5
Mayıs itibarıyla Ankaragücü 2. Lig’e düştü. Onurlu bir mücadelenin genç
savaşçıları, hilenin, ayak oyunlarının, rantın, şikenin ve kayırmacılığın kol
gezdiği futbol kuyusunun dibine gönderildiler.
Ankaragücü,
bizzat işçilerin kurduğu bir futbol takımı. Belediyelerin, şirketlerin takımı
olamadığı için düştü. AKP’nin ipine tutunmadığı için ipi çekildi. Başındaki
“MKE” ise sadece MKE işçilerini simgelediği, takım onlara ait olduğu için
orada. Bu ülkede 1 Mayıs’ları ilk kez kutlayan işçilerin toprak sahalarda inşa
ettikleri bir mevzi o. Önce bürokrasinin, sonra sermayenin kuklası olmanın
cezasını çekiyor şimdilerde. İşçilerin takımı, emekçi taraftarın,
gecekonduların omuzlarında taşınmaya devam ediyor hâlâ.
Yirmilerde
bu devletin başları, takımın da parçası olan bir işçiyi işten çıkarttıklarında,
komünistlerin de müdahalesiyle, kapsamlı bir grev örgütleniyor. Ankaragücü
kitlesinin güç verdiği bu grev, Cebeci’de yürüyüş kolu olup 1 Mayıs kutluyor.
İmalat-ı Harbiye işçileri, komünistlerin eksik ve cılız varlığına ses veriyorlar
o günlerde.
“Ey işçi…
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.”
Burjuvazi
ve devlet, AKP şahsında bu tarihi silmeye ahdetmiş. “Ak” sözcüğü, egemenler
için yolu temizlemek anlamına geliyor. Ankaragücü’nün Melih Gökçek operasyonuna
kurban edilmesi bu yüzden. Futbol âlemi, bir işçi takımına asla tahammül
edemiyor, şirketleri seviyor. Bugün solcular, Ankaragücü’nün işçi takımı
olduğunu unutmuş olabilirler, ama sermaye asla unutmuyor.
“Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
Kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?”
1977
1 Mayıs’ının da kaderi bu. Taksim Meydanı, Futbol Federasyonu başkanı Demirören’in
İstiklâl’deki AVM’sine uygun bir içeriğe ve biçime kavuşmak zorunda. Topuklu
ayakkabılar ve para çantalarına yakışan bir mekânın örgütlenmesi zorunlu.
Uluslararası sermaye kuruluşlarına takdim edilecek bir vitrin olarak Taksim’e
artık “çer çöp”ün girmemesi gerek. Nasırlı eller, yırtık pabuçlar, öfkeli
yüzler istenmiyor bu mekânda. O yüzleri artık sol da görmek istemiyor.
Ankara’da
Çankaya Belediyesi başkanının karısı, geçmişte “ben Konur’da Yüksel’de rahatça
yürüyemiyorum” demesi üzerine zabıtanın oradaki işportacılara saldırmasında da
aynı nefret ve tiksinti gizli. Bu işportacıların eylemini örgütleyen sol ise
yazdığı bildiride, “sokakları asıl kirleten mendilci çocuklar, tinerciler” diye
hedef gösteriyor. Böyle bir solun bugün Taksim’de ve civarında kopan fırtınayı
anlaması ve buna uygun adım atması zor.
“Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
Lâkin seni fakr etmede günden güne berbâd.”
Ali
Ağaoğlu, bir ölüm orucu şehidinin de olduğu mezarlığı, rant sevdasına, dümdüz
etmiş. Buna ses çıkarmayan bir “devrimcilik” çağındayız artık. Plazalar, lüks
gettolar, yaşam alanları Taksim’i gasp etmeye kararlı. Çukur bahane, asıl dert,
solun ve işçi sınıfının tarihini silmek, mekânını düzlemek. Zamanımızı
liberaller, mekânımızı muhafazakârlar çalıyorlar. O yüzden muktedir oluyorlar.
Faşizm, Taksim’e uzanan liberal yolu temizliyor.
“Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.”
Esaret
bağının kopartılmasına dair her emarede, her işarette devlet, sermaye adına
tepki geliştiriyor. “Ben, örneğin 15-16 Haziran’dan beri aynı devletim” diyor
ve gene köprüleri kesiyor. Ama devrimci güçler, her seferinde daha fazla
dağınık olduğunu beyan etmekle yetiniyorlar. Devlet, güçlü ve diri olduğunu ortaya
koyuyor, devrimcilerse kendi ideolojik esaret bağlarına takılıp düşüyorlar. Ama
direnenler hâlâ var ve hâlâ zulme eğilmeyen boyunlara kızıl fularlar sarılıyor.
“Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.”
Evlâdımız
Dilan… Devlet ve burjuvazi uşaklığı ile İslam olmayı karıştıran bir yazar,
zalimle, sömürenle imzaladığı akit gereği onu bizden almak istiyor. Dilan,
aylardır direnen tekstil işçilerinin kızı. Emeğimizi çaldıkları yetmiyormuş
gibi, kızımızı da çalmaya cüret ediyorlar. “Diri diri toprağa gömülen o kız
çocuklarının günahı neydi?” diye soran Kur’an’ı yırtıp atanlar, bugün
müstekbirler adına diri diri gaza boğuyorlar onları, kafalarını parçalıyorlar.
Gayrinizamî, kendi burjuva hukuklarının dahi dışında kuralların işlediği bir
günde, emekçinin direnme ve savaşmaya dair devrimci hukukunu işletmesine mani
oluyorlar.
“Ey işçi…
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…”
Böylesine
direşken evlâtlarımız, kardeşlerimiz varken örgütler hâlâ birer flama olarak
gezinmeyi tek çare sayıyorlar. Tek bayrakla tek bir hedefle düşmana yüklenmenin
önündeki mani, örgüt zihinlerindeki şüpheler. Gaz bombalarının sisini iradeyle
dağıtmak kolay, ama bu şüphe bulutunu dağıtmak hâlâ çok zor.
“Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.”
Gelecek
sene o koca dünya hareketsiz kılınmalı demek ki. Bir ya da birkaç gün öncesinden
grevler örgütlenmeli. En geniş kitlesel katılımla bizden gasp edilen geri
alınmalı. Tarih silinirse mekân düzlenir, mekân düzlenirse zamanın çarkları
asla bizim lehimize dönmez.
“Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
Ta’zim ile, hürmetle sana başlar eğilsin.”
Patronun
kadir bilmesi mümkün değil. Hele ki sinmiş bir işçiye hürmetle yaklaşması
imkânsız. Solun başının eğilmesi şart ama. O, sınıfın örgütlülüğüne biat etmeyi
bilmeli. Bir işçi eyleminde işçiler saldırı anında kenetlenirlerken, küçük
burjuva, çil yavrusu gibi dağılıveriyor. Bu direşkenlikte pişmek zorunlu.
“Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.”
“İktidara
karşı mücadele hafızanın nisyana, unutmaya karşı mücadelesidir” diyor Milan
Kundera. Vaktinde kendisi unutturanların safında yer almışsa da, laf yerinde.
Sınıfa 15-16 Haziran ya da Taksim 1977 unutturulmak zorunda. 1977, bizim için
hem yenilgi hem de büyük bir zafer. Taksim’de ısrar etmenin, bu yenilgi
edebiyatını sürdürmek veya söz konusu zaferi fetişleştirmek gibi tehlikeli bir
yanı var. Bu momentte ise, Taksim bayrağını yükseltmek, sömürü ve zulme karşı
mücadelenin hafızadaki yerini belirginleştirmek gibi bir öneme sahip.
“Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…”
İnternet
kesilip Twitter ya da Facebook’suz kalınca, ancak o vakit, öfkelenecek
olanların bu hafızayla bir işi yok. Geçmişe ait unsurlar, onlar için vitrin
süsünden ibaret. Şan ve şeref sayılacak bir pratiğin dışında emeğin gücünü
görecek ve örgütleyecek irade siliniyor. Bugünün çaresizliğinde tüketim
ideolojisinin kuklaları olmaya terk ediliyoruz. Taksim, su gibi, mücadelenin
kanını taksim ediyorken, bugün kanalizasyona, logara akıtılıyor kanımız.
Üzerimize kanalizasyon suyu sıkılıyor. Düzenin bekçileri, kendilerini boğacak
lağımı bize karşı silâha çeviriyor. Bizse hâlâ Marx’ın tabiriyle, “öküz
derimiz”in derdindeyiz.
“Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.”
İktidar,
her zamanki gibi yalan söylüyor. Yalana örgütlendiği için ağzından çıkan söz,
mecburen hakikate savaş açıyor. Müslümanlık ve besmele bile ağızda tüm
hakikatini yitiriyor. Sakıza dönüşüyor. Millet oyalanıyor böylelikle, yalandan
bir kitle inşa ediliyor. Yalanın mumu “inşaat çukuru” değil, ideolojik
gerekçelerle Taksim’i yasak ettiğini söylediğinde sönüveriyor.
“Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.”
Bunların
medeniyeti tek dişli. Afakı sarmış çelik zırhlı duvarsa delik deşik. Proleter
bir iradeye bakar yıkılması. Tek mesele, bayrak ve flama için daha az,
aklımızı, yüreğimizi ve bileğimizi güçlendirmek için daha fazla emek harcamak.
Artık örgütlerin bekasından daha fazla önem arz eden bir mesele var karşımızda.
Bir iki sendika ağasına ya da reformiste ipotek ettirilecek bir dert değil bu.
Silinen bizim tarihimiz, kesilen bizim nefesimiz. Her eylemde bize acımalarını
istediklerimizin hissiyatı iktidara tabi.
“Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.”
[Yaşar Nezihe -Mayıs 1923]
Vali’den
aferin alan partinin şefi Kadıköy’deki konuşmasında, sonuçta, doğru söylüyor:
“İşçi sınıfının biraz aklı olsa…” diyor şef. Evet, işçi sınıfının aklı, yüreği
ve bileği komünist partidir ve böyle bir parti maalesef yok. Boynumuzdaki
esaret bağlarını koparmadan da olmayacak. Taksim ve Ankaragücü gibi o da
tarihle birlikte silinip gidecek. Herkes boyunduruk altında yaşamakta eşit, o
boyunduruğu hissetmemekle özgür olduğunu zannetmeyi sürdürecek.
Erhan Baltacı
5 Mayıs 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder