03 Nisan 2013

,

Yerlilik


1979-1982 momentinde, bu önemli dönemeçte sol, sosyalist ve devrimci örgütlerin cem-i cümlesinin bölünmesi, örgütlerin esasta devrim gibi bir niyetlerinin olmadığının delilidir. Devrimin zorunluluğundan kaçılmış, emre itaatsizlik edilmiş, herkes, bir biçimde varoluşunu kutsallaştırmıştır. 12 Eylül’ün mirası budur.

Bu örgütler, din, millet ve sınıf başlıklarında sürekli kendi varoluşunun kutsiyetini koruyacaklardır. Kendi varoluşunun Marksizmin, sosyalizmin ve komünizmin devamlılığının önşartı olduğu konusunda herkesi ikna etmek zorunda kalacaktır. Din, millet ve sınıfla kurulan pozitif veya negatif ilişkilerin arkasında bu teolojik zemin durur.

1979-1982 momentinde mangalda kül bırakmayan örgütlerin bile devrim gibi bir derdi yoktur. Sonradan bu örgütler, ilgili momentte bir “devrimci durum” var mıydı yok muydu tartışması içine girmişlerdir. Lenin’den alınan devrimci durum formülüne göre, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi, yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ve yaygın bir ekonomik kriz başlıkları esasında devrimci öznenin mevcudiyeti ile tanımlıdır. Yani bu başlıkların kendinden menkul, nesnel, kendiliğinden, Tanrı katından bir müdahale ile gerçekleşmiş bir niteliği yoktur. Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi için devrimci mücadele zorunludur. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi için de aynı durum geçerlidir. Ama bu noktada sürekli, ekonomizm batağına saplandıklarını gizlemek amacıyla, ekonomik krizin ne ölçüde yaygın ve ne kadar derin olduğu tartışılmaya çalışılır.

“1979-1982 momentinde devrimci durum yoktu” diyenlerin “teorisyen” lisansı almalarında bu anlamda şaşılacak bir durum yoktur. Bu tespitle tüm örgütlere birer mavi boncuk dağıtılmış olur. Böylelikle örgütler, zaafın ve hatanın kendilerinde olmadığını düşünerek rahatlarlar ve kaldıkları yerden yollarına devam ederler. O lisans bu yüzden verilmiştir.

Teorisyenlerin tek önerebileceği şey, onca nesnellik güzellemesi ile arabanın atı çekebileceği konusunda insanları ikna etmek olabilir. Bu husus, özellikle “yerlilik” noktasında gündeme gelir. Bazı örgütlerde Latin Amerika’daki yerli tabanına yaslanan dinamiklere öykünmenin nedeni buradadır. Yerli unsurlarla hemhal olabilmeyi siyaset zannetmek, tuhaf bir yönelimdir.

Bugün Kürd hareketini teorik ve pratik manada tüketmiş unsurlar, bu sefer din meselesine el atmaktadırlar ve bunu da temelsiz bir yerlilik vurgusu ile gerçekleştirmektedirler. Kürd hareketi hâlâ “ben Şeyh Said olmayacağım” diyerek geçmişle kurduğu teorik ve pratik gerilimi bir biçimde sürdürmektedir. Mücadelenin kendisi bir tür yerliliği doğal olarak koşullamakta, coğrafya, sosyoloji ve tarihin konusu olan maddî gerçeklik, mücadelenin kolektif öznesini bir biçimde örgütlemektedir. Oysa Türk tarafında bu düzeyde ele alınabilecek bir mücadele ve kolektif özne yoktur. Bu olmamışlığın bahanesi, her zaman işçi sınıfının geriliği, Kürd hareketinin geriliği ve Müslüman ahalinin geriliğidir. Demek ki Türk solu, kendisini ileri olarak görmekte ama bu ilerilik hiçbir vakit, hiçbir momentte kitleleri ileri çeken bir nitelik arz etmemektedir. Onca ilerilik, her daim, gerici addettiği kitlelerin gerisine düşmektedir.

Kürd hareketi, geldiği noktada Türk tarafıyla kurduğu ilişkiyi devletle pazarlığın bir unsuru hâline getirmiştir. Onun için Türk sol örgütlerin kendisi üzerinden kılıflar örmesi bir anlam ifade etmemektedir. Kürd, ormanı savaş gerçekliğinde yakıldığı için ekolojist olmakta, Türk solcusu ise kendi liberal eğilimlerini kılıflandırmak amacıyla Kürd’ün ekolojizmine öykünmektedir. Sırf gerilla geçiş güzergâhlarına HES ya da baraj yapılması ile ülkenin başka yerlerinde yapılan HES’lerin ve barajların yan yana getirilmesi, savaş gerçeğini unutmak, ona karşı körleşmek demektir. İkisi arasındaki ayrımı silmek, Kürd’ün her daim geri kabul edilmesi ile ilgilidir.

Kürd’ün içinde de Türk solcusunun küçük burjuva liberalizmine öykünerek rahata ermek isteyenler çıkabilir ama orada esaslı bir sigorta mevcuttur. Yani onların küçük burjuvası bile başkadır! Başkalaşmıştır.

Aynı duruma Kürd’ün İslam ve Müslüman ahaliyle kurduğu ilişkiyi batıda tekrarlama gayretinde de rastlamak mümkündür. Yerlilik vurgusu ve doğal olarak Müslüman-Türk ahaliyle temas kurma ihtiyacı, “hayatın sahibi benim” deyip duran liberalizme zorunlu olarak varır. Yerlilik meselesi, temelde, bu ülkenin sahipleriyle uzlaşıldığının, onların iktidarına teslim olunduğunun bir göstergesidir. Kürd siyasetinin girdiği “yeni” yönelim dâhilinde bazı örgütler, yerlilikten dem vurmakta ama bu yerliliği Kürd hareketinin yerliliği ile tanımlamaktadırlar. Oysa silâh düştüğünde geriye kalan sadece liberalizmdir. Tersten, liberalizm silâhların düşürülmesi içindir.

1979-1982 momenti 1969-1972 momentinde TİP ve TKP’ye başkaldırmış, özellikle ülke içi dinamiklerle değil, tam da dünyasal, dışsal ve uzak diyarlardan gelen teorik dayanaklar üzerinden belirli bir huruç gerçekleştirmiş dinamiklerin tasfiye edildiği momenttir. Bu momentten sağ salim çıkan örgütler, zorunlu olarak hurucun öncesindeki döneme Asr-ı Saadet muamelesi yaparlar.

SDP lideri Rıdvan Turan’ın “Türkiye’ye özgü sosyalizm anlayışı” da bu tasfiyeye dayanır.[1] İbrahim, Deniz ve Mahir, birer istismar aracından ibarettir, bu isimlerin gerçekleştirdikleri huruç, geriye doğru tarih dışına atılmıştır. Onlar, tarih içinde devinen devrimci bir olgu olmaktan çıkartılmıştır. Sonuçta gerisin geri Aybar-Boran-Aren çizgisinin “Türkiye’ye özgü sosyalizm”ine ricat edilmiştir. Böylelikle gençler, ustalarına haset eden, basit anlamda onların yerinde olmak isteyen “serseriler” derekesine düşürülmüştür. Türkiye şablonuna göre ayarlanan sosyalizm, ister istemez ancak başkaldırdığında görülebilen Kürd’ü, Alevî’yi, köylüyü ve ne kadar mümkünse Müslüman’ı defterden silmek zorundadır. Bunlara sus payı niyetine demokratik payeler dağıtılır ve bir devlet biçimi olarak demokrasi, her şeyi düzleyerek yoluna devam eder.

TİP’in kutsal halesi, gençliğin, işçinin ve aydının bir arada durabildiği bir zemini örgütleyebilmiş olmasıdır. Buraya ricat etmek, gençliğin hurucunu yanlış bulmaya mecburdur.

Demek ki bu kadar “yerlilik” vurgusu şaibelidir. Zira yerlilik, tam da mücadeleye tabidir. Mücadele eden özne, kendisini yere yedirme zorunluluğu hisseder. Basit anlamda “elde başarılı bir örnek var, onun gibi biz de yerlileşelim” denildiğinde, oynanan bir fars, resmedilen bir karikatür olur. Yetmişlerde sırf bu yerlilik edebiyatının pazarlamacılığını yapmak için kurulmuş “Birikim” dergisinin bu ulaştığı sonuç kulaklara küpe olmalıdır. “Yerlileşin” diye emreden mücadele değil de mücadele kaçkınları ise bu emir, “mevcut egemenlerin önünde yere kapaklanın” anlamına gelir.

SDP başkanının “yerlilik”ten anladığı, nedense “özgürlükçü laiklik” olmaktadır. “Özgürlükçü” takısı getirildiğinde kendi laikliğinin Kemalizmden ayrışacağını zannetmektedir. Laiklikle bu ülkenin sahibi olanlara işmar edilmekte, özgürlükle yeni devlete bağlanmak isteyenlere selâm çakılmaktadır. Yani “solun kalıbı Kemalizm, İslamî hareketlerin kalıbı antikomünizm” denildiğinde seksen sonrası ülkeye dışarıdan hücum eden antikomünist gevezeliklere kanıldığı ve pratikte döne dolaşa Kemalist cumhuriyetin kabul edildiği gizlenmiş olmaktadır.

Sosyalizmin ancak demokrasiyi tamamlayan bir sıfat olabildiği bir teorik kurgunun temel dayanaklarının batılı, hiç de yerli olmayan antikomünist odaklar olduğu görülmelidir. “İşçi sınıfı demokrasi terbiyesinden geçmezse biz de dâhil herkesi ezer” korkusu üzerine inşa edilmiş sosyalist demokrasi tezlerinin bizzat o işçi sınıfını batıda iğdiş etmek isteyenlerce üretildiğini anlamak gerekir.

Antikomünist gevezeliklere kanmak şudur: “12 Eylül’den çıkartılması gereken ders, proletarya diktatörlüğünün, iktidarın bizi yenilgiye uğratmasıdır.” Bu tespit, söz konusu dönemeçte devrim için öne çıkmamanın günahını mücadelenin kendisine yüklemektir. Düşman da her gün “başkaldırırsan başın ağrır” diye korku yaymaktadır. Kendi korkusunu genelleştirmek, herkesi o korkuya örgütlemek, politika yapmak değildir. “Bu dinciler içtiğim rakıyı yasaklarsa” korkusu üzerine politika inşa etmek saçmalıktır. Mesele, bir Tunuslunun memelerini teşhir etme özgürlüğünü savunmak değil, o dinciyi kerhaneleri destekleyen, kadını köleleştiren burjuva ahlâkını müdafaa eden devlete karşı örgütlemektir. Yerlileşmekse mesele, onun bu eylemlilikte tanımlı olması gerekir.

Örgütlerin mevcut korkularıyla yerlileşmeye çalışmaları daha da dışlanmakla sonuçlanacaktır. En fazla din dışına çıkmak üzere olanlara rahat yastıklar takdim edilecektir. “Bu çelişkiler ben varım diye var” diyen kişileri politik olarak intihara sürükleyecektir. Yerlileşmenin önkoşulu olan mücadele araba olarak atın önüne alınacak, zamanın sahibi olduğunu söyleyenlerin eline teslim edilecektir. Yerlileşme, enisonu yersiz-yurtsuzlaşmayla sonuçlanacak, egemenlerin sınırlarına teslim olunacaktır.

6 Nisan’da Ankara, 13 Nisan’da İstanbul’da yapılacak Din Sempozyumları da yerlileşmenin bir gereği olarak yapılmakta ama sonuçta laik solun ortaklaşa bir tavır geliştirme ihtiyacı üzerinden biçimlenmektedir.[2] Müslümanların bir kısmı ile sosyalistlerin bir kısmı, kendi aralarına döşedikleri liberalizm denilen hava yastığını test etme imkânı bulacaklardır. Sonuçta kazanan, Kemalist laiklik olacaktır.

İşçi sınıfını, Kürd’ü, Türk’ü, Müslüman’ı gerici ve geri, kendisini ilerici ve ileri olarak kodlamış olan solun yerlileşme niyeti, bu gericiliği ve geriliği egemenler için makul düzeye çekebilmekten ibarettir. Solun ilericiliği ve ileriliği, düşmanın ve mücadelenin sahasından kaçmasının bir kılıfı, bahanesidir. İstiklal Caddesi’nde erkek yoldaşlarına önlük taktırıp yerleri süpürtmek, eninde sonunda “Ben Bilmem Eşim Bilir” yarışmasının ahlâkına ve felsefesine bağlanır. Geri Türk erkeği ileriye çekilmek istenirken, onun katlettiği kadının kini susturulmaktadır. Demokrasicilik, faşist, zorba nizamın sürdürülmesi için ilerici ve ileri olup mücadelenin önünü kesmektir.

Eren Balkır
3 Nisan 2013

Dipnotlar:
[1] Rıdvan Turan Röportajı, Bektaş Hacıoğlu, 2 Nisan 2013, Adil Medya.

[2] Din Sempozyumu, 25 Mart 2013, Temel Demirer.

0 Yorum: