Omorfo otobüsünün kalkmasına az bir vakit kala
çayın parasını ödemek için kasaya gidiyoruz. Dükkân sahibi ellili yaşlarında
bir Kıbrıslı. Kasanın yanındaki duvarda bir çerçeve. Çerçevenin içinde, o dönem
sırf asparagas haberler üzerine yayın yapan bir bulvar gazetesine ait kesili
bir kupür. Kupürde, “Yılmaz Güney ölmedi, Lyon’a bağlı bir kasabada gençlere
tekvando dersleri veriyor.” yazılı. Müstehzi ve ukala bir ifadeyle dükkân
sahibine dönüp, “abi sen şimdi buna inanıyor musun?” diye soruyorum. Yüz
geriliyor, gözler buğulanıyor, kızgın bir cümle dökülüyor: “Tabiî ki
inanıyorum.”
Yıllar sonra, Ahmet Kaya’nın vefatından çok sonra,
şu haber ana akım medyada yankı buluyor: “Ahmet Kaya ölmedi, yaşıyor.” Ferhat
Tunç bu büyülü havayı, elinde neşter, kesip atıyor ve n’aşına ait görüntüleri
basına servis ediyor. Öldükten sonra kalbine sarılıp ağlayan kızı Melis’in
hasreti hasretimiz, acısı acımız, umudu umudumuz oluyor bir kez daha. Ömrümüz, o
kalbe sarılıp ağlamakla, kimi vakit yumruk sıkmakla geçmiş zaten, bu ifşaat hiç koymuyor bize.
Bir rivayettir ki Âşık Veysel, Ruhi Su için “o
pencere önünde bir saksıya gömülü çiçek” demiş. Veysel haklı ise Ahmet Kaya
saksıyı kırıp o çiçeği bir dağ yoluna eken kişi.
Ahmet Kaya, gençliğinde Ruhi Su’nun Boğaziçi
Üniversitesi’ndeki dinletisine gidiyor. Eş dost Ahmet Kaya’yı öne atıyor,
“hocam bir de bu arkadaşı dinleyin” diyor. Ahmet Kaya, Ruhi Su’nun bestesi
“Mahsus Mahal”i çalıyor ardından. Ruhi Su kızarak, “sazı koşturuyorsun, böyle
mi çalınır?” diye tersliyor genci. Ruhi Su’ya göre bağlama salt dinlence
içindir, eylem için değil. Yıllar sonra Ahmet Kaya, bin bir zahmeti sırtlanıp koyulduğu
turnesini “Bağlama Böyle de Çalınır” olarak isimlendiriyor. Bu, radyo
evlerinin, halkevlerinin, konservatuarların, belediye salonlarının dışında,
sokakta akan sese katılma iradesidir aynı zamanda. Neşet Ertaş’ı radyodan soğutan Nida
Tüfekçi’den, türküleri devletlû ve resmî kılan Muzaffer Sarısözen’den kopuştur
bu, bir yanıyla. Pencerelerden süzülüp sokakta karışan bu coğrafyanın tüm
sesleri dil ve vücut buluyor onda. Bir dem, Orhan Gencebay Ümmü Gülsüm’e, Ahmet
Kaya Marcel Khalife’ye bakıyor. Mapustaki ayrılıklar, mahalle aralarında kanla
duvara kazınan sevgili adlarının mecazı oluyor zamanla. Kiraz ağacına takılan
gömlek Pozantı’da yırtılıyor, anasına hasret kaçakçı Roboski’de bombalanıyor,
“hapisse n’olmuş” diyen sevgili, ölüme yatan yârinin nefesini dinliyor uzaktan,
yarılan ekmeğin buğusu, hasret oluyor inceden…
Ahmet Kaya sırf keman kullandı diye onu
“arabeskçi” olarak damgalayan Yeni Türkü akımı da kopuşun bir tarafı. O, Şili
sokaklarından çıkan bu müzik türünü sokağa indirmiş, Pablo Neruda’nın
“gecekondulardan gelen halk”ı bu sokakta Ahmet Kaya’nın sesiyle buluşmuştur.
Bora Ayanoğlu’nun “salon” şarkısı “Fabrika Kızı” bile onun ağzında ve onun
sayesinde gerçeğin etine değebilmiştir. Bu, Ahmet Kaya’nın sabahın köründe
tekstil atölyelerine gitmek için yollara dökülen kadınlarla kucaklaşabilmiş
olması ile mümkündür ancak, çıraklarla, tarım işçileriyle, mapushane yolu
gözleyenlerle, yani belki de solun özne olarak her daim nesne kabilinden kabul
eylediği kalabalıklarla.
Seksenlerde ve doksanlarda solcuların çıkardığı tüm
müzik dergileri Ahmet Kaya’yı eleştirmekten geri kalmaz, ama onsuz da olamaz. Ümit
Kıvanç’ın çektiği belgeseldeki gençte örneklendiği biçimiyle, bu dergilerin
Ferdi Özbeğen dinlerken devrimcilikle tanışmaya dair tek lafı yoktur. Çünkü bu, istenmemekte, hor görülmektedir içten içe. Nesne görülen kalabalıkların ortak dertlerinin
“özne” niteliği kazanması bahis konusu değildir. Bu kesimler, en fazla,
kendileri gibi eğitimli “burjuva”, yani şehirli olana değer verebilmektedirler.
Bu kesim, onun şivesiyle, konuşmasıyla, şarkı sözleriyle, müziğiyle dalga
geçerek birileri tarafından taltif edilmeyi beklerler. Alınan yol ise sadece
Ahmet Kaya’nın yoludur.
O yol engebeli, dik ve dolambaçlıdır. Sadece cüret
edene açıktır, huzuru besmele gibi çekip durana değil. Öznelliğin huzura
kavuşturulduğu yerde Ahmet Kaya, nesnel olanın çığlığı gibidir. Tüm perdeler
yırtılır, tüm sesler çatlar. Bu kesim, bir anlamda geçmişte Ahmet Kaya’yı kapı
dışarı etmiş Boğaziçi sosyolojisinin bir hocasının ağzından, en iyisinden, ona
ancak kirli hayatın seline karşı bir “bent”, mahremiyetin tecessüsü olduğu için
değer atfeder. Ahmet Kaya, kendisi üzerinden ve kendisi için belirlenmiş tüm
sol şablonların, kalıpların dışında bir isimdir oysa. O, en fazla, hayatın
ideolojik kirini filtrelendirdiği için kıymetli kabul edilir, tersten bu, Ahmet
Kaya’yı marjinalize etmek ve onu ideolojik bir araç olarak kullanmaktır.
Üç arkadaşız, Ahmet Kaya’nın vefatından iki gün
sonra İstiklal Caddesi’ndeyiz. Bir müzik mağazası, gün boyu Ahmet Kaya şarkıları
çalıyor. Akşam saatleri. Biz, mağazanın önünde durup şarkılara eşlik etmeye
başlıyoruz. Kısa süre içinde yoldan geçenler duruyor, ciddi bir kalabalık
birikiyor ve hiç tanımadığımız insanlarla Ahmet Kaya şarkıları söylüyoruz.
Yol, buradan ilerliyor. Sahip olamadığını dışlayanların ve ortaklaşma nedir
bilmeyenlerin adımları bu yolu asla tanımıyor. Onlar, solun tüccarları ve tezgâh
sahipleri. Bu sahiplik, kendini korumak için Ahmet Kaya’yı ancak filtre ya da
bent olabildiği için sevebiliyor.
Utanç duyulacak bir şeymiş gibi, “Karaköy genelevinde
en çok Ahmet Kaya dinleniliyor” haberleri duyuluyor o günlerde. O müzik
mağazasının önünde hep bir ağızdan onun şarkılarını söylerken, eminim, Karaköy
de gözünün yaşıyla katılıyor ayinimize, duyuyoruz. “Maslak 1453” yağmasını
ilerleme adına kendi gazetelerinde reklâm edenler, tüm kenar mahallelerin
üzerinde bulut misali gezinen Ahmet Kaya’nın ölümüne içten içe seviniyorlar.
Vefatından kısa bir süre sonra Yavuz Alogan’ın Red dergisinde kaleme
aldığı ve “Ahmet Kaya bize düşman, bizim için kirli ve tehlikeli olana karşı
bizi koruyan bir zırhtı” mealindeki yorumunu timsah gözyaşı olarak okumak
gerekiyor. Buna karşı Lefkoşa terminalindeki abi gibi, “Ahmet Kaya ölmedi,
yaşıyor” demek tek çare. Bunların umudu, zırhlar içinde yaşamak, bizim umudumuz
tüm burjuva zırhların ve kalelerin yıkılması… Akılla duyguyu karşı karşıya
getirip duygunun kaotikliğinden kaçmak adına gerçekten uzaklaşanlar düşünsün,
bu yıkma iradesi karşısında.
Adana’da bir Kürd mahallesine yeni taşınmış bir
genç, mahalle gençliği ile kaynaşmak için muhabbete katılıyor. Herkes, bir fıkra
anlatıyor. O dönem bel altı, biraz Ahmet Kaya’nın saç-sakal hâliyle dalga
geçen, bir fıkrayı seçme gafletinde bulunuyor bu genç. Fıkra bitiminde soluğu
hastanede alıyor: hastane odasında yatağının başucundaki vizite kâğıdında, “Sen
Ahmet Abi’yle dalga mı geçiyorsun lan!” yazıyor. Ancak onunla ve onun sayesinde
ortaklaşma mümkün oluyor yani.
Sivas'ta sanayi bölgesine bir araba, teybinde Ahmet Kaya kasedi, yüksek sesle giriş yapıyor. Birkaç kendini bilmez bu işçi genci durdurup dövmeye kalkıyor. Büyükler devreye giriyor. Muhtemelen ülkücü çevreyle ilişkili bir adam, genci dövmeye kalkanlara bağırarak şunu söylüyor: “Hangimiz dinlemedik lan bu adamı! Bırakın çocuğu!”
Magazinciler Derneği’nde atılan tokat, sadece
oradaki faşist güruhun değil, yıllarca Ahmet Kaya’yı aşağılamış şehirli solcuların
da yüzünde patlıyor. Özel dünyaların, özel çıkar ilişkilerinin, özel
kaldırımların adamları bu yüreği hiç mi hiç anlamıyor, anlamak istemiyor.
Ondaki hüzne ve öfkeye karşı midesiyle tepki veriyor, tiksiniyor. Tıpkı solcu
laflar eden bir Müslüman gördüğünde kasılmasında olduğu gibi.
Biz, herkes
ortaklaşsın, ortak olsun, ortakça yaşasın, paylaşsın hayatı derdindeyiz, onlarsa, ortaklığı şirket patronu kafasıyla anlayabiliyorlar ancak ve ortaya konulan tüm
gayreti mülk edinmek için türlü taklalar atıyorlar sadece.
Denilir ki yıllar önce Avrupa’dan Amerika’ya ilk
piyano getirildiğinde, orada hüküm süren köle-zenci halkın gırtlağına,
cefasına, öfkesine dar geliyor bu enstrüman. Bu sebep, piyanoya birkaç nota
daha ekleniyor. Dört mavi nota “Blues” diye anılıyor ve burjuvazinin rengi olan
mavi, “özgürlükler ülkesi Amerika”da zenciler için sadece hüznü temsil
edebiliyor. Mesele, düşmanın elinde mapus olan bir rengi bile
özgürleştirebilmek zira. Ahmet Kaya’da arabesk diye yaftalanan ne varsa
özgürleşiyor ve ait olduğu yere akıyor.
Kürd’ün dili ise hicazkâr... Ahmet Kaya makamında
ise bu hüzün öfkeli bir titreşime kavuşuyor. Belki Marksizm, diyalektik,
tarihsel materyalizm hususunda derinlikli ve yetkin cümleler kurulamıyor ama
sırf âşık olduğu kıza varamadı diye bir kişinin devrimcileşmesi, dil buluyor.
Âşık olmanın bile özel kişilere mahsus bir pratik olduğu günlerde, aşk, devrim
olup zulmün kalelerini dövüyor. Buranın, tam da bu ölü toprakların doğurduğu
sağır çocuklar, aşkın ezgilerini bir bir duyup örgütlüyorlar. İşret âlemlerinin
ucuz mezesi olan aşk, kavganın ortasında, en duru hâline kavuşuyor, arınıyor.
Devrim ise özel odalardan çıkıp, kaldırım kıyısından süzülen çamurlu yağmur
suyuna karışıyor. Devrimi bekâreti gibi koruyanlarsa öfkeden küplere
biniyorlar, kazandıkları servetleri yığdıkları o küplerinin.
Ülkücüsünün, İslamcısının hatta solcusunun ona
kayıtsız kalamamasının nedeni de burada. Hakiki bir yürek, boran misali bir
nefes, kahrın, hüznün ve umudun cümleleri… O, şiir iklimine açılan kapı. Sokağa
inmek zorunda kalan her siyasetin Ahmet Kaya’nın yeline değme zorunluluğu
bundan.
Kapı kapandı mı? Sosyolojik analizlere ne hacet.
Onu epistemik diyarların dehlizlerinde boğmak, nafile. Ahmet abiyi toprağa
gömmek neyse onu göğe fırlatmak da aynı. Yerle gök arasında, burada
yaşananların bir yerinde Ahmet Kaya hep var. Hüzün ve kahır ve öfke ve umut var
oldukça o her daim olacak. Bu toprağın rahminden kan ve gözyaşı ile çıkışının
elli beşinci yıldönümü. O elli beş yılda hüküm süren devrimsizliğimizin aynası, artık kırık. Demek ki düşman için tüm kötülüklerin etrafa saçılma vakti.
Bu vakitte, bu demde doğum
günün kutlu olsun, Ahmet abi…
Eren Balkır
26 Ekim 2012
0 Yorum:
Yorum Gönder