“Başka dünya mümkün.”
“İnsan” Arapça, “kişi” Türkçe ve aynı şeyi
anlatıyorlar. Bir kişinin, bir insanın sadece kendi aklına ve iradesine
güvenmesi, yani iman etmesi, burjuva ideolojisinin temel kaidesini teşkil
ediyor. Kişi-insan, bireye kapatılıyor, birey de tanrısallaştırılıyor. Birey,
kendisinden başka hiçbir şeye inanmayan, güvenmeyen, iman etmeyen canlı varlık
oluyor.
Bireyin güvendiği aklı Aydınlanma, iradeyi modernizm
biçimlendiriyor. “İnsan insanın kurdudur” anlayışı, aslında bir temenniyi dile
getiriyor ve insanların kendilerini kurtların av sahasının ortasına düşmüş bir
kişi olarak görmesini istiyor. Bu durum, hep bir kurtarıcıya ihtiyaç
duyulmasını gerektiriyor. Kurtarıcı ise hep egemenler oluyor. Robinson Crusoe
Cuma’sız yapamıyor, burjuvaziye bu da yetmiyor, bir yerli köleye bile tahammül
edemiyor ve bireyi kurda dönüştürüyor.
Öte yandan, Saint-Simon gibi sosyalistlerse, her
insanın başkalarına muhtaç olduğunu söylüyorlar. Hatta bunu somut gündelik
hayat içinde göstermek ve delillendirmek için sürekli sırttan düğmeli gömlekler
giyiyorlar. Zira sırttan düğmeli bir gömleğin iliklenmesi, böylesine basit bir
iş için bile, bir başkasına ihtiyaç duyuluyor.
“Başka”, bir ayrıksılığa işaret ediyor. Bu açıdan
başka, önceye güvenmeye ihtiyaç duyuyor. Yani kişi, kendisinden ayrı olan bir
başka kişiye gömleğini iliklemesini söyleyebilmesi için onun da aynı önceye
güveniyor olduğunu bilmesi gerekiyor. Arkadan yaklaşacak bu başka kişinin
elinde bir bıçak bulunmadığını garantileyen bir önceliğin oluşmuş olmasına
ihtiyaç duyuluyor.
“Merhaba” da, tokalaşmak da “bende bıçak yok, benden
sana zarar gelmez” anlamına geliyor. Pazar âdetleri olan bu iki kültürel olgu,
pazara gelen iki kişi arasındaki ilişkinin güvence altında olduğunu gösterme
noktasında, gerekli.
“Selamünaleyküm” demekse, önceyi tek bir Allah’a
teslim etmiş olmanın güvenine işaret ediyor. Allah’ın selamını bir başkasına
iletmek ve onun da “aleykümselam” diye cevap vermesi, verili ânın kişilerin
dışında bir varlığın hükmü altında olduğunun kabulü anlamına geliyor. “Merhaba”
ast-üst ilişkilerini tanırken, “selamünaleyküm” bu ilişkileri tevhidî bir redde
tabi tutuyor.
* * *
Derler ki, bir canlı türü olarak insanların anne
karnında kalması gereken süre esasında yaklaşık 12 ay. Ama bebek bu kadar süre
anne karnında kaldığı takdirde annenin yaşama imkânı bulunmuyor. Anne, biraz da
kendi hayatiyeti adına bebeği doğurmak zorunda. Sorun da burada başlıyor ve
insan denilen canlı türü 8-9 ay sonra dünyaya geldiğinden, aradaki 3-4 aylık
kesik neredeyse ölüme kadar ensesinin kökünde, tüm nefesinde, tüm eyleminde
kendisini hissettiriyor. Belki de o tam da bu sebeple, bir başkasına muhtaç
olmanın zorunlu doğasına giriyor.
Tiyatro eğitimindeki önemli egzersizlerden biri,
oyuncunun sırtını arkadaşına dönüp kendisini gerisin geri ona bırakması. Bu
basit egzersiz, ileride sahnede onca karmaşık, girift planın sergilenebilmesi
noktasında, oyuncunun partnerine önsel olarak güvenmesi konusunda onun
eğitilmesini amaçlıyor.
Saint-Simoncuların sırttan düğmeli gömleklerinde ve
arkadan örgülü yeleklerinde de amaç bu. Toplum kurguları ve hayallerinin
somutlanabilmesi, pratiğe dökülebilmesi için müritlerin ön bir eğitimden
geçirilmesi gerekiyor ve bu eğitim, giyilen gömlekten ve yelekten başlıyor.
Bir sohbet esnasında sol bir örgüt şefi, “kimse artık
birbirine güvenmiyor” diyor, aradan bir zaman geçtikten sonra da “eylemlerde
kortejdeki kitlenin askerî nizam yürümesine karşı” olduğunu söylüyor. Bu iki
cümle bağlantılı. Askerîymiş gibi görünen kortej düzeni, aslında örgüt içi
disiplini ve eğitimi ifade ediyor. Özünde askeriye eleştirisi, kolektif olanın
bireyi ezdiği yalanına sırtını yaslıyor. Başkasına sırtını yaslayamayan,
güvenemeyen, illaki, başka bir güce yaslıyor sırtını ve tam da o sırtın dayandığı
yerden konuşuyor.
Solun kitlesel bir eylemliliğin ve hareketliliğin
içine koşulsuz girememesinin nedeni de burada. Sol, bu hareketin kendi özgün,
özel ve biricik varlığını yutmasından korkuyor. Bu korku ve kaygıda makul bir
yan var elbette. Ama sol öznenin kalkıp hareketin doğal liderleri yanında
hizalanması, korkunun güncellenmesi ve süreklileşmesini getiriyor beraberinde.
Örneğin bir sol örgüt, işçi hareketi içine girmekten
korkuyor, girse bile, gidip en fazla sendika liderleri ya da kendine benzer
önder işçilere bağlanıyor. Ufku onlarla sınırlı oluyor. Sonuçta o sendika
liderlerinin ve önder işçilerin oluşma imkânları ortadan kalkınca kendisi de
boşlukta kalıyor ve başka limanlara yelken açılıyor.
Burada mesele, aslında hareket içinde belirli bir
damar bulunması ve kavganın kan misali bu damarı beslemesi. Kendi sağlığı adına
huzurlu yerlere demir atan sol öznenin bu açıdan o damarları açması ve içinde
ilişkide olduğu unsurlarla birlikte ilerlemesi gerekli. Onu kendi örgüt
defterine kaydetmek ya da örgüt bürosuna taşımak yerine, kendisini o
ilişkilerin hayatına taşıması zorunlu.
Tekil bireyler etrafında dönen örgütlerin çoklu,
katmanlı ve aşamalı düşünmesi mümkün değil. Bu örgütlerin tek bir harekete bel
bağlamaları kaçınılmaz. Sonuçta örgüt politikayı, en fazla, demokrasi denilen
sahnede ilgili hareketin temsilcisi olarak arz-ı endam etmeye indirgiyor.
Solun kendisi dışındaki bir hareket karşısında kaygıya
kapılması doğal. Bu kaygı, ister istemez “hiyerarşi” kavramını gündeme
getiriyor. Örgütlenme, salt bu hiyerarşi kavramı etrafında anlaşılıyor.
Birileri yükselmek, birileri de mevcut hayatın keşmekeşinden kurtulmak için
belirli bir hiyerarşiye örgütleniyor. Sonuçta hiyerarşi, mutlaklaşıp
sabitleşiyor. Yeni durum ve dönemlere göre kendisini yıkıp yeniden inşa
etmiyor.
Oysa hiyerarşi kavramına “disiplin” ve “işbölümü”
kavramlarının da eşlik etmesi gerekli. Bu üç kavram pratikte sürekli sınanmalı,
sürekli ilişkilenmeli, bu üç kavramın pratikteki karşılıkları birbirlerini
daima beslemeli.
* * *
“Cehennem başkalarıdır” sözü Sartre dolayımıyla sarf
edilmiş, birey felsefesinin alamet-i farikasıdır. Başkasına güvenmemek ve onu
özgürlüğün kısıtlanması olarak görmek, daima başkalarına muhtaç olma hâline
karşı başlatılmış bir isyan gibidir. Ağızdan çıktığı ânda devrimciymiş gibi
görünen bu isyan, hep başkalarıyla ortaklaşmaya muhtaç olan devrimin altını
oyuyor.
Devrimse bireyin kendi hayatında başlayıp etrafa
yayılan bir hareket değil. O, birey denilen kendine kapalı bütünlüklerin
dağılıp parçalandığı bir gerçeklik.
Başkalık, ötekiliğe benzemez. İkincisinde önsel olarak
belirli mülkiyet ilişkilerinin onaylanması var. Başkalıkta ise mülkiyetten çok
aidiyet devrede. Sahnede sırtını partnerine yaslayamayan bir oyuncunun oyuna
ait olması da mümkün değil. Tersi de geçerli.
Başkalık, sonuçta, farkların mülkiyet ve rekabete göre
belirlenmediği bir gerçeklik. Ötekilikte farklar, tam da mülkiyete ve rekabete
göre belirlenir, daha doğrusu beliren farklar, mülkiyete ve rekabete dair
ayrışmalardır. Bu açıdan, öteki ile başka arasında ayrım yapmak, mülkiyet ve
rekabet belirlenimli verili gerçeği içinde geleceğin komünizmine ait çığlığı
duyabilmek için gereklidir. Komünizm, mülkiyetin ve rekabetin prangalarından
kurtulmuş insanların yaşadığı başka bir hayattır.
“Başka bir dünya mümkün” demek, verili dünya kurgusuna
ve o kurgu dâhilinde işleyişe ses etmez. Egemenlerin mekânına karşı zamana
içkin bir itirazdır. Egemenlerin zamanına da itiraz etmek gerekir. Bu itiraz
ise egemenlerin gelecek korkularını kendi korkularımızmış gibi yaşamadığımız
vakit uç verir.
“Başka bir dünya mümkün” siyaseti, zamana içkin
olmasına bağlı olarak, ister istemez, egemenlerin sürünceme siyasetine uyum
sağlar. Egemenler sorunların farkındadırlar ve o sorunların çözümlerinin
kendilerinde olduğu konusunda insanları kandırmak zorundadırlar.
Çoğu zaman, egemenlerin çözüm arayışlarına
alternatifler geliştirmek, anlamsız ve çıkışsızdır. Sonuçta anlam ve çıkış
hattı, hep egemenlerin ufkuna göre belirlenir. Bu açıdan, solun çözüm önerileri
sunmayı iş edinen think-tank’ler olmaktan kurtulması gerekir. Çözüm önerileri
sunanlar, dost güçlerin içinde faaliyet yürüten düşman unsurlardır. Çünkü
onlar, çözümlerin ve sorunların belirleyicisi olan güçlere hizmet ederler. Egemen
güçlerden kopmakta olanların tekrar o güçlere bağlanması, çözüm edebiyatı ile
birlikte gelir. Bu düzende sosyalizm çözüm bile değildir, o tüm soru ve
sorunların onları koşullayanlarla birlikte yok edilmesi girişimidir.
Öneriler sunma işi, biraz da içine bir biçimde girdiği
hareketin liderliğini ele geçirmek amacıyla, gereklidir. Sol bir örgüt, aslında
hareketin dibe vurmaya yüz tuttuğu noktada başa geçer, zirvesine ulaştığı yerde
değil. Öneri sunmak, bir bakıma, hareketin inişe geçtiğinin, sisteme entegre
olduğunun, diz çöktüğünün kanıtıdır. Öneriler, yalvarmak için edilen laflara
benzer. Onlar, eninde sonunda, içinde çalışılan kitleye sunulsa bile, o
kitlenin içinde, verili sistemle bağlarını kopartamamış unsurları örgütlemekten
başka bir sonuç vermez.
Hareket bir özneyi yutmasın diye hiyerarşi, disiplin
ve işbölümü tesis edilir. Ama bu üç unsur, hareketin sütten çıkmış ak kaşık
olmaması, sistemle hâlâ belirli bağlara sahip bulunmasından kaynaklı olarak
devreye girmelidir. Bütün olarak hareketi karşıya almak, gereksizdir.
Dolayısıyla, kitle bağları yakalanmışsa ya da Lenin’in
vurgusuyla, “doğru halka” sıkıca tutulmuşsa, oraya örgütlenmek de gerekir.
Esasında örgütlenmek, budur. Maddenin, üretimin, ekonominin belirleyiciliğini
bilmek, bilen özneyi belirlenimden azade kılmaz. Kıldığını zanneden sol
örgütler, hiçbir bozulmaya uğramadan ve bir yandan da hareket tarafından
yutulmadan, o hareketi “bir arkadaşa bakıp çıkılacak” bir mekân olarak görmeyi
sürdürürler. Burada arkadaşlık ve yoldaşlık arasındaki çizgi de silinir. Sadece
kendisine benzerleri etrafına toplamakla yetinilir.
Başkasına güvenmemek, hiyerarşiyi, disiplini ve
işbölümünü iğdiş eder. Örgütün kendisi ve oradan, örgüt içindeki belirli bir
konum mülkiyete ve rekabete ait bir olgu hâline gelir. Bu yüzden örgüt üyesi,
mevcut ilişkiler içinde üç unsurdan birini yüceye taşır ve unsurlar arasındaki
bağı kendi lehine keser.
Yer ve zamana göre, disiplini sürekli dayatan bir
kişi, hiyerarşiyi tanımaz ve işbölümünü imkânsızlaştırır örneğin. Disiplin
örgütsel bütünlükten kopup ayrılınca, ne hiyerarşi işbölümünden, ne de işbölümü
hiyerarşiden bir şeyler öğrenir.
Öteki, özgül, ayrıksı, kendinden menkul ve
bağımsızken, başka, hâlâ bütünsel bir oluşa aittir. Başkasına muhtaç olmak,
öteki denilen kurda yem edilmemelidir.
* * *
Allah, “praksis”tir (Çakal Carlos), “halk”tır (Ali
Şeriati). Dolayısıyla, tek başına bir eylem içinde olmak pratikse ve
başkalarıyla karşılıklı etkileşim içinde eyleme geçmek, praksisse, buna iman
etmek olmazsa olmazdır. Başkaları kolektif bir praksis olarak günbegün halkı
teşkil ediyorlarsa, bunun ipine bağlı olmak komünist faaliyet için gereklidir.
Örgütlü olmak ve örgütlü bir eylemlilik içine girmek, buraya bağlıdır.
Sadece kendisine güvenen, sadece kendisine inanan,
kendi pratiklerinin herkesin pratiklerine galebe çalmasını isteyen, kendi
hayatını hayat, başkalarınınkini hikâye olarak gören, kendi dünyasının
dışındakini hayal kabul eden, uğradığı baskı ve zulüm sonucu ters bir tepki
olarak kendiliğinin altını kalın harflerle çizen, sürekli kendisini mutlak bir
sınır olarak dayatan bir kişinin tüm galipleri ezen, tüm hayatları içeren, tüm
dünyaları ortaklaştıran, tüm sınırları silen bir tek Allah’a iman etmesi elbette
ki mümkün değildir. Ama Allah yoksa başkanın anlamı yoktur; bu noktada praksis
gerçek bir zemin, kolektif olan ise hayat imkânı bulamaz.
Allah, Kur’an’da “yaşanmadan çözülmeyen sır benim”
der. Tasavvuf metinleri bu ayetin aşka işaret ettiğini söylerler. Aşk ise en
saf, başkasına güvenme, iman etme hâlidir. Devrimcilerin maşuku ise
sınırsız-sınıfsız bir yarındır.
Eren Balkır
27 Kasım 2012
0 Yorum:
Yorum Gönder