25 Kasım 2012

, ,

Şiir ve Latin Amerika Devrimi


Dünya, bir kez daha çalkalanıyor. Tüm çıplaklığıyla, tam bir kargaşa içinde bulunan bir dizi Arap ulusu, onlarca yıl süren adaletsizliğe karşı isyan ediyor. Ancak mücadeleleri her daim bir ideolojiye yaslanmıyor ve hatları belirsiz bir nitelik arz ediyor. Batı, mevcut kafa karışıklığından her yönüyle istifade ediyor, kendi gündemini dayatıyor, Suriye gibi ülkeleri istikrarsızlaştırıyor ya da Libya örneğinde görüldüğü üzere, bu ülkelere doğrudan saldırıyor.

Avrupa ve Kuzey Amerika sömürgeciliğinin yeni dalgası ve yeni bir türü tarafından imha edilen Afrika ise kan kaybediyor. Kongo’da, bir önceki ve şimdiki sömürgeci güçlerin ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının teşvik ettiği birkaç yıl süren katliamda on milyon kişi ölüyor.

Batı, yüksek ekonomik büyüme düzeyleri için Hindistan ve Endonezya’yı övüp duruyor ama dürüst olmak gerekirse, bu iki ülke, toplumsal adaletin dağıtımı konusunda tökezliyor ve o dehşetengiz feodalizm umacısına sarılmak zorunda kalıyor.

Haziran 2012’de Boston MIT’de karşılaştığım Noam Chomsky’nin ifadesiyle, “belki de Arap ülkeleri bugünlerde Latin Amerikalı ulusların on yıl önce oldukları yerde bulunuyor.”

Muhtemel, ama aynı zamanda Arap coğrafyası ile Latin Amerika arasında hem tarihsel hem de kültürel düzlemde çok sayıda farklılık olduğu görülüyor.

Güney Amerika kıtası bağımsızlık ve gerçek özgürlük için verdiği mücadeleyi kazanıyor. Kıtada Paraguay’daki batı destekli darbe ve Kolombiya’nın umutsuzca bölünmesine yol açan fiilî durum gibi bir dizi aksaklıktan söz etmek mümkün. Ancak toplamda Güney Amerika kıtası, emperyalizme karşı verdiği o uzun ve destansı savaşı kazandı ya da en azından şimdilik muzaffer görünüyor.

Soru şu: Latin Amerika, mevcut deneyimini dünyanın geri kalan kısmı ile paylaşabilir mi? Onun Arap halkına, Hintlilere, Pakistanlılara, Endonezyalılara ya da Afrikalılara ilham vermesi mümkün mü?

Bu sorunun cevabını bilmesem de galiba bir cevap vermek zorundayım. Bu bizim sorumluluğumuz ve görevimiz. Hedefimiz, mücadelemiz ve halkımız önemli. Devrimlerimiz, zihin açıklığına, enternasyonalizme ve dayanışmaya dayanıyor.

Umudu paylaşıp yaymak çocuksuluğun ispatı ise varsın olsun; biz milyarlarca hayatı daimi sefalet durumu içine fırlatıp atan olumsuzcu ve yenilgici düşünceyle mücadele edelim, bunlara Latin Amerika’nın dağlarında, ovalarında ve ormanlarında uzun zamandır mücadele ettiğimiz gibi, o büyük yüreklerimiz ve güzel iradelerimizle birlikte karşı koyalım.

Resmî batı basını bize gülüyorsa, varsın gülsün. Bugün Latin Amerika’nın dünyayla paylaşacağı çok şeyi var: kıta fakirler için on milyonlarca konut inşa ediyor, açları doyuruyor ve yüzlerce yıl cehaletin karanlığına mahkûm edilenleri eğitiyor. Yeni sömürgeci tasarımlar aleyhine Birleşmiş Milletler’de oy kullanıyor. Ve imparatorluğun tehdit ettiği ülkeleri giderek artan oranda, destekliyor.

Ancak ben, “vaaz vermeyi bırakıp deneyimlerimizi paylaşalım” diyorum.

Latin Amerikalı yoldaşlarımı ve meslektaşlarımı mücadelemiz ve devrimlerimizle ilgili ilham verici analizler dizisi üretmeye davet ediyorum. Gelsinler ve (batının değilse de) bizim tanık olduğumuz o toplumsal adalet ve özgürlük için onlarca yıldır verilen kararlı mücadelemizi izah etsinler.

Böylesi raporlar bizim tarafımızdan, (benim gibi) Latinleşip yeni bir kimlik elde edene dek onlarca yıl Latin Amerika’da yaşayanlar ve Latin Amerikalılarca kaleme alınsın.

Bu raporlar, CounterPunch ve Z gibi ilerici yayınlar ve sitelerce yayılsın etrafa.

Ayrıca çağrım Arap ülkeleri, Afrika, Endonezya, Pakistan ve Hindistan’daki yoldaşlarıma ve meslektaşlarıma. Herkes bu raporları kendi dillerine tercüme edip ülkelerinde yaygın bir biçimde dağıtsın. O vakit doğrudan bir tartışma içine girelim hep birlikte.

Güney Amerika’daki başarının yinelenip yinelenemeyeceğini görelim. Küba, Venezüella, Ekvador ve Brezilya’nın Mısır, Fas, Bahreyn, Hindistan, Uganda, Kongo, Endonezya ve Pakistan’a ilham verip veremeyeceğine bakalım.

* * *

Bu makaleyi, Güney Amerika’daki değişimler ve devrimler üzerinde şiirin ve şarkıların yol açtığı derin etki hakkında kelâm edebilmek için kaleme alıyorum. Bizi muzaffer kılan sadece beyinlerimiz değil, kalplerimiz, yaratıcı erkek ve kadınlarımızın tüm kıta genelinde başkalarına gitme, onlara ilham verme, hatta çoğu vakit onları öfkelendirme konusunda gösterdikleri o büyük yetenek ve beceridir bizim kazanmamızı sağlayan.

Aramızdaki kültürel farklılıkların çok büyük olup olmadığından ya da şarkılarımızın çok uzak düşüp düşmediklerinden pek emin değilim. Bize dokunan, bizleri sokaklara ve barikatlara taşıyan şeylerin aynı şekilde Karaçi ya da Kahire’deki insanları kuşatıp kuşatmayacağını bilmiyorum. Yeminle bilmiyorum. Ama gene de cevap vermeye çalışayım. Bizim şarkılarımız ve şiirlerimiz güzel, bunların bizim kazanmamıza katkı sunduğu kesin. Paylaşmanın kimseye zararı olmaz herhâlde!

Hindistan, Kuzey Afrika ya da Sahraaltı Afrika’ya ya da Ortadoğu’ya gittiğimde bana sürekli Venezüella, Bolivya, Küba ve Brezilya hakkında sorular soruluyor.

Herkes “bir şeyler duymuş” ama kimse sezgisel olarak batılı kaynaklara pek güvenmiyor. Bu nedenle herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaksızın, onlara gerekli bilgileri doğrudan bizler verelim.

Ayrıca salt konuşmakla yetinmeyip yazılar yazalım. Zaferlerimizi ve mücadelemizin güçlüklerini onlarla paylaşalım. Sevgili Latin Amerika’mızı ayağa kaldırıp, bugünkü gibi dik tutmanın nelere mal olduğunu onlara izah edelim.

Şiir ve Devrim

Onun üç evi vardı. Kendi elleriyle yaptığı bu evlerin üçü de müthişti. Yirminci yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan bu kişi, Şili’de “Don Pablo”, dünya genelinde Pablo Neruda olarak biliniyordu.

Evlerden biri Şili’nin Santiago şehrinde, Bellavista denilen kural tanımaz bir mahallede, bir tepenin üzerindeydi. İkincisi bir liman şehri olan Valparaiso’da, o muhteşem körfez manzarasına sahip, ufuk boyunca uzanan okyanusa bakan bir evdi. Üçüncüsü ise “Kara Ada” (Isla Nehra) denilen mütevazı bir sahil köyündeydi. Ada olarak anılsa da ada değildi burası, mükemmel, falezli bir sahilin yakınında, bir avuç evden oluşan bir yerdi. Isla Nehra, Pasifik’in devasa dalgaları karşısında, küçük bir tahta kulübede, şairin o en güçlü şiirlerini kaleme aldığı yerdi.

Neruda’nın birçok şiiri öfke yüklü; bu şiirler silâhlanmaya dönük birer ateşli çağrı. Komünistti Don Pablo ve Latin Amerika’nın verdiği hakiki bağımsızlık mücadelesine inanıyordu, o devrime ve her şeyin ötesinde kıtanın birliğine bağlı bir isimdi. Muhtemelen en büyük ve en abidevî şiiri, “Machu Picchu Tepeleri”. Şiir, muhteşem bir isyankârlık ve dayanışma ruhu ile bitiyor:

Bana sükût, bana su ve umut ver.
Bana mücadeleyi, demiri ve volkanları.
Bırak yapışsın bedenler bedenime mıknatıs gibi.
Hızla ak damarlarımda, ağzımın içinde dolaş.
Benim sözümle konuş, benim kanımla dile gel.

Ama sahip olduğu kudrete rağmen bu, La Sebastiana’nın (Neruda’nın müzeye çevrilen evinin) ön yüzündeki sütunlara nakşedilmek için seçilmiş olan bir şiir değildi tabiî. Bu şiir, faşizmin o uzun ve karanlık yılları boyunca gençleri dışarıdan dayatılmış olan o korkunç diktatörlüğe karşı dövüşme konusunda ilham veren şiir de değildi. Bu şiir, Şili ve Şili’nin özgürlüğü için bu gençleri hayatlarını riske atıp ölmeye itmemişti.

Şaşırtıcı olan şu ki, âşık olduğu bir kadına yazdığı en basit ve en mütevazı dizeler bile direnişin içinde atılan bir savaş çığlığı hâline gelebiliyordu:

… Beşinci mesele de gözlerin,
Matilda’m, aşkım,
Gözlerin olmadan uyumak,
Sen bana bakmıyorsan yaşamak isteyen kim:
Bana baktığını görmek için
Baharı bile feda edebilirim.

İşte işin sırrı da burada! Latin Amerika Devrimi ve son dönemde yaşanan zaferler, sadece toplumsal adalet için verilen mücadeleyle bağlantılı fikirler üzerine inşa edilmedi. Neredeyse kıtanın tümünü kucaklayan başarıları ve zaferleri getirenin solcu muhakeme, diyalektik ve çerçevesi iyi çizilmiş pragmatik hedef ya da ilkeler olduğunu düşünenler süreci tümüyle yanlış anlıyorlar.

Dünyanın bu kısmındaki devrimler, duygu, şiir, duygusal taşkınlar ve sanatla ilgilidir aynı zamanda. Söz konusu devrimlerin temelde bu denli donkişotvari, duygusal ve güzel olması elbette kaçınılmazdı.

* * *

Silâhlı mücadele içindeyken bile, sanat ve düşler dünyası, Latin Amerika’daki adalet ve eşitlikçi toplum mücadelesinde önemli bir rol oynadı.

Burada isyan çoğunlukla şiirlerde, şarkılarda ve tuvallerde mayalandı. Buenos Aires ve Şili-Santiago tiyatroları semteks (plastik patlayıcı) yüklü bir kamyonet kadar infilak edici olabiliyor.

Devrimle şiir arasında belirli bir sınıra tesadüf etmek, çoğunlukla mümkün değil; ikisi her daim harmanlanıyor.

Şili’nin liman kenti Valparaiso’da bir tiyatro oyuncusu bir seferinde bana, “Kolera Zamanında Aşk” romanındaki Florentino Ariza isimli adamın “hayatının aşkı kendisini reddettiğinde tüm düşlerinin paramparça olduğunu” söylemişti.

Aktörün benim oyunumda oynaması gerekiyordu, bu sebeple rolü tartışmak için onunla buluştum ama toplantı bir süre sonra felsefî bir içerik kazandı.

“Fermina Daza başkasıyla evlendi, dolayısıyla Florentino’nun önünde sadece iki seçenek vardı: ya kadın için aşkından vazgeçip dövüşecekti… Ya da bekleyecekti… Bunun ne kadar süreceğinin bir önemi yoktu, sadece bekleyecekti. Ariza elli bir yıl dokuz ay dört gün beklendi… Ama sonunda kazanan o oldu. Âşık olduğu kadın onun oldu… Yetmiş küsur yaşlarında olsa da sevdiği kadın onundu. Anlıyor musun?”

Ben hemen analize geçtim: “Takmış kafaya bir kere”.

“Hayır!” diye bağırdı aktör umarsızlıkla. “Nasıl bu kadar kaba olabiliyorsun!” dedi bana. Bir bardak daha beyaz şarap söyledi. “Görmüyor musun? Tıpkı devrim gibi! Biz bekledik; dövüştük. Çok şeyi feda ettik… Ama işte sonuç: nihayet zafer bizim oldu.”

Gabriel Garcia Marquez elbette ki büyük bir komünist romancı. Kolera Zamanında Aşk romanı da muazzam bir edebî başarı, gayet güçlü ve derinlikli bir roman. Ama ben, Fermina Daza ile devrim arasındaki paralelliği hiç düşünmemiştim daha önce. “Ama neden olmasın?” Şarabımı yudumlayıp arkamda hüzünlü bir tango eserini çalan akordiyoncuyu dinlerken, “Neden olmasın? Fermina Daza’yı beklemek devrimi beklemek gibi…” diye düşündüm.

* * *

Hikâyeler, şiir, müzik, dans ve tiyatro, bunların tümü burada çok önemli. Latin Amerika’da hiçbir devrim bunlar olmadan gerçekleşemezdi.

Barikatlara koşmadan önce bu kıtanın halkının sadece “ikna” edilmesi değil, bu halkın ruhuna dokunulması, onun biraz kıpırdatılması gerekiyordu.

Birkaç yıl önce Avustralyalı dostum Tamara Pierson’ı Venezuela’da, And Dağları’nın ortasındaki Merida şehrinde ziyaretim esnasında (Tamara Venezuela’ya ve devrime çok şey katmış bir isim.), hükümetin fakirlere, milyonlarca kitap dağıttığı bir kampanyaya tesadüf ettim. Ülke genelinde Don Quixote gibi çok sayıda klasik, halka dağıtılıyordu. Bunlara ek olarak devletin elindeki kitapçılarda bulunması mümkün şiir ve dünya edebiyatının şaheserlerine de ulaşmak mümkündü.

Bu jest gayet muhteşemdi ama sadece bir jestten ibaret de değildi. Venezuela, Bolivya, Uruguay, Ekvator ve diğer ülkeler fiiliyatta hümanizmin temel ilkeleri için mücadele ettiğinden, bu yaklaşım oldukça mantıklı ve stratejik bir hamleydi. İnsanların epey yol alıp Karl Marx’a, Başkan Mao’ya, Lenin’e ya da Chavez’e gitmeleri gerekmiyordu, zira meselenin özü bu kitaplardaydı, Victor Hugo, Cervantes, Maxim Gorki, Tolstoy ve Tagore’un yazdığı eserlerde.

İşçi sınıfının ve köylülüğün şiir ve roman gibi entelektüel üretimleri asla anlamayan beyinsiz hayvanlar olduğu bahanesiyle dünyadaki birçok seçkin, felsefî düşünce ve “asil duygular”ı hep kendilerine sakladılar. Oysa tam aksine, Latin Amerika’daki bazı ülkelerde herkesin düşünme ve hissetme hakkına sahip olduğunu söylüyor, bu nedenle herkese o muhteşem eserleri dağıtıyorduk. Seçkinci teorilere meydan okumak suretiyle, en mütevazı insanların bile klasikleri okuyup bunlardan haz duyabileceklerini ve bu eserleri kolaylıkla anlayabileceklerini söylüyorduk.

Anladıkça kendilerini eşitleri olarak görenleri de daha fazla destekleyeceklerdi. İnsanlar ideoloji değil, doğal insanî güdüler aracılığıyla devrime ulaştılar. Halk kendisine saygı duyanı, her şeyi kendisiyle bölüşeni ve kendisine insaniyetle yaklaşanı kucakladı.

Sanatın kapılarını topluma açmak, ilerici Latin Amerika toplumlarındaki birçok eğilim üzerinde oldukça olumlu ve derinlemesine bir etkiye yol açmaya başladı. Örneğin eğer insanlar erken yaşta sadece şiddet yüklü, kaba videolara ve standardize edilmiş, çoğunlukla ruhsuz ve ticaretin güdülediği eğlencelere maruz kalmışsa, ortaya ne tür bir sonuç çıkabilirdi ki? Marti, Neruda ya da Tagore okuyan bir adamın karısını ve çocuklarını giderek daha az dövmeye başlayacağı açık değil mi?

İnsanlar yüzeysel olmayan bir biçimde iyi ile kötüyü kıyaslamaya yatkındırlar, dinleri veya ideolojileri gereği ama iradî biçimde ve derinlemesine, gözleri önünde doğrudan sokaklarda ya da gecekondularda insanlar çürürken onları o şekilde boş bir ifadeyle izlemeyi mantıken reddederler.

* * *

Merida’yı terk etmezden önce, “Tamara, ‘Valparaiso’nun Hayaleti’ isimli tiyatro oyunumu beğendin mi?” diye sordum.

“Erkek arkadaşımla birlikte sesli sesli iki kez üst üste iki gece okuduk.” Tamara, o devrimci ruhunun eşlik ettiği ciddi yüz ifadesiyle bu cevabı verdi ve devam etti: “İki gece boyunca ağladık.” Daha ekleyecek bir söz yoktu bu cevaba ve ben çok mesuttum; Latin Amerika ölçütlerine göre o bana oldukça saf ve samimi bir takdir emaresi göstermişti bir kere.

Peru ve Kolombiya’da, geceleri Marti ya da Cesar Vallejo’nun şiirlerini okuyup sabahları korkusuzca en şiddetli savaşların içine atılmakta tereddüt etmeyen insanlar tanıdım. Siperlerde eşlerine ya da kız arkadaşlarına şiirler yazan adamlar gördüm. Burada, Latin Amerika’da güçlülük ve dayanıklılık gerçek manada esas ve gerekli ise, bir kişi güçlü ve dayanıklı olduğu ölçüde, hissetmek ve duygusal olmak utanılacak ya da saçma kabul edilecek bir şey olarak görülmez.

* * *

Sanat insanlara düş kurmayı öğretir, sonra da düşler toplumları ileri iterler.

Şiir sadece ateşli bir çağrı değil; çoğunlukla şefkat, merhamet ve düşüncelilikle ilgilidir. Birçok şiiri sarıp sarmalayan duygusal ve melankolik yastık, alışılageldiği biçimiyle, ruhu en çok delip geçen acıyı dindirip bağışlamayı teşvik edebilir.

Ama Latin ruhunu biçimlendiren ve derinlikli, büyüleyici bir ulusal ve kıtasal kimliğin oluşmasına yardım eden yegâne şey şiir değil; sinemadan tiyatroya, edebiyattan müziğe, sanatsal ifadelerin tüm kapsamı.

Bu, aynı zamanda bir hayat tarzı. O cuma ve cumartesi gecelerinde, Bazen dans edip bazen içerek ama hep konuşarak, bir tiyatrodan diğerine, bir sergi salonundan bir başka sanat galerisine dolaşıp sabahlara kadar arkadaşlarla birlikte fikir, bilgi ve keder alışverişi içine girmekle malul bir hayat bu.

O dolaysız alışverişleri ve fırtınalı tartışmaların yerini alacak bir sosyal ağ, Skype ya da herhangi bir internet iletişimi yok, dudakların kıpırtısını, dostların yüz ifadeleri ve el hareketlerindeki sıcaklığın yerini alacak bir elektronik medya da…

Latin Amerika’nın birçok büyük toplumsal ve politik anlayışı, sahnede ya da ekranda o devasa eserleri dostlarla birlikte izledikten sonra kafe masaları etrafında toplaşıp geceler boyunca tartışarak oluşturuldu.

Sanat eğitmekle kalmaz ayrıca insanlara düşünme ve hissetme konusunda cesaret verir, ayrıca onların iyiyle kötü arasında temelli bir ayrım yapmalarına yardım eder. Bu niteliklerinden soyulmuş her türden devrim, bahtsız kimi yerlerde yaşandığı üzere, sadece katliama yol açar.

Neredeyse tüm Latin Amerika devrimlerinin şiire yaslanması, aşk ve güzelliğe özlem duyması, “alçakgönüllü” ve “ölçülü” hareket etmesi şaşırtıcı değildir. Gaddarlığı, kıyımı ve tecavüzü devreye sokan hep batı destekli faşist salgı olmuştur.

* * *

Batılı yeni sömürgeci yönetimlerin eline düşen tüm ülkelerde sanatın hızla marjinalize ya da imha edilmesi ve sanatçılarla birçok aydının hapse tıkılması ya da doğrudan tasfiye edilmesi pek şaşırtıcı bir gelişme değil. Faşist yöneticilerin en son istediği şeyin kitlelerin kültürlü ve en iyi şekilde bilgilendirilmiş tutkulu bir hareket teşkil etmesi olması sebebiyle, bu gelişme gayet mantıklı.

Ama darağaçlarından ve cellâdın ilmeğinden daha yıkıcı ve etkili olan bir şey de sanatın “eğlence” derekesine düşürülüp itibarsızlaştırılmasını amaçlayan o acımasız kampanyalar. Kanaatime göre bu politika, sadece Güneydoğu Asya’da değil, birçok Arap ülkesinde de başarılı oldu.

Düşünmek yorucu ve modası geçmiş, “ciddi konular” (ülkeyi geliştirecek ya da halkın kaderini değiştirecek her şey) sıkıcı, saf duygular ise olumsuz bir “hissiyat” olarak tarif edilmiş hep.

İnsanın “havalı” ve “sakin” olması için “hafif” olması gerektiği iddia edilmiş. Bu da önceden seçilmiş ezgileri dinlemeyi, önceden imal edilmiş gıdaları tüketmeyi, Hollywood ve Disney izlemeyi kabul etmek anlamına geliyor.

Oysa Latin Amerika tüm bunlara direndi. En ciddi konuları muhteşem şaheserlere dönüştürdü. Şairler ve ozanlar stadyumları doldururken, Buenos Aires ve Santiago şehirlerinin ana caddelerindeki sinemalar İran ya da Çin filmlerini gösterdi. Kıta, uzun şiirler, kitaplar ve uzun soluklu makaleler kaleme almaya devam etti. Anlamsız addedilen o “hafif” olmak denilen şey burada zerre saygı görmedi. Buranın ana şiarı, “hayatı olabildiğince dolu dolu yaşa ama düşünüp yaratmaya da devam et.” oldu.

* * *

Arjantin’deki askerî diktatörlük 1982’de rezil olmaya yüz tuttuğu günlerin öncesinde, dönemin en büyük şarkıcılarından biri olan Mercedes Sosa sürgünden eve döner. Tüm kıtanın âşık olduğu ve o peygambervari, güçlü sesini hayranlıkla dinlediği Sosa, medyanın onlarca yıl “mükemmel kadın” olarak takdim ettiği imajının tam aksine, göz alıcı bir kadındı. Bayan Sosa, etine dolgun ve yerli bir simaydı. Ama Sunset Bulvarı’na değil, El Puerto’ya aitti her hâliyle.

Bir akşam vakti, “Avrupa kültürü”nün kesinlikle en yüce kubbesi olan, dünyadaki en büyük opera binalarından birine, Buenos Aires’teki Teatro Colon sahnesine çıktı.

Salon hıncahınç doluydu. Konser esnasında söyleyeceği bazı şarkılar hâlâ yasaklıydı. Ama sahnedeki görünümü, faşizmin yarattığı korkuların kısa bir süre sonra sona ereceğini vaat ediyordu. İleride konseri izlemiş olanlar salonun herkesi heyecanlandıran havasını anlatıp durdular. Mercedes Sosa, o çıplak sesinin tüm gücüyle, askerî cuntanın tecavüzcülerine ve katillerine meydan okuyor gibiydi. Söylediği ezgiler, karanlığın o uzun yılları boyunca duygusal ve ruhsal açıdan tüm insanları ayakta tutan ezgilerdi. Sahnede, dünyada başka hiç kimsenin yapamayacağı bir şekilde, dile döktü şarkılarını.

Maria ve güneş hakkında bir şarkı söyledi: “Gidiyor Maria”. Bu şarkıyı, direniş, tutku, aşk ve devrim yüklü diğer şarkılar izledi. Tüm şarkılar bu müstesna kadının sesinde can buldular.

Sonrasında bu konserin kaydı tüm zamanların en büyük klasik eserlerinden biri hâline geldi. Seyirci ağladı, kükredi. O ân ıstırap bitmişti. Hapishanelerde, evlerde, mahzenlerde, işkence odalarında söylenen, geceleri fısıldanan bu güzelim şarkılar, Buenos Aires opera binasının sahnesinden kan ve gözyaşı gibi serbestçe süzülüyordu.

Onun şarkılarında tüm sisteme meydan okuyan neydi? Şarkıları savaşa çağrı mı yoksa sisteme savrulmuş bir küfür müydü, bu şarkılar politikanın kendisi miydi?

Nueva Cancion [“Yeni Şarkı”] hareketinin Şilili kurucusu, 1967’de intihar eden büyük müzisyen ve şair Violetta Parra’nın bestelediği bir şarkıyı seslendirdi.

Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me dio dos luceros, que cuando los abro,
Perfecto distingo lo negro del blanco
Y en el alto cielo su fondo estrellado
Y en las multitudes el hombre que yo amo

Bana bunca şeyi bahşetmiş hayata şükürler olsun
İki yıldız verdi bana ve ben onları açtığımda
Siyahla beyazı hakkıyla ayırabiliyorum
Gökyüzünün en tepesindeyken en derini aydınlatıyor
Ve kalabalığın içindeki sevdiğim adamı bana gösteriyor.

Mercedes ayrıca büyük bir umutsuzlukla kendisini Mar de Plata’da denize atan Arjantinli şair Alfonsina Storni ile ilgili melankolik, müthiş bir şarkı söyledi:

İşte sen de gidiyorsun Alfonsina
O yalnızlığınla
Hangi yeni şiirleri buldun söyle?
Rüzgârdan ve tuzdan
Eski bir ses
Ruhunu kırıyor
Ve düşlerindeki gibi
Seni alıp götürüyor
Suyun yüzünde
Uyuyor, Alfonsina
Denizi giymiş canına

Tüm bu şarkılar üzerine Kahire ya da Kazablanka’daki sabırsız bir genç reformcu, “E, devrim bunların neresinde?” diye sorabilir. “Hep hüzün, aşka hasret, melankoli ve güzellik, hep ayrılık ve umutsuzluk… Barikatlara çağrı nerede, nerede isyan?”

Muhtemelen Latin Amerikalılar bu sorulara “İşte tam da orada… O şarkıların içinde… Tüm o aşk şiirlerinin içinde, işitmiyor musun?” diye cevap verecektir.

Ansızın her şey dolaysızlaşır bu şarkılarda.

Sanki bu tartışmayı duymuşçasına, konser esnasında Mercedes Sosa aniden ritmi değiştirir. Uruguay’dan güzel bir eski milonga seslendirmeye başlar:

Sürüyle erkek kardeşim var.
Sayısını ben bile bilmiyorum.

Seyircinin nefesi kesiliyor. Bundan sona neyin geleceğini biliyor zira. Gece doruk noktasına ulaşmak üzeredir.

Sosa, fakir insanların sıcak elleriyle ilgili şarkılar söylüyor, sonra birden ölümden, nereden geldiği önemli olmayan, bizi takip etmiş insanlarımızın ölümünden bahsediyor.

Çıt çıkmayan salon birden yerini kulakları sağır eden bağırışlara bırakıyor. Mercedes Sosa, tam bu noktada, samuray kılıcı misali, o tek, kısa, mükemmel ve ölümcül darbeyi indirir:

Sürüyle erkek kardeşim var.
Sayısını ben bile bilmiyorum.
Bir tek kızkardeşim var ama
En güzeli
Adı özgürlük!

Birkaç ay sonra askerî cunta devrilir.

Mercedes Sosa 2009’da vefat eder ama Latin Amerika devrimi hayatta kalır. Sosa’nın son yolculuğundan hemen önce, kendisinin büyük hayranı olan Arjantin Cumhurbaşkanı Cristina Kirchner sembolik ve hayli duygusal merasimde ulus ve tüm Latin Amerika adına elini tutar ozanın. Bu iki güçlü kadın birçok yolu katederek modern Arjantin’in sembolü hâline gelmiştir. Cristina Kirchner’i gençliğinde dönüştüren de muhtemelen Mercedes Sosa olmuştur.

* * *

Duygusal patlamalar, şiir, güçlü lirik şarkılar, umutsuzluk, ortaya saçılmış duygular ve düş kurma becerisi olmaksızın Latin Amerika’da gerçek özgürlük ve adalet mücadelesinin muzaffer olması imkânsızdı.

Duygusalız, evet. Hayalperestiz ayrıca. Dünyamız epey soyut. Birçok farklı şeyden oluşmuşuz, bu doğru.

Küba’da bile müzisyenlerin ve ozanların en yetenekli ve en popüler isimlerinden biri olan Sylvio Rodriguez dolaysız bir dille devrimden nadiren söz etmiştir. Genel olarak dili soyuttur. Neredeyse tüm şarkıları felsefîdir, çok azı silâha davet eder. Ama bu şarkıları dinleyen birisinin Küba’yı savunurken ölme konusunda tereddüt etmeyeceği açıktır. “La Maza” isimli şarkısı tam da bu gerçeği anlatır:

En zoruna inanmasaydım.
İnanmasaydım arzuya.
İnandığıma inanmasaydım
O saf olana
İnanmasaydım her bir yaraya.
İnanmasaydım can bulana.
İnanmasaydım arkasında saklı olana.
Hayatından geçercesine birini kardeş kılmaya.
İnanmasaydım beni dinleyene
Beni incitene
Geride kalana.
İnanmasaydım o savaşanlara!

Biz düşlerin ve duygusal eğitimin devrim için gerekli hazırlık çalışması için zorunlu olduğunu öğrendik. Bir insan, dudaklarında şiir, yüreğinde aşk, savunup yeniden biçimlendirmek istediği vatanına dönük bağlılığı olmazsa, bir savaşa nasıl girebilir ki? İşte Latin Amerika’nın yolu yordamı budur. Bu yaklaşım burada işe yaramaktadır. Dünya ne düşünürse düşünsün, bu akıl ve yürek bu kıtada işlemektedir!

Yıllar yılı hasımlarımızın şiirlerinden ve şarkılarından daha iyi eserlere sahip olduk hep. Yıllardır hedeflerimiz ve hümanizm ayrılmaz ikiz kardeşlerdi. Yıllardır savaşıyor ve kaybediyorduk, çünkü düşmanın orduyu ve seçkinleri yozlaştırmak için elinde daha çok tankı ve daha çok parası vardı.

Sonra birden her şey değişti.

Gördüğünüz gibi, her şey değerlerle ilgili. Birileri ülkeyi soyuyordu, çünkü arabalar ve villalar dürüstlük, bilgi, insaniyet veya güzellikten daha fazla “itibar” kazandırıyordu. Değer sistemini değiştirme yönünde kararlı bir mücadele içine girilmeden yozlaşmaya karşı koyulamazdı.

Bu tezi uç noktasına vardıralım artık: eğer iyi yazılmış bir şiir, insanlardan ve ulustan açık kırmızı renkli bir Ferrari’ye kıyasla daha fazla takdir topluyorsa, o vakit insanlar çalıp çırpmaya son verip yazmaya başlayacaklardır. Küba’da halkın büyük bir çoğunluğu tercihini şiirden yana yapmaktadır. Venezuela gibi ülkelerde aynı ilkelerle yetiştirilmiş bir nesil vardır artık.

* * *

Latin Amerika devriminin en köklü şiirlerinden biri, Nikaragualı şair Ernesto Cardenal’in “Papağanlar” isimli şiiridir:

Dostum Michel Honduras sınırı yakınındaki
Somoto’da görevli bir subay
Anlattığına göre Birleşik Devletler’e
İngilizce öğrenmeleri için kaçırılmayı bekleyen
Birkaç kaçak papağan bulmuş.
186 papağan varmış,
Bunların 47’si kafeslerde ölmüş.
Dostum onları getirildiklere yere geri götürmüş.
Plains denilen bir yere yaklaşmış kamyon.
Papağanların yurdu olan dağların yakınındaki o yere.
(o düzlüklerin hemen arkasında yüce dağlar yükselir)
Papağanlar heyecanlanmış birden, başlamışlar kanatlarını çırpmaya
Kafeslerin içinde itişip kakışmaya.
Kafesleri açılınca
Sağanak misali bağırarak
Uçup gitmişler dağlara.
Devrimin de bizim için yaptığı bu bence:
Kafeslerimizden kurtardı bizleri
İngilizce konuşmamız için kapatıldığımız o kafeslerden.
Ülkemizi bize geri verdi
Sökülüp atıldığımız o yurdumuzu.
Yeşil dağlar papağanlara
Geri verildi
Yeşil bayraklı yoldaşlarınca.
Ama geride 47 ölü kaldı.

Ernesto Cardenal ile tanışma imkânı buldum. Çok gençtim, Şili’deki diktatörlük yeni devrilmişti ve Avrupa’da çıkan bazı dergiler için komşu Peru’daki iç savaşla ilgili haberlerin peşinde koşmaktan yorulmuş, birkaç ay sonra mola vermek için Santiago’ya gelmiştim.

Cardenal, restore edilerek şehrin en önemli kültür merkezlerinden biri hâline dönüşen Estacion Mapocho’daki kitap fuarında okuma yapmak için gelmişti.

Bir izdihamın yaşandığı söylenemezdi, Şilililer bu tip konularda gayet kibarlardı ama içeri girmek için dirseklerinizi de kullanmanız gerekliydi. O muazzam alan, çoğunluğu gençler olmak üzere, tıka basa doldu.

Cardenal, Latin Amerika solunun ikonlarından birisiydi, o bir şair, sonrasında bir devrimci, daha sonra ilk Sandinist hükümeti süresince Nikaragua Kültür Bakanı, sonrasında bir rahip ama hâlâ devrimci ve hâlâ şairdi. Çok az konuştu. Hacimli kitabını, en son çıkan o abidevî “Kozmik İlahiler”i eline alıp okumaya başladı.

Her bir şiir tıpkı “devrimci futbolcu” Diego Maradona’nın attığı gollere verilen tepkiye benzer bir tepkiyle karşılandı. Yaşanan tam bir çılgınlık hâliydi. İnsanlar bağırıyor, kucaklaşıyor ve ağlıyordu.

Cardenal’in sesi bir peygamberin, savcının ve ozanın sesine benziyordu.

Onunla konuşmalıydım. Bu gücün, bu büyünün kökenini ona sormak zorundaydım. Sahne arkasına geçer geçmez fırladım yerimden. Yanına gittim. Genç kızlar, orta yaşlı kadınlar, gazeteciler ve fotoğrafçılar vardı yanında. Herkes birbirini itiyordu ve şairi kuşatma altına almıştı.

“Hiç şansım yok” dedim kendi kendime. Ama vazgeçmeye de niyetim yoktu.

“Don Ernesto!” diye bağırdım. “Don Ernesto, sizinle konuşmam lâzım!”

Fark etti beni. “Lâzımsa konuş o vakit” dedi.

“Ama…” deyip insanları gösterdim. “Bir toplantı, bir randevu için gün belirleyelim mi?”

“Evlat!” diye bağırdı ümitsizlikle. “Evlat, randevu mu dedin sen? Gezegen yanıyor, insanlar her yerde çile çekiyor. Randevu için vakit yok! Ya şimdi konuş ya da kaybol!”

Konuştum sonra. O muhabbetin ardından artık kimseden randevu istemedim, kimseye de randevu vermedim. Sonuçta Cardenal haklıydı. Eğer bir iş acilse derhal konuşup eyleme geçmek gerekir, acil değilse böylesi bir işle uğraşmak zaman kaybıdır.

* * *

Latin Amerika, efsaneler, masallar ve doğaüstü varlıklar ve hikâyelerle doludur. Şili’deki eski bir liman şehri olan Valparaiso’ya, Peru ve Bolivya Andlarına ve Brezilya ve Venezüella’daki vahşi ormanlara gidip bunları dinleyebiliriz.

Yüzeyden bakıldığında, o aşk şiirleri gibi, hikâyelerde de masallarda da devrime dair bir şeye rastlanmaz. Daha yakından bakıp dinlendiğinde, birçok düşünürün ve devrimcinin hayal evreni hemen fark edilir. Onlardaki hayal dünyası çoğunlukla daha iyi bir dünya ve daha iyi bir toplumla ilgili fikirlerden oluşur.

Güney Amerika’da çok sayıda efsanevî yaratığa, hayalete ve geçmişe ait fantastik olaylara tanık olunur. Burada “kendi dünyalarında” ya da daha kesin bir ifadeyle, iki ayrı dünyada yaşayan insanlar vardır: bu dünyalardan biri gerçekliğe, diğeri de düşlere aittir.

Birçok insan “neden böyle olmasın ki?” diye düşünecektir. Biz insanların yarattıkları dünya değerli ya da mükemmel değildir her vakit. Her kadın, her erkek ve her çocuk kendi hayal âleminden ilham almak için gayret gösterme konusunda kendisini suçlu hissetmemeli, bu hususta asla utanmamalıdır. İnsanlar, kendi arzularının ve hassasiyetlerinin barınacağı gizli bir evren inşa ederler her daim.

Şu ân tarif ettiğim şey, bugün Kuzey Asya, Çin, Japonya ve Kore için de geçerlidir. Oysa ben Kuzey Afrika, Ortadoğu hatta Latin Amerika’da bile yanlış anlaşılıyorum. Bunun nedenini ben de bilmiyorum.

Tekrar Latin Amerika’ya dönersek: burada insanlar önceden tespit ettiğimiz üzere, tutkulu birer hayalperesttirler.

Kendi iç evrenleri, o düşler evreni çoğunlukla kapılarını açar, düşler bu kapılardan taşar ve bu dünyanın gerçekliğini ilerletmeye çalışırlar.

Muhtemelen Güney Amerika’daki yaşayan en büyük yazarı Eduardo Galeano’dur. Üç ciltlik eseri “Ateş Anıları” ve “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” yazarın kıtanın istilasını ve yağmalanmasını anlatır.

Bir seferinde, Montevideo’da bulunan Café Brazilero’da birlikte otururken kendisine alaycı bir üslupla, “kitabının yayınlanmasından onca yıl sonra, Latin Amerika’nın damarlarının hâlâ kesik olup olmadığını” sordum.

Ama Galeano, o düşlerin yazarı, bu soruyu somut bir dille cevaplama niyetinde değildi pek: “Geçen gün Buenos Aires sokaklarında yürürken Kont Drakula’ya rastladım.” diye başladı söze. Taş gibi soğuk bir yüz ifadesiyle konuşuyordu ve ben onun kesinlikle şaka yapmadığını düşünmeye başlamıştım. “Drakula çok zayıftı, pek gıdasız kalmıştı ve berbat görünüyordu. ‘Ne oldu sana?’ diye sordum, o da şu cevabı verdi: ‘Hayat zor’. ABD ve İngiltere’nin dünyanın kanını emdiği ve cümle âlemi yağmaladığı bir dönemde efendi bir vampirin pek bir şansı yoktu. Rekabet çok yoğun seyrediyor zira.”

Çok sayıda erkek ve kadın konuşur burada. Çoğu pek kıymetlidir. Halkın ekseriyeti bu insanları anlamakta hiç güçlük çekmez. Düşlerin ve hayal âleminin dili bu büyük kıtanın kullandığı ana lehçelerden biridir. Bu dil kıtanın her köşesinde anlaşılır ve kullanılır!

Kıtayı devrime sürükleyen Fidel Castro, Evo Morales, Hugo Chavez gibi isimler, kararlı “romantikler” olarak tarif edilebilecek amansız birer hayalperesttirler. Onların konuşmaları dinlendiğinde, yazdıkları yazılar okunduğunda bu gayet açık biçimde görülür.

Ernesto Che Guevara donkişotvari bir simadır. En genel anlamda Küba da öyle. Hem Che’nin hem de Küba’nın dünyanın birçok yerinde sevilmesinin ve saygıya mazhar olmasının ana sebebi budur.

Dünyadaki en güçlü imparatorluğun saldırısına maruz kalan ve kuşatma altında tutulan bu küçük Karayip ülkesi için kendi evlatlarını Angola, Namibya ve Kongo’ya özgürlük için ölmeye göndermesi ya da herhangi bir karşılık beklemeksizin en yetenekli insanlarını, kendi doktorlarını dünyanın fakir uluslarına yollaması, büyük ve güçlü bir şiirin yansıması, mevcut idealizmin en yüce ifadesidir.

* * *

Latin Amerika’da şiir, mücadele, duygular, müzik ve devrim, her şey iç içe geçer.

Şiirler mürekkep ve kanla yazılırken, dizeler ve gitar telleri devrimi geleceğe taşır.

Kıtanın hayal dünyası sınırsızdır, yaratıcılığı hayret vericidir. Ama gene de sanatın da sınırları vardır.

Bir seferinde Arjantinli ressam Alberto Bruzzone’nin söylediği gibi, “öğrencilerim sokak ortasında vurulup öldürülürken, çiçeklerin ya da bir annenin resmini yapamam ben!”

Bruzzone, döneminin, özellikle batıdaki birçok ressamın çok ilerisinde bir isimdir. Kaliforniya ya da Londra’da kaç ressam şu çığlığı atabilir ki: “İmparatorluğun dünyanın yarısını kölelik ve sefalet koşullarına mahkûm ettiği bir dönemde ciddiyetsiz ve beyinsiz filmler yapmayı reddediyorum!”

Tekrar şiire geri dönecek olursak: burada bazı erkekler ve kadınlar o muazzam dizeleri kendi hayatları ile birlikte kâğıda dökerler. Che, Hugo Chavez, Subcomandante Marcos, Fidel ya da şimdilerde Şili’deki öğrenci isyanının genç lideri Camila Vallejo böylesi bir isimdir.

Ve elbette Pablo Neruda, Jose Marti ve Başkan Salvador Allende’yi de anmak gerekir.

Başkan Allende, Birleşik Devletler’in ve ona ait şirketlerin çıkarlarına hizmet eden 11 Eylül 1973 tarihli darbede Şili hava kuvvetlerinin düzenlediği saldırıda La Moneda isimli barok mimarîye sahip eski saraydaki alevlerin içinde öldü.

Düşman, Allende’nin intihar ettiğini söyledi. Ama bunun böyle olmadığına o kadar eminiz ki.

Allende darbe yapılacağını biliyordu. Ona yakın birçok Şililinin bana anlattığına göre, kendisi bu konuda gerekli istihbarata sahipti. Ama gerçek bir demokrat olduğu için salt şüphe üzerine tek bir kişiyi bile tutuklamayı reddetti.

Benim tarih yorumum ise şöyle: jetler başkanlık sarayını bombalamaya başladığında Allende ayağa kalktı ve pencereye, jetlere ve nihai ölümüne doğru yürümeye başladı. O hâlâ Şili’nin başkanıydı. Yeryüzündeki en eski demokrasilerinden birinin, güneşin altındaki en iyi kalpli ülkelerinden birinin demokratik olarak seçilmiş başkanıydı. Kendisine, esasında Şili’ye ihanet etmiş o pilotların üzerine yürüdü. Zira yaptıklarından bağımsız olarak bu pilotlar Allende’nin yönetme görevini elinde bulundurduğu ülkenin yurttaşlarıydılar. Başkan onların üzerine yürüdü, kaçmadı. Gururla, mağlubiyet yüzü görmeden jetlerin, silâhların ve roketlerin üzerine hamle yaptı. Kalın çerçeveli gözlükleriyle bu kibar adam gerçek bir hümanistti.

Allende’nin pencereye doğru ilk adımlarını attığı dakikalarda Pablo Neruda da La Moneda’ya çok uzak olmayan bir yerde kanserden ölmek üzereydi. Seçimler süresince Don Pablo’nun Şili Komünist Partisi’nin adayı olacağı beklenirken o La Unidad Popular’ın “[Halkın Birliği”] temsilcisi Allende’yi destekledi.

Bu iki büyük insan, Şili’nin bu iki yüce kişiliği yan yana olmasa bile, aynı zamanda ölüyordu. Ülkeleri, o güzelim ülkeleri, istila ediliyordu ve bu ülkeye batılı yeni sömürgecilerle Kuzey’in kindar ve bayağı hizmetkârlarından oluşan bir çete eliyle neredeyse yirmi yıl boyunca tecavüz edilecekti.

Don Pablo son şiirini yazmıştı zaten. Yanında Matilda vardı; dostlarıyla ve ulusuyla vedalaştı. O hâlâ kendi bedeni, eti ve kanıyla yazıyordu şiirini.

Pablo Neruda, bizim en iyi şiirlerimizin nasıl yazıldığına ilişkin güzel bir örnektir. Burası şiirle devrimin iç içe geçtiği yerdir. O, her ikisinin tek ve bölünmez bir bütünlüğü nasıl meydana getirdiğini izah eder.

* * *

Darbenin ardından ordu Santiago’daki Ulusal Stadyum’u binlerce tutsakla doldurur. Latin Amerika’nın en büyük ozanlarından biri olan Victor Jara’nın kaburga kemikleri ve her iki eli burada kırılır. Askerler ellerindeki gitarı onun yüzüne fırlatırlar: “Şimdi de bizim için şarkı söyle” diye bağırıp gülüşürler. Victor Jara askerlerin gözlerinin içine baka baka söyler Venceremos isimli şarkısını. Makineli tüfekler ateş alır sonra. Bize ilham veren ve nihayetinde bizi zafere taşıyan bir başka şairin büyük ve gururlu hayatı oracıkta son bulur. Faşizmle karşı karşıya kaldığınızda merhamet dilenmeyin ondan. Kazanamıyorsanız, düşmanın yüzüne tükürün ve ölün. Nokta.

Yaklaşık 30 yıl sonra, 2002’de Caracas’ta ABD destekli bir darbe ve tüm imkânsızlıklar karşısında mağlup olan, Chávez’e bağlı, Maracay’daki paraşütçü birliğinin lideri General Raúl Baduel bir şiir kaleme alır. Bazı şiirler çelikle yazılır, yazılmak zorundadır.

* * *

Latin Amerika devrimlerinde şiirin ne türden bir rol oynadığı ve şiirin nelerden meydana geldiği artık açıktır sanırım.

Şiir, onlarca, yüzlerce yıldır gerçek manada kurtuluşu beklemiş bir kıtanın hakikati ile iç içe geçmiştir. Kıta dövüşmüş, yenilmiş, tekrar dövüşmüş ve tekrar yenilmiş, Kuzey’in Guatemala, Dominik Cumhuriyeti, Brezilya, Şili, Nikaragua ve daha birçok yerde kendi meşru liderlerini nasıl katlettiğine ya da devirdiğine tanık olmuştur.

Tüm bunlar tarih oldu artık. Birlik, dayanışma ve yaratıcılığın muazzam yaratıcılığı hâlâ canlıdır. Tüm bunlar gerçekleşme, erişilme ve elde edilme ihtimaline hâlâ sahiptir.

Ama henüz kutlama yapılmamakta, tek bir havai fişek patlatılmamaktadır, zira hâlâ her tarafta gözyaşı ve hüzün ve melankoli hâkimdir. Aynı yüzde hem umutlu bir gülümseme hem de gözyaşına rastlanmaktadır.

Nihayetinde devrim, kıtanın büyük bölümünü kazanmıştır.

Ama geride on milyonlarca şehit bırakarak.

Andre Vltchek
26 Ekim 2012
Kaynak

0 Yorum: