11 Mart 2013

,

Daha



Düzen, derimizin altına sinsi bir ölüm korkusu yerleştiriyor, sonra da ölümü savuşturma kılıfı altında bizleri tüketim kölelerine çeviriyor. Sinema, müzik ve edebiyat tüketimi de bu köleleşmenin süslü perdeleri oluyor. İnternetten onca film indiriliyor ve kişiye onca filmi izleyebilecek vaktinin olabileceği ihtimali bir biçimde sezdiriliyor. Her “download”da ölüm öteleniyor.

Biriktirmek, ölüm korkusunu derinlere atıyor, hücrelerimiz, “daha” fazlası için birer ölüm reaktörüne dönüşüyor, ölüyor, öldürüyoruz hayatı.

Redhack, sanal hayat âlemine kızıl bir mızrak gibi düşüyor. Daha fazla yaşamak için biriktirme ve tüketim kurallarına oynayan sol örgütlerse onu mülk edinmek için türlü taklalar atıyorlar. Benliğini bugünde öldürerek kavganın ezeli-ebedi, uçsuz bucaksız deryasına karışan kızıl haklayıcılar, kimi dükkân sahiplerinin reyonlarına konulmak isteniyorlar. Kimse, hayata mülkiyet karşıtı bir “aidiyet” üzerinden bakmıyor.

Redhack’in muhtemelen TKP finansmanı ve fikriyatı ile çekilen filminde nedense bu ülke toprağında sömürülenleri ve mazlumları haklamayı dert edinmiş Mustafa Kemal’in “anti-emperyalist bir savaş verdiği” tespiti ile söze başlanıyor ve film, “daha eşitlikçi, özgürlük ve aydınlık yarınlara özlem” ile bitiyor.[1]

Daha’nın eşitlik, özgürlük ve aydınlığın başına getirilmesi elbette bugün eşit, aydınlık ve özgür bir mevcudiyette yaşadığımızı ima ediyor. Peki ama öyle mi?

Yoksa bu üç slogan, bugünün mevut iktidar ilişkilerinin ve iç savaş koşullarındaki belirli denge momentlerinin daha’sını talep etmek için mi dillendiriliyor? Bu devletin temellerinde kanı olan Sosyalist’in, Kürd’ün ve Müslüman’ın yeni kurulum ve konfigürasyonda yer ve pay sahibi olma talebi, bu üç slogan üzerinden dillendiriliyor. Dolayısıyla, egemenlerin daha’sına kapatılıyor. Sözkonusu kan sulandırılıyor ve yıkıcılığından arındırılıp tam da filmde Eczacıbaşı’nın dediği gibi, sistem için “yapıcı” bir niteliğe bürünüyor. Üç yıkıcı dinamik, daha’yı talep etmekle, tam da bu yüzden, yapıcı-kurucu yönlerini egemenlerin hizmetine veriyor.

Düzenin derimizin altına yerleştirdiği ölüm korkusuna oynamak, komünistlerin işi olmamalı. Militanlarını, bildirilerini ve eylemlerini bu ölüm korkusunu derine itmek için seferber etmemeli. Ettiği ânda onun dilindeki “daha”, egemenlerin tekelindeki “vaha”ya bağlanıverir. Her türlü komünizm ve devrim imkânı, vahadan ari ve oradaki hayattan muaf barbar bedevîlerin kılıcındadır.

Eşitlik, özgürlük ve aydınlık, fikriyat olarak Fransız Devrimi’nin ürünü. Fransız Devrimi ise mazlumların ve sömürülenlerin öfkesinin ve “başka hayat” iradesinin bastırılması. Dolayısıyla, sonuçta ortaya çıkan bu üç kavramın geriye doğru eleştiriye tabi tutulması gerek. Varsın, bu somut-eylemsel eleştiriyi birileri “gerici” addetsin. Onlar, geride bıraktıkları akıl hocalarının efendilerine hizmet etmeyi komünistlik zannetsin. Ama bu kesim, “Marksizm olmadan sosyalizm olmaz” da demesin. Zira Marksizm, Fransız Devrimi’nin eleştirisi üzerinde var olan teorik ve pratik faaliyetin ortak adı. Söz konusu eleştiri olmaksızın Marksizmin de anlamı yok.

Marx, 1789’un mezarlıklarında kalan sessiz öfkenin dili olmaya yöneldiği için Marx. O, burjuvaları ölçüt alıp onlara kıyasla onların elindekinin daha fazlasını talep eden biri değil. O, sınıf düşmanına dönük bilinciyle, ele aldığı tüm teorik alanlarda elde kılıç ilerlemesini biliyor. Sırf daha fazlasını, yani tüketime açık belirli konuları daha iyi ambalajladığı için Marx’ı önemseyenler, kendi ölüm korkularını kendilerine saklasınlar. Yok olma, ölme korkusuyla yanıp tutuşan, sürekli bugünü geleceğe öteleyenlerin Marksizm etiketiyle yürüttükleri pratik, geri dönüp en fazla egemenleri besliyor. Daha fazlasını talep etmek, tüketime içrek ve komünizmi bu talebin giderilmesi olarak satmak, döne dolaşa onu tüketim öznelerine mahkûm ediyor. Üretimin özneleştirdikleri komünizmin kapısından içeri sokulmuyor, bu ideoloji ve pratik, tüketimin rengârenk, ebrulî ama tekdüze özneliklerinin cennet bahçesi olarak tasavvur ediliyor.

Herkes, kolektif olandan el çekiyor, bireyi tüketim imkânları üzerinden ikna etmeye çalışıyor. Birey, kişisel bilgisayarı ve klavyesi başında kendisini âlemin kralı ya da tanrısı zannediyor. Ateizm, bireyin teolojisi olarak yeniden “update” ediliyor. Ateistlerin kafalarında karikatürleştirdikleri tanrı, zaten yok. O, burjuva bireylerin basitliklerini ifşa ediyor, o kadar. Tanrı olduğuna ikna edilmiş bireyler, çalışma pratiğindeki köleliklerini örtbas etme ve öteleme imkânına kavuşuyorlar. Redhack gibi pratikler de internet âleminde tüketim nesnesi ile tüketim öznesi arasında salınıma terk ediliyor. Onu kolektif devrimci pratiğe nefer kılacak bir niyete ve teşebbüse rastlanmıyor.

Ama sözkonusu bireyselleşme, gayya kuyusu. Sol örgütler internete taşınıyorlar. Sanal paylaşımlar üzerinden kendisini örgüt zanneden gruplaşmalar türüyor. E-ticaret ve e-devlet gibi e-örgütler her yeri kaplıyor. Örgütler, daha fazlası için bireyin önünde diz çöküyor ve kendisini bireyin isteklerine göre biçimlendiriyor. Üç beş kişinin hikmet sahibi olduğunu zannetmesi ile işlerin yolunda gittiği hissi veriliyor, ama kolektif olan lime lime ediliyor ve dolayısıyla, kitleleri arkadan itecek, öne geçip toparlayacak her türlü politik müdahale de bir biçimde imkânsızlaşıyor, zira birey, böylesi bir müdahaleye asla izin vermiyor. İnternet pazarında daha güçlü, daha mutlu, daha zengin ve daha “hayat”lı görünmek için çırpınmayı iş zannedenlerin ideolojik halesi, politikayı ele geçiriyor.

Bir sol Facebook sayfası, takipçilerini “gönüllü gazeteci ve muhabirler”e dönüştürmekle övünüyor. Ümit Ünal’ın filmine atfen, her takipçisini nar tanesi kılan bu pratik, herkese “hayatla bir muhabir mesafesinde ilişki kurun” demiş oluyor. Haber pratiğinin yaşaması için her şeyin, her ânın o ân içinde tüketilmesi ve sonuca bağlanması gerek. Daha fazlası ve kesik ânların sürekliliği için her şey ve herkes, haber ve gazetecilik konusuna dönüşüyor. Sonuçta örneğin Sinop’ta Sırrı Süreyya Önder’e yönelik olarak gerçekleştirilen linç eylemini izleyen bir sayfa takipçisi, şu malumatı veriyor: “Arkadaşlarla bir köşede durup bina önünde olup bitenleri izliyoruz.”

Bu takipçiliğin eylemli bir müdahilliğin temellerini dinamitlediğini görmek gerekiyor. Elindeki son model cep telefonu ile intihar eden bir kişiyi kaydeden zombiler gibi, her gelişme izlence konusuna dönüşüyor. Tüm hayat, alınıp satılabilir birimlere bölünüyor ve bireysel e-market raflarına yerleştiriliyor. Etiyle hissedilen, gözüyle, canıyla dokunulan bildirilerin yerini “duvar” paylaşımları, kuş cikciklemeleri alıyor. Tüm hayatı sarsacak doğru halkanın yakalanması gibi bir niyet, doğalında siliniyor. Görsellik, sahte bir tanrısal sema, kat hissi yaratıyor. Bir eylemde olmakla bir ünlüye rastlamak, görselliğin sahte cennetinde bir ânda eşitleniyor. Eşitlenme ise bireyin kendisini özgür hissetmesi için gerekli ön bir yanılsama.

Komünist pratik, bu sanal pazarda olmayacak bir duaya dönüşüyor. Fark edilebilirlik derdiyle sürekli aksi, ters, zıt ve uçuk olan pazara çıkartılıyor. Tutarlılık, bütünlülük ve süreklilik gibi dertler gerici addediliyorlar. Komünist pratik, komünizmin meçhul geleceğine fırlatılıp atılıyor ve böylelikle bugün düzen güçlerine daha fazla açılıyor. “Nasılsa kapitalizm koşullarında yaşıyoruz” deniliyor, ya en sığ siyasete kapaklanılıyor ya da doğrudan siyasete küsülüyor.

Daha fazlası isteniyor ve dolayısıyla, “her ân ölecekmiş gibi yaşama”nın devrimciliği geri plana itiliyor, “gerici” damgası yiyor. Daha solcu veya daha sosyalist yarışı içinde kadrolar likide oluyor. Örgütler, sırf yaşamak ama sadece hayatta kalmak için daha fazlasını istiyor, daha fazlasını isteyen insanlara açılıyor.

Emperyalizm karşıtlığı bile burada tanımlı kılınıyor. “Şu emperyalistler olmasa elimizde daha çok şey olurmuş” deniliyor. Müslüman bir kanala konuk olan solcu, “emperyalizme ve NATO’ya karşı yürüyüş” üzerinden İslamcılara had bildiriyor ve diyor ki “bu mücadele çetin bir iş”. Bunu söyleyerek daha fazlasını istiyor ve emperyalizme karşı mücadeleyi korkunun konusu hâline getirerek onu boşa düşürmüş oluyor. Öyle ya, birine iş öncesi “bu işi sen yapamazsın” demek, işte ortaklaşmayı, işin gerçekleşmesini istememek anlamına geliyor. Kimlerin ne türden bir irade ortaya koyabileceğine önceden ipotek koymak, o katkıdan ve katkıyı yapacak olandan hiçbir şey öğrenilmeyeceğini de açığa vurmuş oluyor.

Aynı solcu arkadaş, “ben şehid kelimesini hiç kullanmam” diyerek laikliğini tescilliyor ve bunu yaparak, ölümün yüceliğine dair vurguyu tarihten sildiğini zannediyor, birilerine “bakın, ben hayata önem veriyorum, bu gerici hayat düşmanı İslamcılar gibi değilim” mesajını vermiş oluyor. Ayrıca şahid olunan karşısında durup birey ve insan denilen tanrılara taptığını bir biçimde ikrar ediyor.

“Redhack, TKP’nin ağına yakalanmış olmakla ona yazık oldu” denilebilir mi? Sığ bir AKP karşıtlığına âlet edilirse yazık tabiî. İfşa ettikleri, köklü devlet geleneği. Onda ifşa olan ise elli yıllık sol mücadele tarihinin zaafları. Bugün o sol, “eskiden çatılardan bildiri atmakla boşuna uğraşmışız, şimdi on binlerce kişiye tweet atıyoruz, iş hâlloluyor” diyor. Her cikciklemede binanın çatısına çıkmayı bile yorucu gören kişileri “e-örgütleyecek”, bunu görmüyor. Eğer devrim, dijital ortamda olacaksa, sorun yok. Bu pentagon oyuncağından medet ummak, daha fazla yaşamak için günlük sağlık bültenlerini takip edenlere kalsın. Bize de Ali Primera’nın (başka bir) “hayat için ölene asla ölü denmez” şarkısında dile gelen ezeli-ebedi, uçsuz-bucaksız iradenin isimsiz canları olmak düşsün.

Eren Balkır
10 Mart 2013

Dipnot:
[1] RED filmi, Youtube.

0 Yorum: