19 Ekim 2012

, ,

Suriye'de Hegemonya ve Neoliberal Vizyon


Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde “kıdemli uzman” ve Türkiye masası şefi olarak çalışan Soner Çağaptay, 11 Ekim’de New York Times’a şunları yazıyor:

“Türkiye Suriye’deki hedefleri vurmalı, böylelikle oluşan boşluk Özgür Suriye Ordusu tarafından doldurulmalı, bu saldırıya Suriye’deki Kürd militanlarına yönelik saldırılar eşlik etmeli, sınırda durum giderek kötüleşecek olursa, yetmişlerde Kıbrıs’ta yapıldığı gibi, krizi kontrol altına almak için sınırlı bir işgal hareketine girişmeli.”[1]

Bu Amerikan ajanına göre, Türkiye hem durumu daha da kötüleştirecek her şeyi yapmalı, hem de Kürdlere saldırmalı ve sonuçta da, tıpkı Kıbrıs’ta yaptığı gibi, işgal için gerekli zemini hazırlamalıdır.

Bu saldırının diğer tarafına da çekidüzen vermek gerek: Kıbrıs’ta Rum ve Türk tarafındaki sol, sendikal liderliğin her iki tarafın kontrgerillası tarafından katledilmesi ve Denktaş’ın tek lider kılınması gibi, benzer bir sürecin Suriye için de devreye sokulması lâzım. Yani demek ki Kafkaslar’dan veya Türkiye’den gelen mücahidlerin cenazeleri daha çok kılınacak.

Bu amaçla, 4 Kasım’da, ABD seçimlerinden iki gün önce Katar’da Türkiye’nin içinde olduğu dört ülke konferans düzenleyeceğini ilân etti. Esas dert, Suriye muhalefeti içinde de süren bir tartışma olarak, belirli bir liderliğin seçilip belirlenmesi ve onun silâh açısından desteklenmesi. Suriye muhalefeti içinde liderliğin İhvan’a geçmesi ya da İhvan’ın liderliğin kolektif ve tek bir nitelik kazanması konusunda engel teşkil ettiği hususunda ciddi itirazlara tanık olunuyor.

Bu noktada Suriye devletine, görünen o ki, bir tür ateşkes dayatması yapılacak ve bu fırsattan bir biçimde istifade edilecek. Türkiye’nin ateşlediği toplar, bu fırsatların oluşumu için. Zaten NATO sekreteri Rasmussen de ifadesinde, “güneydoğu sınırımızdaki durumla ilgili olarak, Türkiye’nin muhafazası için gerekli adımları attık” diyor.

Sınır NATO’nun sınırı, top tüfek NATO’nun topu tüfeği. Kimse, başlayan halk hareketinin önce savunma birlikleri sonra da iç savaş örgütlenmesi aşamasına geçişinde dış müdahalenin ne ağırlıkta olduğunu tartmıyor.

* * *

Özellikle on yıl içinde devletle organik ve örtülü ödenekten beslenen ilişkiler geliştirmiş bazı İslamî kesimler, daha hâlâ Suriye’de katledilen “insanların masumiyeti” perdesi arkasına sığınıp savaş borazanlığı yapıyorlar. Kendi saflarında ölenleri “insan”, diğer tarafın askerlerini “hayvan” olarak sunuyorlar. Bunun için gerekli argümanları, halkların direniş hareketlerini bastırmak için günbegün geliştirilen kontrgerilla talimnamelerinden öğreniyorlar.

Ama “Fatih’te ölen kapitalistin cenazesini fazla fazla kıldık, Emevi Camii’nde namaz kılsak n’olur?” diye sormuyorlar. Bu yönde eleştirileri savuşturmak için, yalandan, Adana’da, İncirlik yerine, bir park ziyaretinde bulunuyorlar ama aslolarak “Esed”e saldırıyorlar. 16 yaşındaki bir mücahidin kanını tağut rejimlerinin sunağında akıttıklarını görmüyorlar, gıyabî cenaze namazları ile vicdan arındırmaya çalışıyorlar. Tümüyle muhaliflerin kontrolünde olan bir kasabaya yapılan bombardıman sonucu ölenleri “masum insanlar kırımdan geçirildi” şeklinde verirken, muhalifler Şam’da günlerce uğraşıp altta kazdıkları tüneller vasıtasıyla bir hastaneyi havaya uçurduklarında, ağızlardan yalandan başka bir şey dökülmüyor. İran’daki depremde ölmüş bir bebeğin cesedini bu amaçla istismar edebiliyorlar. Tabanlarını “din elden gidiyor” türünden mahalle imamlarına yakışan provokatif yaygaralarla “güdebilecek”lerini zannediyorlar. Mahalle imamı, bu yaygarası ile en fazla, mahalledeki en dinsizi, zaniyi, fesadı ve hırsızı seferber edebiliyor. Cumhuriyet tarihinde “zina”, sadece bu “Ak” dönemde suç olmaktan çıkma imkânı buluyor.

