08 Ekim 2012

Sancaktar Hakan


Türkiye Cumhuriyeti, Kürd’ün, Müslüman’ın ve sosyalistin kanı üzerine kurulu bir devlettir. Kuruluş sürecinde bu üç unsurun kanı ve teri her yönüyle istismar edilmiştir. Geriye kalan posa ile birlikte, bu üç dinamiğin dışında kalana “Türk” denilmiştir. “Türk”, ideolojik planda Kemalizmdir.

Bir biçimde bu dinamikler harekete geçtiği noktada, belirli dönemler ve yerler paranteze alınmak kaydıyla, her zaman Kemalizmle tanımlı olmak zorunda kalmıştır. İster maksimalist ister minimalist, belirli bir devlet tasavvuru ile kitleleri harekete geçiren bu dinamiklerin Kemalist olmak dışında bir şansı olmamıştır. Tersten, Kemalizm, diz çökmüş Kürd’ün, Müslüman’ın ve sosyalistin öteki adıdır.

Bu açıdan, yüzeysel bazı benzerlikler dışarıda bırakılırsa, Kürdî, İslamî ve sınıfî-sosyalist bir hareketlilikten söz etmek mümkün değildir. Bu yönde iddialar, ilgili dinamiklerin düşmanlarına ait abartılı yaklaşımlardır ve bu dinamikleri ezmek için bir bahane olarak kullanılırlar. Kemalizmle hesaplaşılmadığı takdirde, Kürd’ün Türk’e, Müslüman’ın Yahudi-Hristiyan’a, sınıfın da burjuvaya benzer yanları öne çıkartılacaktır. Galebe çalan bu yanlar olduğundan, bir süre sonra ayakta ve hayatta kalmak için Kemalist olmak kaçınılmaz olacaktır.

Kemalizm ise şudur:

“Arkadaşlar, kılıçla fetihler yapanlar, sabanla fetihler yapanlara mağlup olmaya ve sonunda mevkilerini bırakmaya mecburdular. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur.

Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlendirmişler; bizim milletimiz de böyle Fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından ötürü bir gün onlara mağlup olmuştur.

Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik.

Biz Panislamizm yapmadık, belki ‘Yapıyoruz, yapacağız’ dedik. Düşmanlar da yaptırmamak için ‘bir an önce öldürelim’, dediler.

Pantürkizm yapmadık. ‘Yaparız, yapıyoruz’ dedik. ‘Yapacağız’, dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler.

Bütün dava bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak, düşmanlarımızın adedini ve üzerimize olan baskılarını güçlendirmek yerine doğal sınıra, yasal sınıra geri dönelim. Haddimizi bilelim.” [Mustafa Kemal Atatürk]

Endonezyalı komünist Tan Malaka, bu sözlerin söylendiği günlerde panislamizmi devrimci bir bayrak olarak selâmlamaktadır. Benzer bir damarda ilerleyen Sultan Galiyev ise bir tür pantürkizmi methetmektedir. Bu iki isim, düşmanın emrine uyan M. Kemal aksine, panislamizmin ve pantürkizmin kitlesel karşılıklarını emperyalizme karşı örgütlemek derdindedir. Ama Kemalizm, sabana yapışacak kullar peşindedir. Üstelik o saban da emperyalizmin sabanıdır.

Kemalizm, bu yönüyle, emperyalizme karşı çok boyutlu mücadele içinde, bir had çizme hareketi, bir dalgakırandır. Bugünlerde dizilerde kötü karakter olarak takdim edilen İstanbul’daki İngiliz subayı, yıllar sonra, M. Kemal’i Samsun’a kendisinin gönderdiğini söylemekte, bu emrin belgesi bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu subay anılarında, işgale son vermek istediklerini ve örtük olarak ülkeyi İngiliz himayesindeki bir kesime devretmeyi öngördüklerini söylemektedir.

Bu, İngilizci Talat Paşa emrindeki M. Kemal olacaktır. Ülkeye dönük çalışma yürüten Almancı Enver Paşa ise Alman-Sovyet uzlaşmasını fırsat bilip planları için Bolşeviklerin gözetiminde doğuya yönelir. Eski Teşkilât-ı Mahsusa’yı İslam İhtilâl Cemiyetleri İttihadı’na dönüştürür. Bu yönde M. Kemal’e de talimatlar verir. M. Kemal, bölgedeki ileri gelen Müslüman liderlerin de iştirak ettiği, Sivas’ta toplanan bir cemiyetin yürütme kuruluna girer. Muvahhidin Cemiyeti isimli bu örgüt, zamanla Yeşilordu içinde erir. Mecliste 105 civarında milletvekilini Bolşevik çizgisine çeker.

Dolayısıyla, M. Kemal her hâlükârda yalan söylemektedir, çünkü bu cemiyet, açıktan panislamist bir örgüttür. Sivas’taki kongre sonrası M. Kemal’in Cemaatü’l İslam isimli bir örgüt kurduğu iddia edilir. Talat Paşa’ya İslam İttihadı örgütüne ilişkin kanaatlerini aktardığı mektubunda, Arapların bağımsız devletler olarak dâhil olacakları ve halifeye bağlı olacak bir konfederasyondan söz eder.

Bu pratiklerde ağırlık merkezi esas olarak, Moskova’dır. Söz konusu merkez dağılınca ilgili oluşumun mensupları kırklardan sonra Amerikancı olurlar. Teşkilât-ı Mahsusa yemini ile adam örgütleyen ülkücülerle millî bir İslam çizgisi çekenler, yer yer rakip yer yer dost, bugüne kadar gelirler.

Yukarıda M. Kemal’den alınan had bildirici cümleleri, geçenlerde Hakan Albayrak zikrediyordu. Albayrak yalana buladığı bu konuşmasında, M. Kemal’in “pantürkizm, panislamizm ve bolşevizm yapmadık” dediğini iddia ediyordu. Oysa M. Kemal o ifadesinde “bolşevizm yapmadık” dememektedir. Belki de Albayrak, bu manipülasyonu ile, DSİP gibi, sol kesimden belli isimleri adını andığı “Yeni Türkiye”ye devşirmek derdindedir.

Devamında Hakan Albayrak, tarihsel bir vurgu ile, M. Kemal’in bu yaklaşımının “eski Türkiye”ye ait olduğunu söylemiştir. Ak Parti ile Türkiye “yeni” bir döneme girmiştir, dolayısıyla, eski hududun dışına çıkmanın tam zamanıdır. Albayrak, hayatı zihinden ve dilden ibaret bir oyun zannetmektedir. O nedenle Albayrak, Kur’an’dan değil, “Secret” denilen zırvadan feyz alarak, millete şu lafı söylemektedir: “Büyük düşün ki büyük olsun.”

Oysa devletin bekası için yapılan pantürkizmin ve panislamizmin mazlum-sömürülen halklara bir faydası olmadığı gibi, had bildirerek bu eğilimleri baltalama işlemi, bu halkların doğal mücadelelerini engellemek için yapılmıştır. Yani Albayrak, Mustafa Kemal’in ve İttihatçıların belirli momentlerde ürettiği pantürkizmi ve panislamizmi bugüne bir kurtuluş reçetesi olarak takdim etmektedir. M. Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın, Albayrak da örtük “üçüncü dünya savaşı” olarak nitelenen Soğuk Savaş’ın çocuğudur.

Devletin bekası için geliştirilen pantürkizm ve panislamizm ile halkların kurtuluş mücadelesindeki millî ve dinî silâhlar arasında büyük bir fark olması gerektir. Yukarıda M. Kemal’in Talat Paşa’ya yazdığı mektupta da görüldüğü üzere, Arapların kendi kaderini tayin hakkını desteklermiş gibi görünen paşa, aslolarak kendi devletinin ve hilafetinin kaderini düşünmektedir. Derdi, Arapları Bolşevik etkisinden çıkartmak ve gerisin geri kendi iktidarına kul etmektir. Hindistan’daki Müslümanların dayanışma için topladıkları parayı İş Bankası’nın kuruluşunda kullanması da bunun delilidir.

Bugün İş Bankası’nın yerini Tika, Toki, Deniz Feneri vs. almıştır. Gülen okullarının hiçbirisinde resmî anlamda Türkçe herhangi bir eğitim verilmemektedir. Üç beş çocuk şov olsun, Türk’ün gururu gıdıklansın diye, Türkçe öğrenmektedir, hepsi bu. Bu okullarda eğitim yaygın olarak İngilizce verilmektedir.

Sancaktar Hakan’ın devrim diye gördüğü, emperyalistlerin açtığı yoldur. Bu açıdan geçmişte, 1920 momentinde mazlum Müslüman halkların direnişine atıfta bulunması, tezvirattan ibarettir. Olan şudur: o günlerde emperyalistler, Kafkaslar ve İran karşılığında Anadolu’yu almıştır. Anadolu sınırları temelinde yeni bir kale teşkil edilmiştir. O gün bu kaleyi tahkim etmek için kullanılan bir tür pantürkizm ve Panislamizm, bugün gene bir biçimde emperyalistlerin harekâtı bünyesinde devlet bekası adına kullanılmaktadır. Sovyetler’e karşı kurulmuş bu kale, Sovyetler’in olmadığı momentte askerlerini araziye salmaktadır.

“Arap Baharı” denilen sürece ilişkin basında ve akademyada bir yığın analiz yapılmaktadır. Tarihsel analoji düzleminde 1848, 1968, 1989 tarihleri öne çıkartılmaktadır. Farklı dinamikleri içermesi ile ilgili sürecin bu türden farklı analojilere açık olması kaçınılmazdır. Görünen o ki Ak Parti’nin doğal bileşeni olduğu emperyalist harekât, meselenin daha çok 1989’a benzer tarafları ile ilgilidir. Yani Sovyetler’le bağlantılı, onun üzerinden ya da ona göre kurulmuş tüm güç odakları tasfiye edilmekte, meselenin 1848 ya da 1968’e benzer yanları budanmaktadır. MHP’nin pantürkizmi ile Hakan Albayrak’ın panislamizmi bu kavşakta birleşmektedir. Her ikisi de budama işleminden memnundur ve emekçilerin, mazlumların (1848), gençliğin (1968) öfkesini asla görmemektedir. Çünkü bunların sömürülen-mazlum halklarla ilgili bir dertleri yoktur. Onların dünyası, yal yedikleri çanak kadardır.

Eren Balkır
7 Ekim 2012

0 Yorum: