Aşağıdaki satırlarda benim “emperyalist liberal
düşünce eğilimi” adını verdiğim konu başlığına ve onun 25 Ocak Devrimi’ni nasıl
ele aldığına yönelik dört ayrı eleştiri yöneltilmektedir.
“Emperyalist liberalizm” derken, liberalizme,
özellikle temsilî demokrasi ve bireysel özgürlüğe yönelik savunusu bazen
doğrudan ve utanmaz bir biçimde ABD’nin küresel çıkarlarını savunma noktasına
ulaşan sömürgeci ve batı merkezci kavramsal alet çantası ile sıkı sıkıya
ilişkili olan ABD-Avrupa akademik geleneğinin gevşek bir biçimini kastediyorum.
İlk eleştiri şu: Mısır Devrimi’ni kısmen batıdaki
klasik devrimlerden kısmen de yakın döneme ait kimi demokratik devrimlerden
türetilmiş hazır bir tipoloji içine yerleştirmek, emperyalist liberalizmin en
meşhur numaralarından biridir.
Bu tespit, ilk işaretlerini daha devrimin ilk
günlerinde vermeye başladı. O dönemde olup bitenler henüz pek net değildi. Ama
gene de 25 Ocak isyanının esasında devrim değil, bazı reformlar talep eden ve
nihayetinde askerî bir darbe ile sonuçlanan bir halk ayaklanması olduğunu
söyleyen bu türden analizler her yeri pıtrak gibi sardı.
Devrimi tanımlamak, sosyal bilimlerin ve siyaset
biliminin belki de en karmaşık hususlarından biridir. Üstelik Mısır Devrimi,
esasında kendi içinde tuhaf kimi kıvrımlara sahipti. Ancak buna rağmen
emperyalist liberal analizlerin önemli bir bölümü hatalı ve tarih dışı
varsayımlara dayanıyor.
Bu batı merkezci atıflardaki ana sorun, gözlemciyi 25
Ocak Devrimi’nde tek bir olayı, yani sonrasında Hüsnü Mübarek’in devrildiği,
istisnaî bir nitelik arz eden Tahrir Meydanı’ndaki on sekiz günlük o oturma
eylemini görmeye zorlaması. Bu açıdan bakıldığında devrim, uzamsal ve tarihsel
açıdan sınırlı bir olaydır. O, sanki Tahrir’de konumlanmış ve on sekiz gün
sürmüş gibidir.
Mısır’daki “ayaklanma”yı “devrimciler”in iktidarı
almayı başaramamasıyla sonuçlanan on sekiz günlük bir sapma olarak anlamak,
esasta Latin Amerika ve Doğu Avrupa modellerinden türetilmiş eldeki hazır
demokratik devrimler tipolojisine denk düşebilir. Ama bu konu, Mısır örneğine
tatbik edildiğinde yanlış anlamalara yol açacaktır.
11 Şubat 2011’de “devrimciler” iktidarı alamamış
olabilirler. Bu doğrudur. Ancak 11 Şubat’tan itibaren Mısır’ı sarsan ve
devrimin Tahrir’in sınırları ötesinde, on sekiz günden daha uzun sürdüğüne
tanıklık eden politik ve sosyal depremleri görmezden gelmek, belirli bir teorik
körlüğün yansıması olarak anlaşılmalıdır.
Görece daha geniş bir tarihsel bakış açısı esasında
bize Mısır Devrimi’nin (henüz) muzaffer, başarısız, ihanete uğramış ya da
çalınmış olarak kategorize edilemeyeceği hususunu anlamamıza yardım edebilir.
Aksine Mısır isyanı, yankıları hâlâ devam eden bir olaydır.
Bunun en basit nedeni, ne iktidar mücadelesinin ne de
aşağıdan gelen halk hareketlerinin henüz daha sonlanmamış, hatta 11 Şubat
sonrasında dinmek yönünde bir işaret bile vermemiş olmasıdır.
İkinci eleştiri, emperyalist liberal yazındaki hâkim
özellik olan indirgemeciliğe yöneliktir. İlkin Mısır Devrimi saf anlamda bir
politik-demokratik devrime indirgenmekte, ardından da demokrasi basit bir
biçimde oy sandığına doğru kapatılmaktadır.
Ama devrimi basit bir demokratik devrim olarak
etiketlemek tartışmalı bir meseledir. Devrimimizin görece daha derin yönleri
olduğuna ilişkin elde ciddi işaretler mevcuttur.
Bitmeyen sosyal ve ekonomik mücadeleler, tüm cephe ve
alanlarda süren küçük ayaklanmalar, bize Mısır’ın politik iktidarın uygulama
yöntemini değiştirmekten çok daha farklı ve daha derin bir şeylere tanıklık
ettiğini anlatmaktadır.
Ancak buradaki hile tam da şudur: liberal
emperyalistlerin iddiasına göre Mısır, çoğulcu bir politik sisteme doğru geçişe
tanıklık edip görece serbest seçimler gerçekleştirdiğinden devrime devam
etmekten bahsetmenin de âlemi yoktur. Bu argümanın temel dayanağı, yeni sistemi
alt etmek yerine, onun usullerine ilişkin kimi yönlerine kendimizi lâyıkıyla
ayarlamaya odaklamamızın gerekli olduğu tespitidir.
Bu tarz bir argüman, demokrasinin dönemsel seçimlerden
başka bir şey olmadığına ilişkin tanımı kabul etmedikçe pek bir anlam taşımaz.
Bu argümana göre, toplanma hakkı, ifade özgürlüğü ve azınlıklarla kadınların
hakları ile elbette ilgilenilebilir ama seçimler demokrasinin ana merkezini
teşkil eder.
Bu düşüncenin emperyalist niteliği belirli bir “iyi
model” oluşturup pazarlama, ardından da ona bağlı olmayanları suçlama üzerine
kuruludur. Buradaki ana sorun, bu modelin savunucularının demokrasiyi temsilî
demokratik kurumlar inşa etmeye indirgeyecek kadar resmî politikaya kafayı
takmış olmalarıdır.
Ama bu “model tapınıcılığı” yaklaşımı, karmaşık ve her
vakit değişen bir gerçeklik karşısında başarısız olur. Peki ya Mısırlılar
temsilî demokrasi modelinden ayrı ve yeni bir doğrudan demokrasi biçimi icat
ediyorlarsa? Çelişkili biçimde Mısırlılar, resmî politik sürece dönük
ilgilerini kaybediyorlar ve Müslüman Kardeşler ile birçok analistin hâlâ iman
ettikleri bu sisteme giderek artan ölçüde şüpheyle yaklaşıyorlar.
Mısırlıların başlarda oy sandığı demokrasisini epey
bir coşkuyla karşıladıklarını da unutmayalım elbette. Devrim sonrası yapılan
anketlere yansıyan katılım oranları dikkatle incelendiğinde, oranların başta
yüksek ama sonrasında Mısırlıların politik sürecin devrimin ve toplumun
talepleri ile ilişkisiz olduğunu keşfetmeleriyle azaldığı görülür.
Bu, “model”in sınandığı ve kusurlu bulunduğu anlamına
gelir. Ama emperyalist liberallerin anlamak istemedikleri gerçek işte tam da
budur.
Üçüncü eleştiri, emperyalist liberalizmin zihin
dünyasının bir özelliği olarak halkın protesto eylemlerini küçük düşürme
girişimleri ile ilgilidir. Bazı emperyalist liberaller alay edercesine
Mısırlıların hiç durmaksızın protesto etme eğilimi içinde olduklarını
söyleyebilmektedirler.
Bu kesim, resmî siyaset ile halkın çıkarları
arasındaki ilişkinin karşılıklı katılım üzerine kurulu bir ilişki olmadığı
gerçeğini görmezden gelmektedirler. Ayrıca, yaptıkları yorumlarda ve yazdıkları
yazılarda emperyalist liberaller, resmî siyasete ait araçlarla kıyaslandığında,
protestonun pek de önemli olmadığını söylemektedirler.
Oysa bu iddia, sağlam ya da doğru bir iddia değildir,
zira protesto ve resmî siyaset her bir vakada farklılaşan, süreç içinde bir
noktadan diğerine değişen ve zamanla değişik bağlamlara kavuşan karmaşık bir
yol dâhilinde iç içe geçer.
Emperyalist liberal eğilimin protestoyu küçümsemesinin
bir dizi farklı açıklaması olabilir.
Bu tarz açıklamalardan biri, örneğin çartizm gibi,
ulus genelinde hüküm süren büyük sosyal hareketlerin geçmişe ait bir şey
olduğunu söyleyen ve bugünlerde moda olan bir teoriye dayanır. Bu iddianın
sahiplerine göre, bugün küçük hedefleri olan lokal hareketlerin zamanıdır.
Diğer bir açıklama ise en azından kısmen kitleler
arasında demokrasi kültürünün eksikliğini ama daha kapsamlı olarak şiddetin
giderek yayılmasını suçlayıp duran, şiddeti sürekli lânetleyen batılı
analistlerin sömürgeci/ırkçı düşünme tarzının ürünüdür.
Elbette bu düşünce, on sekiz günlük ayaklanmanın
barışçıllığını romantize etme eğilimi ile ele gider.
Ancak bu muhakeme tarzı, şu en temel ve en basit
soruyu asla sormaz: madem Mısırlılar 25 Ocak’tan 11 Şubat 2011’e uzanan süreçte
gayet medenî idiler, o vakit takip eden aylar içinde onların başına ne geldi de
bu kadar şiddete meylettiler? Biçimsel, usullere bağlı demokrasinin onların
hayallerine ihanet etmiş olması ve taleplerinin gerçekleşmemesi olabilir mi bu
sorunun cevabı? O zaman mevcut durumun değişmemesi karşısında, halkın kitlesel
eylemliliğe geçmesi, hatta savunma amaçlı bir şiddete yönelmesi mantıklı değil
midir?
Emperyalist liberaller, politik İslam ile ilgili tek
taraflı ve yüzeysel bir görüşe sahipler. Onlar, genelde ikili karşıtlıklar
üzerinden düşünmeye meyillidirler, bu konuda en meşhur karşıtlıksa
ılımlı-aşırıcı ikiliğidir.
Çelişkili biçimde geleneksel İslamcılar ve emperyalist
liberaller, dünyayı tek boyutlu kavramaktadırlar.
İslamcılar, dünyayı Müslüman/Müslüman Olmayan,
Doğu/Batı ve iyi/kötü gibi ikili karşıtlıklara ayırmakta ve merkezinde, İslamî
medeniyeti yeniden diriltme hedefine uygun olarak, İslam’ı kurtarma, Batı ile
sürekli yüzleşme ve kimlik üzerinden sürekli körüklenen bir çelişkinin durduğu
bir projeye göre hareket etmektedirler.
Diğer yandan, emperyalist liberaller ise merkezinde
özgürlüğün, özelde bireysel özgürlüğün durduğu bir düşünceye
odaklanmaktadırlar. Bu düşünce karşılığını, onların iddialarına göre, ekonomi
alanındaki bireysel özgürlüğün cisimleşmesi olan serbest pazara dönük tapınmada
bulmaktadır.
Adil olmak gerekirse, bu liberaller, tek bütünsel bir
birim olarak İslamcıları asla tehdit etmemektedir. Gene de onlar, ılımlı olan
ve olmayan İslamcılar arasında ayrım yapan geniş bir kategorizasyona sıkı
sıkıya bağlıdırlar.
Buradaki “ılımlı” sözcüğü özel bir anlayışa muhtaçtır,
zira bu sözcük, esasında hiçbir anlamı olmayan hayli politize edilmiş bir
sözcüktür.
Ilımlı/ılımlı olmayan sınıflandırması ile ilgili en
önemli husus, onun neyi anlattığından ziyade neyi gizlediğidir. Ilımlılık, bu
epey politize edilmiş bağlam dâhilinde, gerçekte ana akım görüşün belirlediği
kuralları kabul etmek ya da bu kurallara tabi olmak anlamına gelir. Burada
esasında dile getirilmeyen hakikat ise şudur: ılımlılar, uluslararası hâkim
güçlerin, yani ABD’nin çıkarlarını tehdit etmeyen insanlar demektir.
Elbette emperyalist liberaller, Müslüman Kardeşler’in
sıkı bir ılımlı olarak kendi liberalizmi içinde emsal teşkil edecek bir örgüt
olduğunu düşünmemektedirler. Onların Müslüman Kardeşler gibi anti-liberal
demokratlar ile Selefîlerin önemli bir bölümü gibi anti-liberal demokrat olmayanlar
arasında kategorik bir ayrım yapmalarının nedeni de budur. (Tabiî bu noktada
söz konusu ayrımı bir ânlığına ihmal etmek gerekecek, zira Selefîler ilgili
kategorizasyonu geçersiz kıldılar ve demokrasi oyununa katılmayı kabul
ettiler.)
Ama bu noktada Müslüman Kardeşler’in demokrat bile
olmadığı, çünkü onun devrime ve taleplerine düşman olduğu gerçeği bugün
itibarıyla artık kavranmış bir gerçekliktir. Dolayısıyla, karşılıklı mutabakata
dayalı olmayan sekter bir anayasa kaleme almanın yanında Müslüman Kardeşler,
eski rejimin cinayet ve işkence araçlarını muhafaza etmiş ve medya ile
eylemcileri hedef almıştır.
Ama bu gerçek emperyalist liberaller için önemsiz bir
husustur, zira daha önce de belirttiğimiz gibi, ılımlılık, merkezinde
hegemonyayı elinde bulunduranın çıkarlarına hizmet etmenin durduğu demokrasinin
somut anlamına bağlı kalmamayı öngören bir kavramdır.
Atıf Said
0 Yorum:
Yorum Gönder