* * *

TKP’nin kurucu isimlerinden biri olan Ethem Nejat, diğer birçok isim gibi, ilk dönem Türkçülük akımı içerisinde. Osmanlı’nın dağıldığı momentte bu kesim, kurtuluş reçetesinin başına milleti yazıyor. İslamcılık da bu minvalde reçetelendiriliyor. Özünde İslamcılık “dindar milliyetçilik”, Türkçülük ise “laik dindarlık” şeklinde tezahür ediyor.

Tüm yeryüzünde “Rusya’da işçiler-köylüler iktidarı almış” haberlerinin gündelik sohbetleri bile ele geçirdiği momentte, bu iki kesim, bir tarafını yitiriyor ve kopan bu taraf, “birbirinizi şuralarla yönetiniz” ayetine atıfla ve “Sovyet” sözcüğünü “şura” olarak çevirerek, safını belirliyor. Sovyetler, çoğu zaman duruma göre, eksiklikler ve yanlışlıklarla dolu genel bir politik yaklaşımla ele alıyor bu kesimi. İsrail’in kurulması ve 1967’de yıkılmayacağını ispatlaması gibi momentlerde bu siyasette ciddi kırılmalar yaşanıyor.

Gelelim bugüne. Bugün Suriye, “sosyalist-milliyetçi” bir devlet olarak anlatılıyor. Kemalizmle ilişkilendiriliyor. Bu da gösteriyor ki esas olarak İslamî kesimin, son dönem tarih danışmanı Mustafa Armağan’da dile geldiği gibi, Kemalizmle esasta bir alıp veremediği yok. O, sadece aslında fazla “solcu”ymuş gibi görünen yerleri törpülemek derdinde. Yani bugün medyada, akademyada Kemalizmle ilişkili eleştirilerde dert, Kemalizm değil, soldur, sosyalizmdir.

Zira bugün galebe çalan İslam, cedidizm, Kafkas Müslümanlığı ya da Müslüman Halklar Komiserliği, Yeşilordu gibi kavşaklardan geçip Roger Garaudy’ye gelen ve Afgan işgali ile kesilen hattın İslam’ı değil, İngiliz-Amerikan siyasetinin özü ve biçimi teşkil ettiği “komünizmle mücadele dernekleri”nin İslam’ıdır.

Bu kanaldan beslenen İslamcılar, yedikleri ekmeğin hakkını veriyorlar, o kadar. Yapılan İslamcılık değil, dolayısıyla İslamcılık eleştirilerinin bir önemi de yok.

* * *

Bugün “Suriye’de Sol Koalisyon” denilen, ismi var cismi yok bir oluşum, gene de önemli tespitlerde bulunuyor. Bölgedeki gelişmelerin şu veya bu biçimde içinde olunması öntespitiyle, batı kaynaklı, troçkizan bu eğilim, esas olarak bir tür şiddet eleştirisi yapıyor. Bireysel ya da kitlesel her türden şiddete karşı olan bu eğilim, Troçki’nin komünist şiddete ilişkin tespitlerinden ve Kızıl Ordu inşacılığından habersiz bir biçimde, İngiltere ve ABD’de teşkil edilmiş bir ideolojik akım.

Bu akım, Suriye’de ve diğer yerlerde bir tür Truva Atı misyonu görmek istiyor. Sovyetler’i ve de İran’ı devrimden saymadığı için Suriye ve bölgeye küfesindeki çürük yumurtalarla saldırıyor. Bu kesimin Mısır’daki kolu “Mursi’ye değil, orduya karşı mücadele etmek gerek” derken Mursi yandaşları tarafından Tahrir’de dayak yiyor. “Yüksek siyaset” zamanla alçalıyor ve burjuva siyasetinin yedeğine düşüyor. Önemli tespitse şu: silâhlı güçler, halk desteğinden kopuk ve bu anlamda bir iktidar mücadelesi içinde değiller. Bu eleştiri, dikkate alınmalı.

Bir başka hatırlatma: 1966-1970 döneminde Suriye’nin başındaki isim, Salah Cedid, Filistinlilere iltica hakkı verince Savunma Bakanı Hafız Esad bu öneriye itiraz ediyor. Bu dönemde Esad kliği, dönemin Sovyetler-Çin gerilimini de istismar ederek, bir oyun oynuyor ve Sovyetler’den silâh alınmasını isteyen Cedid’e karşı çıkıp, devletin yönünü Çin’e çeviriyor, sonrasında da özellikle toprak reformu konusunda önemli adımlar atma arifesindeki Cedid, tasfiye ediliyor.

Köylülük-Çin, Silâh-Sovyetler kapışmasında Baas iktidarı kırılıyor. Aynı dönemde Mısır’da da Nasır’dan Enver Sedat’a geçiş yaşanıyor. Bugün Mursi’nin Mısır’da “Müslüman Enver” olarak anıldığı söyleniyor.

Bugünün İslamcıları, aslında Esad’ı değil, temsilî anlamda, Cedid’i ve tüm kalıntılarını silmek istiyor. Mısır bağlamında “elli yıllık dikta sonunda gitti” deyip tarihi silmekle övündüklerinde, geçmişte cereyan etmiş, Mısır’daki darbede İhvan’ın katkısını ve yükseliş imkânlarını da silmiş oluyor.

Hasan Benna’nın torunu Tarık Ramazan, “İslamî Tecdid” ile ilgili kitabında İhvan’ı “İslamî kurtuluş teolojisi” olarak nitelerken, bugün İhvancılar ve onun yerli yüzleri, hangi düzeyde olursa olsun, “İslamî kurtuluş teolojisi” olma imkânlarını sıfırlamaya çalışıyorlar. Ama İslamcıların önemli bir bölümü, Allah’a dönük imanlarını Allah’ın bizatihi kendisi zannedip bu imanın mevcut iktisattan, siyasetten ve uluslararası ilişkilerden arî ya da yüce olduğunu zannediyorlar. Eleştirene de “Allah’sız” etiketi yapıştırıyorlar.

Allah’a imanın ve İslam’ın ancak ve ancak kendi varlıkları ile yaşayabileceğine ve var olabileceğine iman etmenin daha tehlikeli olduğunu görmüyorlar. Said-i Nursi’nin dediği gibi, “her ismi Muhammed olanın, kendisini peygamber zannettiği” bir devirde, suyun başı neyi emrediyorsa, o yapılıyor.

* * *

Tunus, Libya, Mısır ve Suriye’de esas olarak Amerikan hegemonyasını kabullenme ve neoliberal vizyona tabi olma eğilimi mevcutken, söz konusu devrimler ve ayaklanmalar yaşanıyor. Yani aslında devrimler de ayaklanmalar da ilgili hegemonyanın kabulü ve neoliberal vizyona tabiyetin, rantın gene bir avuç elitin elinde hapis kalmasını istemeyenlerin bir muradı, iradesi olarak şekilleniyor. Fukara Müslüman Arap halkları, içlerindeki ajanları vasıtasıyla, bu iradeye teslim ediliyorlar ve rant paylaşımına ortak edilecekleri yalanına kanıyorlar.

Yani hegemonyanın kabulü ve neoliberal vizyona tabi olma süreci iki kol çıkartıyor, biri “eski elitlerle devam edelim” diyor, diğeri de diyor ki, “hayır, ben de pay istiyorum”. İkincisi, fukara halkın eline silâh verip diğer kliğe savaş açıyor. Halkın kendi güç imkânlarını, mevzilerini oluşturmasına içeriden ve dışarıdan izin verilmiyor ve imkânlardan/mevzilerden mahrum kalan halk, efendilerin imkânlarına ve mevzilerine tutunuyor.

“Halk”tan kasıt, politik düzeyde, hegemonya ve neoliberal vizyona, doğrudan ya da dolaylı olarak, adını bu şekilde koysun ya da koymasın, itiraz edenlerin kolektif mevzii oluyor. Yoksa soyut bir halk tapınıcılığından ya da ucuz popülizm edebiyatından asla bahsedilmiyor. “Che’nin de sakalı vardı” deyip her görülen sakallıya “dede” diye sarılınmıyor, her görülen sakallı “cihadist, yobaz” diye etiketlenip batılı liberal dünyaya ram olunmuyor. Sonuçta Suriye’de özellikle iktisadî planda, belkemiği Sünniler iken, devleti “Alevî diktatörlüğü” diye etiketleyip hedefe yerleştirmenin arkasında bir kasıt aranmak zorunda.

Türkiye’nin meseleyi bir isim ve kişi olarak Esad’a indirgeyip “o gitsin, Sünni bir yardımcısı gelsin” demesi meseleyi özetliyor. Taht kalıyor, post duruyor, o tahta ve posta karşı kıyam etmiş halk kırıldıktan sonra, geriye sadece yeni bir kukla yerleştirmek kalıyor.

Eren Balkır
18 Ekim 2012

Dipnot:
[1] Soner Cagaptay, “The Right Way for Turkey to Intervene in Syria”, 11 Ekim 2012, NYT.

0 Yorum: