik” iddiası, kaotik, parçalı yapının egemenler adına düzlenmesiyle ilgilidir. Aynı zamanda geçmiş devrimlerin belirli momentlerini taklit etmenin “başarı”yı getireceğini düşünen bir yuppie anlayışıdır bu. Mesele, parçayı yakalamak ve parçalamaktır, bütün masalları anlatmak, “her şeye hâkimim” pozları kesmek değil.

Nedense söz konusu solculuk tarzı, “bana saldırarak kendini sınırlama!” diye akıl veriyor, kendi kafasındaki devlete, sınırsız, saldırmayı öğütlüyor. Çünkü kitlesel mücadele, bu solculuk tarzı nezdinde, devletin sınırlarına tabi kılınmaya çalışılıyor. Bir şirkette patron, bir bakanlıkta koltuk sahibi olamayanlar (ya da olanlar), gene aynı zihniyetle, örgüt yönetiyorlar, örgütlere, “trafik polisliği” yapıyorlar.

Kurgu şu şekilde işliyor: “Devleti millete düşman belletirsek, ona karşı isyan etmesini de sağlarız.” Onca materyalizm, onca diyalektik malumatı, bu cümle ve iddia ile berhava oluyor. Lafla peynir gemisi yürütmek, o gemi sahibinin, kısmen, becerebildiği bir şeydir. Bugün o gemiyi yürütecek öz ve neden olmaya öykünmek, armatörlere has bir tutumdur. Örgütlerin bayrak, kavram, eylem ve ideoloji yarışına girdiği yerde, iştirakçi siyasetin zuhur edeceği yer, limanlar değil, ummanın bizatihi kendisidir.

Devlete ve tanrıya karşı kendi özneliğini kurmak, kitleleri bireylere bölmeyi, bireylerin ağzına sahte devlet veya tanrı “bal”ları çalmayı gerektirir. Bunun için egemenlerin iradesine öykünmek, o balı onlardan tedarik etmek zorunludur. Özneliği bu şekilde kurmak, devleti ve tanrıyı da bireysel, mütekabiliyeti olan, denk bir birey olarak anlamakla sonuçlanacaktır.

Kitlesel olan, kitlesel olanı görecektir. “Mümin kardeşler” diye başlayan bildirinin bireye seslendiğini, ancak bir birey söyleyecektir. Oysa buradaki sesleniş, “mümin” sözcüğüyle kolektif bir tarihe; “kardeşler” sözcüğüyle kolektif bir topluma yöneliktir.

Bireyin gördüğü devlete ve tanrıya kılıç sallamak, boşunadır. Somut devlete ve tanrıya bağlanmış kitlelerin kaybedilmiş, ölü, değersiz olarak görülmesi, apolitizmdir. Liberalizmin esası olan apolitizm, politik olanın devrimcileşmesini; devrimci olanın politikleşmesini asla görmez. Çünkü liberalizm, devrim ve politikadaki tarihi silme teşebbüsüdür. O, “tarihi silâh hâline getirme iradesi”ne her daim düşmandır. Devlette ve tanrıda esas karşı olunan şey, bugünün burjuvanın verdiği imkânlarla yaşanmasına engel olan, tarihtir. Bu tarih, mazlumların ve sömürülenlerin tarihidir.

Küçük burjuva “sınıfî öfke”, egemenlerden aldığı iradesini, elmalı şeker misali, marksizm-sosyalizm boyasına daldırır. Bugün bu küçük burjuva tarzın “devrimci pozlar”ı, esasında liberalizm ordusuna asker toplamak içindir. Burjuvazinin dükkân sahiplerini örgütlemesi, proletaryanın örgütlemesinden daha kolaydır. Dükkân sahiplerinin bunalımlı dünyasını alevlendiren “promete” masalları, tarihsel-toplumsal mücadelenin kolektif niteliğine işaret eden “proleter”e elbette ki düşman olacaktır.

Promete, “ateş benim, herkes benim etrafımda toplansın” diyecek, başı-sonu belli olmayan bir pratiğe iştirak eden proleteri öldürmek zorunda kalacaktır. Burada küçük burjuva, her şeyin mutlak ölçüsünü kendisinden çekecek, diyelim, kendisinin fazla kası var ya da sırtını dayadığı belirli bir yer, hakikat o kasa ve yere göre diz çöktürülecektir. Proleterdeki tarih, prometedeki liberalizm tarafından tasfiye edilmek zorundadır.

Mülkiyete ve rekabete göre kurulmuş öznellik ve irade, solun içine gömüldüğü çamurdur. Bugün akıntı durmuş, sel gitmiştir. Herkes, elindeki mülke ve rekabet ilişkilerine yapışmaya mecburdur. Bu debelenmeden kurtulmak mümkün değildir.

Haziran Kıyamı, yalnızca kurumuş çamuru alıp götürmüştür. Yaşanan Kıyam’da promete fazla; proleter azdır. Bu iki sözcüğü niceliksel/şekilsel anlayanlar, kendi değersiz niteliklerini ve şekillerini mutlaklaştırmış kişilerdir.

Mülkiyete ve rekabete göre kurulmuş öznellik ve irade, zorunlu olarak, bireye işaret etmek zorundadır. Bu anlayış, sürekli kendi bireyliğini vurgulamakla yükümlüdür. Tarihsel kişilikler, Marx’tan bugüne, bireylik üzerinden ele alınacaktır. Salt, bireyin nelere kadir olduğu, yinelenen bir dua gibi, hatırlatılmak zorunda kalınacaktır. Yani öne çıkartılan, bayraklara, pankartlara konulan tarihsel kişilikler, bireylikleriyle anlam kazanacak, dolayısıyla, sadece kitle içerisinden uygun bireyler çağrılacaktır. Elbette bu bireyler, mülkiyeti ve rekabeti yaşatacak güce ve iradeye sahip olmalıdırlar. Buradan, örneğin, Marx, sadece dünyayı titretmiş bir kişi olarak önemsenecek ve oradan okunacak, gerisi çöpe atılacaktır. Sonraki adımsa, ondaki kolektifi ve proleteri tasfiye etmektir.

Sol, kendisini inşa eden mülkün ve rekabetin kuludur. O mülke balta ve kılıç sallamış peygamber geleneği, ona fazladır. Solun ağzında, İslam’da işittiğimiz “Ümmet” veya “Cihad” gibi kelimelere veya bu kelimelerin muadillerine yer yoktur. O, en fazla, “hanif” diyerek, Peygamber’i tarihten silecek, ümmete hamle yapan Kürd’e küfredecektir. Sadece kendisini tanıdığı için, Kürd’de ve İslam’da az buçuk kıymetli bir şey varsa, onu da kendisine mal edecektir. Gerilla da Ebuzer de onun dükkândaki herhangi bir malı gibidir. Başka bir kıymeti yoktur.

Sol, mülk üzerinden kendisini öz; rekabet üzerinden de kendisini hep neden olarak kodlayıp satmaya çalışıyor. Öz ve neden ile ilgili teorik tartışmaya da asla izin vermiyor. Bu açıdan, “sahte tanrı” olma derdindeki bu sol, pratikte efendilerin dinine hizmetkârdır. Başka yol yoktur. Bu yolsa ne gerilla ne de Ebuzer doğurur.

Öz ve neden olunca sol, her şeye hükmedeceğini zannediyor. Buradan da kitleler, biçim ve sonuç olarak anlaşılıyorlar. Nihayetinde örgütlere, “bir avuç adam toplarız, polisle çatışırız, kitleler de bizi izlerler, hangimizi beğenirse ona giderler” demek düşüyor.

Kitlelerin özsel ve nedensel bağları olan belirli ideolojik ve politik yönelimleri olabileceği, solun aklının hiç kesmediği bir şeydir. O öz ve neden, ancak özel, biricik, mutlak kimi bireylerde varolabileceğinden, kitlelere yönelik hamleler, en fazla, oralardan kendine (az buçuk) benzerlerini çıkartmakla sonuçlanacaktır. Sol, mülkiyetin ve rekabetin kendisine irade ve akıl bahşettiğini asla unutmamaktadır. Her sözü ve her eylemi mülkiyete ve rekabete yazgılıdır.

Gezi Direnişi ile Haziran Kıyamı arasında yapılan ayrım, politik-teorik bir ayrımdır. Böylelikle burjuva siyasetle iştirakçi siyasetin imkânları arasına geri dönülmez, politik-teorik bir hat çizmek mümkün olacaktır.

Gezi Direnişi, burjuva bireye, ilerlemeye, üretkenliğe işaret eder; Haziran Kıyamı, kolektife, kavgaya ve ortaklaşmaya. Sürekli, kendi bireyliklerinin altını çizenlerin bunu anlaması mümkün değildir.

Bireysel varlığını daima göze sokanın, teori, ideoloji ve politika gibi derdi yoktur. Demek ki, o birey, teori, ideoloji ve politika ile kendi bireysel çıkarları için ilgilenmektedir. Tersten, Gezi, bireyselliği, biricikliği, mutlak kapalılığı öne çıkartarak teoriyi, ideolojiyi ve politikayı daha fazla, meslekî ideolojilerin tahakkümüne sokmaktadır. Bu dönemde bireyi yücelten ne varsa raflardan indirilecek, tozları alınacak, tezgâhlara yerleştirilecektir. Bireyler, bireysel mülklerine ve rekabetteki kudretlerine göre pazardaki yerlerini almaya zorlanacaklardır.

Marx’ın “eğitenlerin eğitilmesi” tespitine atıfla, asıl önemli olan, örgütleyenlerin örgütlenmesidir. Şekilsiz, kontrolsüz, ucu açık ve tehditkâr bir kitleye örgütlenmek, özneler için mümkün değildir. Özün ve nedenin bizatihi kendisi olan bir özne, bu örgütlenmeye karşı olanlarca teşkil edilecektir. Örgüt büzüşünce, bu sefer, kitleye küfredilecek, ona tepeden bakılacak, “ben savaşıyorum, o savaşmıyor” denilecektir. O kitle savaştığında da “bana gelmiyor” diye sitem edilecek, kitlenin verdiği savaş, hor görülecektir. Burada savaş da örgüt de bireyci, küçük burjuva bir kibrin ifadesidir sadece.

Yalnızca kendi gördüğüne madde, başkalarının gördüğüne hayal muamelesi yapanın materyalizmi, açmazdadır. Savaş ve örgüt, mutlak idea veya madde olarak ele alınır, onun dışındakilerin yaşamadığı, ruhlar âleminde gezindiği, aslında olmadığı iddia edilir. Tersten bakıldığında, demek ki, bu iddiadaki kişi, aslında birilerinin savaşına ve örgütüne bağlanmıştır. Bir savaş ve örgüt hor görülüyorsa, burada başka bir savaş ve başka bir örgüt söz konusudur. Bunlar, içe sızmış ajandan başka bir şey değildirler.

Bireyin kolektife yönelik saldırısı, onu iğdiş etme, birey sınırına çekme, “üretken ve ilerici” kılma, burjuvazi için yol açma amaçlıdır. Lafı üretkenlikten ve ilerlemeden açan kimse, o, burjuvazi olarak veya onun adına konuşuyordur. Tırnakları kir, elleri nasır tutmamış bu bireylerin kolektif işe düşmanlığı barizdir. Burada eller vücudun fazlalığıdır ve bir metafordan ibarettir. Mülk, efendiler için kudret; rekabet, onlar için canlılıktır. Bireyin kolektife düşmanlığı, tam da bu kudrete ve canlılığa biat etmiş olmasındandır.

“Örgütleyenlerin örgütlenmesi” meselesi, düşman arazisinde ilerlemenin, mevzilenmenin imkânlarına dairdir. Bugüne dek yapılan devrimlerle kurulan ilişkide oluşan bir eğilim de bu devrimlerin belirli özel bireylerin gene özel başarıları olarak görülmesidir. Dolayısıyla burada, sırda, kitleler ısrarla birey-özneye çağrılmaktadırlar. Devrim imkânları da, buradan, belirli özel bireylerin iki dudağına, nöronlarına, adımlarına bağlanmaktadır. Gezi ile birlikte böylesi sahte tanrıların sayısında görünür bir artış olmuştur, ancak bu, illüzyondan ibarettir.

Haziran Kıyamı, doğası gereği, Müslüman’ın ve Kürd’ün kolektif öfkesine ve yürüyüşüne açıktır, ama Gezi, tam da bu bireylerin tahakkümü altında olduğundan, onların kum havuzlarında boğulmuştur.

Bireyin mevcudiyetine insan örgütlenmesinden değil, örgütlü politik mücadelenin devrimci ve politik olası tüm dinamikleri örgütlemesi ve kendisini ona örgütlemesinden söz edilmelidir. Bu açıdan Haziran Kıyamı’na örgütlenmenin mümkün olmadığı görülmelidir. Bunun önemli bir göstergesi, sol yapıların bir yıldır herhangi bir konferans, kongre vs. toplamamış olması, süreci analiz etmemesi, sürecin öne çıkardığı dinamikleri görmemesi, o dinamiklere göre kendisini yıkıp kurmamış olmasıdır. (Örneğin Taksim’de tinercilerle dost olurken, onlara yer açanlar, iki gün sonra onları tekme tokat kovmuşlardır.) Yıkım kıyamın; kuruluş devrimin emridir.

“Dolayısıyla yıkmıyor, kurucu pratik sergiliyor” diye bir özneyi eleştirmek doğru değildir. Devrimle isyanı karşı karşıya getirenler, isyandaki otoritesizliği ve hiyerarşisizliği sevmektedirler. Buradan da kurucu pratikteki yıkıcılığı asla anlamamaktadırlar, yıkıcı pratikteki kuruluşu da anlamadığı gibi. Onlar, hep mutlak öz ve neden olduklarından, her şeyi biçim ve sonuç olarak göreceklerdir. Bir devrim olsa, onun devrim olma ehliyeti de o bireylerden alınacak, tasdik mührünü gene onlar vuracaklardır. Geçmiş devrimlerle ilgili değerlendirmelerde de bu yaklaşım hâkimdir.

Tarihsel kişilikler, birey ölçütüne göre anlam ve değer kazanıyorlar. Bugün müstear isimle yazı yazana, “sen devletten korkuyorsun, o nedenle müstear isim kullanıyorsun” diyen kafa, Lenin, Stalin ve Troçki’nin de birer müstear isim olduğunu gayet iyi bilmektedir. Bu isimler de korktukları için müstear (takma) isim kullanmışlardır, onlara göre. Dolayısıyla ilgili isimlerin ait oldukları tarihsel-toplumsal gerçeklik ve teorik bağlam önemsizleşmektedir. Buradan da bu tip tarihsel kişiliklerin temsil ettikleri iç kavga ve tartışma öldürülmekte, bugüne biat etmiş veya etmek isteyen bireylere yer açılmaktadır. Yer açma işlemi, ilgili tarihsel kişiliklere öykünerek onları tanrısallaştırıp göğe çıkartarak da olabilir, yerin dibine gömerek de. İlgili isimler, belirli bir kolektif bağlam ve süreklilik içinde okunmamakta, bireysel bir başarı hikâyesi olarak önemsenmektedir. Bireysel zaafların mesele edilmesi, üstünlüklerin altının çizilmesi, kendini satma biçimidir. Demek ki Marx ve diğer isimler de bu bireyin giydiği gömlekten başka bir şey değildir.

Bugün hemen sonuca giden, şipşak çözümler devridir. Melih Gökçek kafasıyla, projeler üretmek lâzımdır. Facebook ve Twitter’da yakışıklı, afili cümlelerle teori ve ideoloji kurgulanmaktadır. Devir, başarı ve sonuç devridir. Bu da kendisini öz ve neden olarak görenlerin niceliksel planda artmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu artışın kitleselleşme olarak görülmesi doğru değildir.

Örgütlenen bir kişi, dinî, millî, sınıfî ilişkilerini örgütün eşiğinde bırakıyorsa, o örgüt ne örgütlenmeyi biliyordur ne de örgütlemeyi. Başarıcılığın hâkim olduğu dönemde, belirli bir bağlam ve süreklilik (fikr-i takib) dâhilinde düşünmek de imkânsızlaşmaktadır. Her şey bireye, bireyin nasıl göründüğüne kilitlenince, dil ve zihin de ona göre biçimlenmektedir. Buradan da korktukları için müstear isimler kullanan kişilerin ait olduğu teorik bağlam da önemsizleşmektedir. Adsız adressiz, başı-sonu olmayan, kolektif bir kavgaya ait olmak, bu saldırıyla öldürülmek istenmektedir. Herkes bir ad, bir adres sahibi olma, rekabet piyasasında başı ve sonu tayin etme derdindedir. Satılan budur.

Gezi sürecinin yarattığı öfori, tehlikelidir. Daha derine nüfuz etmenin, kitlelerle daha kalıcı ve yerleşik ilişkiler kurmanın, örgütsel kurguların yıkılıp mücadelenin önemli bir bileşeni olan kitlelerle birlikte yeniden tanımlanması gerektiğinin anlaşılması zaruridir.

Diyelim, bir dönemde gençlik hareketi başat hâle geldi, örgüt o gençlik hareketinin mevzilerine örgütlenmeli, önderlerini şef kılmalı, onlarla birlikte, başka alanlarla bağlar kurabilmelidir. Bunun için, Haziran Kıyamı’nın sırda fısıldadığı, “mülkiyete ve rekabete göre kurulmuş olmaktan kurtul” emrine tabi olmayı bilmelidir.

Ölenler dövüşerek ölmüşlerdir, önden ve önce gitmişlerdir, dolayısıyla önder ve öncü olanlar, onlardır. Ölmemek için onların önder ve öncü oluşlarını karikatürleştirmek, vitrin malzemesine dönüştürmek, yarıştırmak, mülk edinmek, nafiledir. Daha güçlü dövüşmek için bu önderlik ve öncülük, gereğini yapabilmelidir. Tarihsel kişiliklerde somutlanan bu önderlik ve öncülük, başkaları onlara ait olabiliyorsa, anlamlıdır.

Bireyi devrime ve sosyalizme ikna etmeye çalışmanın vakti geçmiştir. Kitleye bireye yaklaşır gibi yaklaşmanın anlamı kalmamıştır. Dövüşerek ölenler, bireyler değil, adsız-adressiz, başı-sonu olmayan kavganın kolektif neferleridir. Onlar ölüyor, örgütler hayatta kalmak için çırpınıyorlarsa; yeni, fason örgütçükler pıtrak gibi çoğalıyorsa, yenilmişiz demektir.

Vurunca ses gelir, o sesi laboratuvar ortamında simule ettiğimizde, tekrar ürettiğimizde, vurma eyleminin gerçekleşeceğini düşünmek, anlamsızdır. Ses gelmemesinin nedeni olarak devleti veya tanrıyı görmekse, bu yanılsamaya tutsak olmuş öznenin burjuvalığındandır.

Eren Balkır
13 Mayıs 2014

0 Yorum: