27 Mayıs 2013

,

Loca


Özel davetiyeli konferans, Ankara’da bir otel salonunda gerçekleştirildi. Kürd’ün mücadelesi silâhsızlaşınca, geri kalan varlık, liberalizmin öncülüğüne kul edildi. Mason localarının özel insanları, özel davetiyeleriyle, “halkın dertlerini ve öfkesini nasıl etkisizleştiririz?”i tartıştılar.

Düşmanın toplu, kütlesel, genel ve yaygın saldırısı karşısında birileri, benlikleri ve öznellikleri ile var olabilecekleri kişisel kovuklar oluşturabileceklerini zannettiler. Düşmana birey noktasından karşı konulmasını önerenler, düşmana teslim olduklarını verili olarak kabul etmişlerdi aslında.

“Kurtuluş yok tek başına, kurtuluş hep birlikte” sloganı da bu bireyciliğin ve liberalizmin yansıması. Zira slogan, çağırdıkları ile var. Bu söz, yoldan geçenleri önce bireylere bölüyor ve sonra o bireylere sesleniyor. Böldüğü ve seslendiği bireyi, kurtuluşun kendisinden geçtiğine ikna etmeye çalışıyor. İkna gayreti, ister istemez, sözün ve eylemin yoğunluğunu düşürüyor. Tersten, sözün ve eylemin yoğunluğu düştüğü için ikna etmeye ve bireye bakılıyor. Temelde sol, zaten ezilen, halk ve işçi olmak istemeyenleri örgütlemenin adı oluyor.

Kürd’ün birey derekesine indirilmesi de buradan anlaşılmalı. Toplu, kütlesel, genel ve yaygın saldırıda bireyin esamisi okunmuyor. Bireyin ismini öne çıkartmak, altını çizmek ise sola düşüyor. Bu, temel, aslî direnç ve direniş biçimi olarak yüceltiliyor. Oysa farkında değil kimse ama öne çıkartılan, altı çizilen de düşmanın birey tasarımı. Bu klasik fil avcılarının kullandığı yöntem: birileri tuzağa düşmüş fili bir güzel dövüyor, sonra başka renkte kıyafetler içindeki ekip gelip, filleri o tuzaktan kurtarıyor ve besliyor.

Kurtulduklarını ve artık iyi beslendiklerini zannedenler, kimlere hizmet ettiklerini asla görmüyorlar. Yani kimse, bir otobüste yanına biri gelir diye oturma şekline dahi dikkat etmiyor. Sinemada birileri rahatsız olur mu diye düşünmüyor. Kendi bireysel projelerini herkese dayatıyor. Bu bireyci varoluşun "özgürlük" gibi büyülü, tılsımlı bir adı da var üstelik. Faşizm vurdukça, en liberal yerlerimiz kabarıyor. Onun ahlâkını ve hukukunu bireyin ahlâkı ve hukuku ile yenebileceğimizi zannediyoruz. Kürd olmaktan sıkılmış, “tüm çelişkilerin kaynağı benim, ben olmasam bu dertler de olmaz” deyip Kürdlüğünü intihara sürükleyen yeni liberal bireyler kaplıyor ortalığı. “Bu zamana kadar bize yüz çevirdiniz, şimdi siz görürsünüz” diyen bir kin bileyleniyor sosyalistlere karşı Kürd çevrelerinde. Aynı rezil kin, sosyalist çevrelerde hep vardı, daha da keskinleşecek gibi görünüyor bundan sonra. Belki de sosyalistlerin meseleleri için kılını kıpırdatmayacak bir Kürd siyaseti örgütleniyordur, kimbilir.

Bu keşmekeş içinde örgütler, bireysel acıma duygularına hitap ediyorlar. Bireyin önemsenip önemsenmemesi üzerine kuruyorlar teorilerini, ideolojilerini, politikalarını. Toplumdan en fazla söz eden, aslında bireyin altını çiziyor. Sınıf, mazlumlar vs. “toplum” sözcüğü kadar ikna edici gelmiyor artık. Bireyle muhatap olmak, kendi bireyliğimizin muhatap alınmasını amaçlıyor. O bireyliğin de kolektif devrimci mücadelenin konusu olduğu günleri nihayet geride bıraktık, şükür! Yani Kürd, çektiği Bahoz filminde özeleştiri mekanizmasını tiye alıyor mesela. Bireyin ezilmesi düzeyine indirgeniyor tüm sömürü ve zulüm.

Kürd kadar kadın da işçi de birey derekesinde ele alınıyor. Bireyi imleyen birer metafordan öte bir anlamları yok bunların. O nedenle özel davetiyeli localara doluşmayı maharet sayıyoruz. Bu localarda adam yerine konulmak, iş zannediliyor. Biri bildiride “inanç” kelimesine, diğeri “halk önderi” kelimesine hapsolmayı, o kelimeyle vücut bulmayı yeterli sayıyor. Bireylerarası muhataplık düzeyinde kelimeler, altın değerinde oluyorlar.

Her para, altın karşılığında değer kazanıyor. Para gibi olmak isteyen bireylerin altın rezervi, kelimelerden oluşuyor. Düşmanın kelimeleri… Kelime olup cümle içinde kullanıldığında, uyduruk bir anayasa metninde geçtiğinde, her şey hallolmuş oluyor. Tüm bunlar, yenilmişliğimizin birer sonucu aslında. O kelimeler, neden yenildiğimize ve nasıl kazanacağımıza dair sözden ve eylemden kaçırılıyor artık.

Düşmanı belli açıdan geri adım attırmaya çalışmak mümkün. Bu ise devrimci mücadelenin kolektifleşmesi, kütleselleşmesi ve kökleşmesi bağlamında anlamlı. Kendi öznelliğimizin altını çizmek için değil. Bu öznelliğin altını çizmek, bireyin birer metaforu olarak Kürdlüğün, İslamlığın, solculuğun, liberalliğin ya da Alevîliğin korunması için yapılmış bir hamle. Bunların tek tek, kendi bütünlükleri içinde korunması noktasında herkes zorunlu olarak liberal oluyor. Liberalizm, bunlar arasındaki etkileşim kanallarını tıkıyor. Mısır’ın ve İsrail’in Gazze tünellerini kesmesi misali… Bu koruyucu politika, belirli bir muhafazakârlığın tecessümü oluyor aslında. Bunlar, bu ülkenin değerlerini, varlık nedenlerini, payandalarını, çıkarlarını korumayı iş edinenleri daha iyi anlıyor. Yani “düşmanla mücadele etme ki ona benzemeyesin” diyenler, daha fazla düşmana benziyorlar. Bu sözü sarf edenler, düşmana değmeyecek, özel yasalar, özel mekânlar ve özel bir hayat tasavvuru satmayı seviyorlar. “Özerklik” diye diye en fazla bireye sesleniyorlar. Sömürünün ve zulmün kalelerini yıkıp geçecek o halkın coşkun akan selinden korktukları için bu tür tasfiyeci adımlara meylediyorlar. Korktukları ve milleti korkuttukları o düşman konuşuyor onların dilinde.

Kürd silâhı bırakınca, ortalığı böylesi bir liberalizm sarıyor. Zaten liberal olanlarla liberal olmayı tek kurtuluş görenler, otel köşelerinde kulis yapma imkânına kavuşuyorlar. AKP’nin liberal dayanağı, Kürd siyaseti üzerinden apartılmaya çalışılıyor. Bu dayanağın sınıfsal olandan azade, bireysel tercihlerden ari bir yanı yok. Yani liberaller, kurt misali, puslu havayı seviyorlar ve sınıfsal varoluşları gereği, nereye gideceklerini içgüdüsel olarak iyi biliyorlar. Nereye gidiyorlarsa, oraya saldırmak gerekiyor.

Kulisin başında, Apo’ya da özel selâmı iletilen ve yıllardır liberalizmin şampiyonluğunu yapmış olan bir “Yahudi” duruyor. Gelen geçenden davetiye topluyor. Locaya giriş izni, ondan alınıyor yani. O lütfediyor bu âleme giriş iznimizi. Para onda çünkü. Kürd’e, Rum’a ve Ermeni’ye karşı bir iradeyle bu ülkeyi kendi çıkarları uyarınca kuran “Yahudi” ile yoldaşlaşmak kalıyor. Onun ağzından dökülecek bir kelime olabilmek için verilmiş oluyor onca şehid. O "Yahudi"nin gerçek Musevi ile ilişkisi bulunmuyor ayrıca.

Bu tip localarda olup biten, düşman nezdinde değersiz oysa. Altın rezervi, yani kelimelerin tüm bağlamı onun kudretinde. Bu kudrete karşı liberalizm, “ona karşı mücadele etmeyin, yoksa ona benzersiniz” diye korku salıyor. Bu sözün düşmanın sözü olduğu açık değil mi? Mücadeleyi öldürmeyi kim ister başka? Kim eylemci, devrimci, militan kelimelerini tarihin çöplüğüne atıp bireyselliği işaretleyen “aktivist” olmayı tercih edebilir? Aktivist, bireysel tercihe, vicdanî bir yönelime, aklî bir meraka denk düşüyorken, diğerleri tarihin tüm kirini yüklenmeyi göze almayı, yoldaşlaşmayı, başkalarına göre kendini yıkıp kurmayı anlatıyor. Kürd’ün silâhı düştü diye tüm silâhlarımız elimizden alınmak isteniyor, farkında olmadığımız bu.

Farkında olmadığımız, eylemci, devrimci ve militan olarak düşmana göre ve ona karşı mücadele etmenin bile elimizden çalındığı. Aktivist kılınarak, taçlandırılarak bize en fazla uzlaşma öneriliyor. Her şeyde uzlaşma, önerdikleri bu. Zamanında Norveçli “bilim insanları”nın insan beyninde komünistliğe neden olan bir yer bulmaları gibi, bunlar da bizi karşıt kılan, mücadeleye sevk eden yerleri temizlemeye kararlı. Birinin söz konusu locada çıkıp cinsel, “interracial” fantezilerini konuşturmasının nedeni de burada: “Güney Afrika ziyaretimde gördüm ki hâlâ orada siyah ten beyaz tene değmiyor.” Kendi teni, kendi hazzı için aktivist olduğu açık değil mi bu zatın?

Gencay Gürsoy ise “Hükümet, dağdan ovaya inilip siyaset yapılmasını önermişti. Fakat mitingler, eylemler, hatta basın açıklamaları bile çok abartılarak polis şiddetiyle önlenmeye çalışıldı. Bu, gelecekte güçlük yaşayacağımıza dair işarettir” diyor. Loca faaliyetinin çıkışsız ve anlamsız olduğu bu ifadelerde de karşılığını buluyor. Demek ki loca faaliyeti, düşmana göre ve ona karşı değil, sol siyaset içine dönük bir hamle olarak gerçekleşiyor. Hâlâ CHP’den medet ya da minnet umulması da bunun göstergesi.

Onca edebiyattan sonra siyasete atılan Sırrı Süreyya’nın Apo ile ilişkisi de bu bireylik düzeyinde gerçekleşiyor. İlişki, ikbal ilişkisine dönüştüğünden, o, mevcut bireysel muhabbetin sınırlarını aşamıyor. Ona altı boş bir “Apoculuk” kalıyor bu locada. Locanın sonuçlarını “Apo’ya iletelim” önerisi, onun hanesine yazılıyor. Apo, Sırrı’ya “sen Türk ve Sünnisin, oraya baksana” diyor, o ise Ankara’nın özel mekânlarından hiç çıkamadığı için bu talimatı da anlamıyor. HDP başkanlığına indirgenmiş bir ikbal, ona yeterliymiş gibi görünüyor.

Che’nin Jose Marti’den miras sözüne atfen: “yüzünü bile görmediğin insanlar için ölebilen” Kürd’ün karşısında, bugün “başkasının yüzüne bile bakamayanlar” duruyor. Yüz, yüzümüz, öfke ve dert haritası… Bu haritayı yırtıp atanların yüzsüzlüğü siyaset, siyaseti yüzsüzlük zannetmeleri kaçınılmaz görünüyor. “Kapansın el kapıları, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim” sözünün özel değil, genel bir çığlık olması gerekiyor. Özel davetiyeli mason localarının söz konusu daveti anlaması mümkün değil.

Eren Balkır
27 Mayıs 2013

0 Yorum: