28 Kasım 2012

,

Sırttan Düğmeli Gömlekler

“Başka dünya mümkün.”


“İnsan” Arapça, “kişi” Türkçe ve aynı şeyi anlatıyorlar. Bir kişinin, bir insanın sadece kendi aklına ve iradesine güvenmesi, yani iman etmesi, burjuva ideolojisinin temel kaidesini teşkil ediyor. Kişi-insan, bireye kapatılıyor, birey de tanrısallaştırılıyor. Birey, kendisinden başka hiçbir şeye inanmayan, güvenmeyen, iman etmeyen canlı varlık oluyor.

Bireyin güvendiği aklı Aydınlanma, iradeyi modernizm biçimlendiriyor. “İnsan insanın kurdudur” anlayışı, aslında bir temenniyi dile getiriyor ve insanların kendilerini kurtların av sahasının ortasına düşmüş bir kişi olarak görmesini istiyor. Bu durum, hep bir kurtarıcıya ihtiyaç duyulmasını gerektiriyor. Kurtarıcı ise hep egemenler oluyor. Robinson Crusoe Cuma’sız yapamıyor, burjuvaziye bu da yetmiyor, bir yerli köleye bile tahammül edemiyor ve bireyi kurda dönüştürüyor.

Öte yandan, Saint-Simon gibi sosyalistlerse, her insanın başkalarına muhtaç olduğunu söylüyorlar. Hatta bunu somut gündelik hayat içinde göstermek ve delillendirmek için sürekli sırttan düğmeli gömlekler giyiyorlar. Zira sırttan düğmeli bir gömleğin iliklenmesi, böylesine basit bir iş için bile, bir başkasına ihtiyaç duyuluyor.

“Başka”, bir ayrıksılığa işaret ediyor. Bu açıdan başka, önceye güvenmeye ihtiyaç duyuyor. Yani kişi, kendisinden ayrı olan bir başka kişiye gömleğini iliklemesini söyleyebilmesi için onun da aynı önceye güveniyor olduğunu bilmesi gerekiyor. Arkadan yaklaşacak bu başka kişinin elinde bir bıçak bulunmadığını garantileyen bir önceliğin oluşmuş olmasına ihtiyaç duyuluyor.

“Merhaba” da, tokalaşmak da “bende bıçak yok, benden sana zarar gelmez” anlamına geliyor. Pazar âdetleri olan bu iki kültürel olgu, pazara gelen iki kişi arasındaki ilişkinin güvence altında olduğunu gösterme noktasında, gerekli.

“Selamünaleyküm” demekse, önceyi tek bir Allah’a teslim etmiş olmanın güvenine işaret ediyor. Allah’ın selamını bir başkasına iletmek ve onun da “aleykümselam” diye cevap vermesi, verili ânın kişilerin dışında bir varlığın hükmü altında olduğunun kabulü anlamına geliyor. “Merhaba” ast-üst ilişkilerini tanırken, “selamünaleyküm” bu ilişkileri tevhidî bir redde tabi tutuyor.

* * *

Derler ki, bir canlı türü olarak insanların anne karnında kalması gereken süre esasında yaklaşık 12 ay. Ama bebek bu kadar süre anne karnında kaldığı takdirde annenin yaşama imkânı bulunmuyor. Anne, biraz da kendi hayatiyeti adına bebeği doğurmak zorunda. Sorun da burada başlıyor ve insan denilen canlı türü 8-9 ay sonra dünyaya geldiğinden, aradaki 3-4 aylık kesik neredeyse ölüme kadar ensesinin kökünde, tüm nefesinde, tüm eyleminde kendisini hissettiriyor. Belki de o tam da bu sebeple, bir başkasına muhtaç olmanın zorunlu doğasına giriyor.

Tiyatro eğitimindeki önemli egzersizlerden biri, oyuncunun sırtını arkadaşına dönüp kendisini gerisin geri ona bırakması. Bu basit egzersiz, ileride sahnede onca karmaşık, girift planın sergilenebilmesi noktasında, oyuncunun partnerine önsel olarak güvenmesi konusunda onun eğitilmesini amaçlıyor.

Saint-Simoncuların sırttan düğmeli gömleklerinde ve arkadan örgülü yeleklerinde de amaç bu. Toplum kurguları ve hayallerinin somutlanabilmesi, pratiğe dökülebilmesi için müritlerin ön bir eğitimden geçirilmesi gerekiyor ve bu eğitim, giyilen gömlekten ve yelekten başlıyor.

Bir sohbet esnasında sol bir örgüt şefi, “kimse artık birbirine güvenmiyor” diyor, aradan bir zaman geçtikten sonra da “eylemlerde kortejdeki kitlenin askerî nizam yürümesine karşı” olduğunu söylüyor. Bu iki cümle bağlantılı. Askerîymiş gibi görünen kortej düzeni, aslında örgüt içi disiplini ve eğitimi ifade ediyor. Özünde askeriye eleştirisi, kolektif olanın bireyi ezdiği yalanına sırtını yaslıyor. Başkasına sırtını yaslayamayan, güvenemeyen, illaki, başka bir güce yaslıyor sırtını ve tam da o sırtın dayandığı yerden konuşuyor.

Solun kitlesel bir eylemliliğin ve hareketliliğin içine koşulsuz girememesinin nedeni de burada. Sol, bu hareketin kendi özgün, özel ve biricik varlığını yutmasından korkuyor. Bu korku ve kaygıda makul bir yan var elbette. Ama sol öznenin kalkıp hareketin doğal liderleri yanında hizalanması, korkunun güncellenmesi ve süreklileşmesini getiriyor beraberinde.

Örneğin bir sol örgüt, işçi hareketi içine girmekten korkuyor, girse bile, gidip en fazla sendika liderleri ya da kendine benzer önder işçilere bağlanıyor. Ufku onlarla sınırlı oluyor. Sonuçta o sendika liderlerinin ve önder işçilerin oluşma imkânları ortadan kalkınca kendisi de boşlukta kalıyor ve başka limanlara yelken açılıyor.

Burada mesele, aslında hareket içinde belirli bir damar bulunması ve kavganın kan misali bu damarı beslemesi. Kendi sağlığı adına huzurlu yerlere demir atan sol öznenin bu açıdan o damarları açması ve içinde ilişkide olduğu unsurlarla birlikte ilerlemesi gerekli. Onu kendi örgüt defterine kaydetmek ya da örgüt bürosuna taşımak yerine, kendisini o ilişkilerin hayatına taşıması zorunlu.

Tekil bireyler etrafında dönen örgütlerin çoklu, katmanlı ve aşamalı düşünmesi mümkün değil. Bu örgütlerin tek bir harekete bel bağlamaları kaçınılmaz. Sonuçta örgüt politikayı, en fazla, demokrasi denilen sahnede ilgili hareketin temsilcisi olarak arz-ı endam etmeye indirgiyor.

Solun kendisi dışındaki bir hareket karşısında kaygıya kapılması doğal. Bu kaygı, ister istemez “hiyerarşi” kavramını gündeme getiriyor. Örgütlenme, salt bu hiyerarşi kavramı etrafında anlaşılıyor. Birileri yükselmek, birileri de mevcut hayatın keşmekeşinden kurtulmak için belirli bir hiyerarşiye örgütleniyor. Sonuçta hiyerarşi, mutlaklaşıp sabitleşiyor. Yeni durum ve dönemlere göre kendisini yıkıp yeniden inşa etmiyor.

Oysa hiyerarşi kavramına “disiplin” ve “işbölümü” kavramlarının da eşlik etmesi gerekli. Bu üç kavram pratikte sürekli sınanmalı, sürekli ilişkilenmeli, bu üç kavramın pratikteki karşılıkları birbirlerini daima beslemeli.

* * *

“Cehennem başkalarıdır” sözü Sartre dolayımıyla sarf edilmiş, birey felsefesinin alamet-i farikasıdır. Başkasına güvenmemek ve onu özgürlüğün kısıtlanması olarak görmek, daima başkalarına muhtaç olma hâline karşı başlatılmış bir isyan gibidir. Ağızdan çıktığı ânda devrimciymiş gibi görünen bu isyan, hep başkalarıyla ortaklaşmaya muhtaç olan devrimin altını oyuyor.

Devrimse bireyin kendi hayatında başlayıp etrafa yayılan bir hareket değil. O, birey denilen kendine kapalı bütünlüklerin dağılıp parçalandığı bir gerçeklik.

Başkalık, ötekiliğe benzemez. İkincisinde önsel olarak belirli mülkiyet ilişkilerinin onaylanması var. Başkalıkta ise mülkiyetten çok aidiyet devrede. Sahnede sırtını partnerine yaslayamayan bir oyuncunun oyuna ait olması da mümkün değil. Tersi de geçerli.

Başkalık, sonuçta, farkların mülkiyet ve rekabete göre belirlenmediği bir gerçeklik. Ötekilikte farklar, tam da mülkiyete ve rekabete göre belirlenir, daha doğrusu beliren farklar, mülkiyete ve rekabete dair ayrışmalardır. Bu açıdan, öteki ile başka arasında ayrım yapmak, mülkiyet ve rekabet belirlenimli verili gerçeği içinde geleceğin komünizmine ait çığlığı duyabilmek için gereklidir. Komünizm, mülkiyetin ve rekabetin prangalarından kurtulmuş insanların yaşadığı başka bir hayattır.

“Başka bir dünya mümkün” demek, verili dünya kurgusuna ve o kurgu dâhilinde işleyişe ses etmez. Egemenlerin mekânına karşı zamana içkin bir itirazdır. Egemenlerin zamanına da itiraz etmek gerekir. Bu itiraz ise egemenlerin gelecek korkularını kendi korkularımızmış gibi yaşamadığımız vakit uç verir.

“Başka bir dünya mümkün” siyaseti, zamana içkin olmasına bağlı olarak, ister istemez, egemenlerin sürünceme siyasetine uyum sağlar. Egemenler sorunların farkındadırlar ve o sorunların çözümlerinin kendilerinde olduğu konusunda insanları kandırmak zorundadırlar.

Çoğu zaman, egemenlerin çözüm arayışlarına alternatifler geliştirmek, anlamsız ve çıkışsızdır. Sonuçta anlam ve çıkış hattı, hep egemenlerin ufkuna göre belirlenir. Bu açıdan, solun çözüm önerileri sunmayı iş edinen think-tank’ler olmaktan kurtulması gerekir. Çözüm önerileri sunanlar, dost güçlerin içinde faaliyet yürüten düşman unsurlardır. Çünkü onlar, çözümlerin ve sorunların belirleyicisi olan güçlere hizmet ederler. Egemen güçlerden kopmakta olanların tekrar o güçlere bağlanması, çözüm edebiyatı ile birlikte gelir. Bu düzende sosyalizm çözüm bile değildir, o tüm soru ve sorunların onları koşullayanlarla birlikte yok edilmesi girişimidir.

Öneriler sunma işi, biraz da içine bir biçimde girdiği hareketin liderliğini ele geçirmek amacıyla, gereklidir. Sol bir örgüt, aslında hareketin dibe vurmaya yüz tuttuğu noktada başa geçer, zirvesine ulaştığı yerde değil. Öneri sunmak, bir bakıma, hareketin inişe geçtiğinin, sisteme entegre olduğunun, diz çöktüğünün kanıtıdır. Öneriler, yalvarmak için edilen laflara benzer. Onlar, eninde sonunda, içinde çalışılan kitleye sunulsa bile, o kitlenin içinde, verili sistemle bağlarını kopartamamış unsurları örgütlemekten başka bir sonuç vermez.

Hareket bir özneyi yutmasın diye hiyerarşi, disiplin ve işbölümü tesis edilir. Ama bu üç unsur, hareketin sütten çıkmış ak kaşık olmaması, sistemle hâlâ belirli bağlara sahip bulunmasından kaynaklı olarak devreye girmelidir. Bütün olarak hareketi karşıya almak, gereksizdir.

Dolayısıyla, kitle bağları yakalanmışsa ya da Lenin’in vurgusuyla, “doğru halka” sıkıca tutulmuşsa, oraya örgütlenmek de gerekir. Esasında örgütlenmek, budur. Maddenin, üretimin, ekonominin belirleyiciliğini bilmek, bilen özneyi belirlenimden azade kılmaz. Kıldığını zanneden sol örgütler, hiçbir bozulmaya uğramadan ve bir yandan da hareket tarafından yutulmadan, o hareketi “bir arkadaşa bakıp çıkılacak” bir mekân olarak görmeyi sürdürürler. Burada arkadaşlık ve yoldaşlık arasındaki çizgi de silinir. Sadece kendisine benzerleri etrafına toplamakla yetinilir.

Başkasına güvenmemek, hiyerarşiyi, disiplini ve işbölümünü iğdiş eder. Örgütün kendisi ve oradan, örgüt içindeki belirli bir konum mülkiyete ve rekabete ait bir olgu hâline gelir. Bu yüzden örgüt üyesi, mevcut ilişkiler içinde üç unsurdan birini yüceye taşır ve unsurlar arasındaki bağı kendi lehine keser.

Yer ve zamana göre, disiplini sürekli dayatan bir kişi, hiyerarşiyi tanımaz ve işbölümünü imkânsızlaştırır örneğin. Disiplin örgütsel bütünlükten kopup ayrılınca, ne hiyerarşi işbölümünden, ne de işbölümü hiyerarşiden bir şeyler öğrenir.

Öteki, özgül, ayrıksı, kendinden menkul ve bağımsızken, başka, hâlâ bütünsel bir oluşa aittir. Başkasına muhtaç olmak, öteki denilen kurda yem edilmemelidir.

* * *

Allah, “praksis”tir (Çakal Carlos), “halk”tır (Ali Şeriati). Dolayısıyla, tek başına bir eylem içinde olmak pratikse ve başkalarıyla karşılıklı etkileşim içinde eyleme geçmek, praksisse, buna iman etmek olmazsa olmazdır. Başkaları kolektif bir praksis olarak günbegün halkı teşkil ediyorlarsa, bunun ipine bağlı olmak komünist faaliyet için gereklidir. Örgütlü olmak ve örgütlü bir eylemlilik içine girmek, buraya bağlıdır.

Sadece kendisine güvenen, sadece kendisine inanan, kendi pratiklerinin herkesin pratiklerine galebe çalmasını isteyen, kendi hayatını hayat, başkalarınınkini hikâye olarak gören, kendi dünyasının dışındakini hayal kabul eden, uğradığı baskı ve zulüm sonucu ters bir tepki olarak kendiliğinin altını kalın harflerle çizen, sürekli kendisini mutlak bir sınır olarak dayatan bir kişinin tüm galipleri ezen, tüm hayatları içeren, tüm dünyaları ortaklaştıran, tüm sınırları silen bir tek Allah’a iman etmesi elbette ki mümkün değildir. Ama Allah yoksa başkanın anlamı yoktur; bu noktada praksis gerçek bir zemin, kolektif olan ise hayat imkânı bulamaz.

Allah, Kur’an’da “yaşanmadan çözülmeyen sır benim” der. Tasavvuf metinleri bu ayetin aşka işaret ettiğini söylerler. Aşk ise en saf, başkasına güvenme, iman etme hâlidir. Devrimcilerin maşuku ise sınırsız-sınıfsız bir yarındır.

Eren Balkır
27 Kasım 2012

0 Yorum: