24 Temmuz 2012

Ümmetin Birliği


Ramazan günleri boyunca yayınlanmak üzere bir dizi başladı TV’de. Adı “Hz. Ömer”. İngiltere’de Suudi parasıyla kurulan, sonrasında Dubai’ye taşınan Ortadoğu Yayıncılık Merkezi’nin (MBC) yapımı. Son on yıldır Ortadoğu’ya “Gümüş”, “Asi” gibi Türk dizilerini pazarlayan, bu kanal. Diziyle ilgili olarak bir vaveyla kopmuş Müslüman Arap âleminde. Dert şu: “Kutsal isimler resmedilebilirler mi?” El-Ezher Üniversitesi, dizi aleyhine fetva yayınlamış. “Global İmam” Mısırlı Yusuf Karadavi ise olur vermiş diziye.

Dizi henüz birkaç bölüm yayınlandı ama senaryosundaki bazı cümleler dikkat çekici. Misal, ilk Müslümanlardan biri cemaate konuşma yapıyor ve “ileride İran’ı ve daha birçok yeri alacağız” diyor. Bu cümlenin öznesi ise “Araplar”. İran’ın alınacağı, üstelik onu fethedecek olan Hz. Ömer’in dizisinde, önceden haber edilmiş oluyor böylece. Bu cümle, kolda saat, yolda elektrik direklerinin göründüğü Cüneyt Arkın filmleri kadar saçma.

Ama muhtemelen bu göndermenin güncel bir tarafı var. Suudi ve Dubai parası, İngiltere aklı ile kurulmuş bir kanal, bugüne ilişkin ne diyor olabilir? Dizinin tüm bölümleri henüz tamamlanmadı, bu nedenle genel bir değerlendirme için henüz erken, ancak müşriklerin ve Müslümanların ağızlarına konulan sözlerin bugüne dair bir yanı olması lazım, bilinmesi gereken bu.

İki tespit öne çıkıyor dizide. Hz. Ömer, esasta bir Arap olarak mücadeleye girmiş görünüyor. “Yumuşak sözlülük ve ahlâk (mertlik)” Arapların atalarından yadigâr özellikleri olarak sunuluyor. Temelde Müslümanlığın, Kureyş ağalarının endişelerini ve korkularını pratikte boşa düşürdüğü söyleniyor. Ecdaddan ayrılan da yok, geleneği bozan da dolayısıyla. Çeşitli taktiksel ve stratejik yönelimler ölçüsünde ortaya çıkan durumsal ideolojik yansımalar olarak ele alınabilecek hususlar İslam’ın özüne siniyor ve dizi, bu sürecin kabulü ve Hz. Ömer nezdinde yüceltilmesi olarak iş görüyor. Özetle, mücadele için belli bir durumda var olabilmek ve mücadeleyi sürdürebilmek için girilen uzlaşmalar ve verilen tavizler İslam’ın kendisi olarak takdim ediliyor.

Sonuç olarak ilk Müslümanlara bozuculuk, bölücülük, sapkınlık, dinden çıkma, yıkıcılık gibi eleştiriler yönelten efendilerin yüreğine su serpen bir Müslümanlık tasavvur edilerek, tam da bugünde İslam’ın artık bu türden yönelimlere karşı şerbetli olduğu iddia edilmiş oluyor. Tersten, şerbetli kalmak için sonradan Müslüman eski efendilerin yolundan gitmek öğütleniyor.

Bugün Ortadoğu, her yönden liberal pazarın hücumu altında. Bankalar, küresel şirketler, petrodolar kanalları için tanklar yürütülüyor, mermiler sıkılıyor. Türkiye’yi lüks gemisiyle ziyaret eden Suudi prens Velid, baş tacı ediliyor. Prens, Adnan Kaşıkçı’nın yaptırdığı gemiyi emlâk baronu Donald Tramp’ten satın alıyor ve Bodrum’a gelip “alacağım tüm bu koylarınızı!” diye bağırıyor.

Bu sürecin ürettiği bir TV dizisinin liberal-özgürlükçü cümleler sarfeden köleler göstermesi gayet doğal. Hem modern hem Müslüman olunabildiğini Türk dizileri ile Ortadoğu’ya öğreten MBC’nin bu değirmene su taşıdığı kesin. Prens, yatında yüzlerce kişi çalıştırıyor ve hepsinin ayrı milletten olmasıyla öğünüyor misal. Oysa bunun yönetsel bir ihtiyaçtan kaynaklandığı açık. İşçiler arasında muhtemel dayanışmayı bu şekilde örtbas etmiş oluyor ve onu kırma imkânı buluyor. Demokrasi de çokkültürlülük de barış yurdu da bu minvalde kullanılmış oluyor efendiler tarafından.

Bugün salt taktik ve strateji bağlamında ele alınabilecek ideolojik karşılıklar üzerinden Kureyş ağalarında yansımasını bulan bir İslam hüküm sürüyor. Onların endişeleri ve korkularına mahal vermeyen bir ideoloji örgütleniyor. Sonradan korkuyla Müslüman olmuş bu kesim, dipten derinden işlerini yürütmeyi sürdürüyor. Sonuçta tarihyazımı açısından, İran’ın İslam olması ile Arap tebaası olması arasında bir fark kalmıyor. Kavmiyetin üstünlüğünü silen İslam, yerini kavmî direnci ezen bir üst ideolojiye dönüşüyor. Bu ideoloji sadece Arap olana bakıyor. Türk ise Babek isyanı gibi örneklerde görüldüğü üzere, hep efendilerin keskin kılıcı olmakla övünüyor ve bu övüncü din zannediyor.

Yaşanan herhangi bir işgalin, sömürünün ve zulmün doğalında bir iç tepki örgütlemesi kaçınılmaz. Zenc İsyanı’ndaki köleler, gene İslam bayrağı altında toplanıyorlar. Bu çıkışın ideolojik planda uç kimi yönelimlere savrulması kaçınılmaz. Mesele zarfa değil mazrufa, isyanın gerekçelerine bakmak.

Bugün “ümmetin birliği” şiarı atanlar ve “Hz. Ömer” türünden dizilerle bu şiarı süsleyenler, Osmanlı, Abbasi ve Emevi dönemlerinin fetih coğrafyasına yönelik hücumlarını bu şiarla gerekçelendiriyorlar özünde. Kimse, doğru yanlış, eksik fazla, İslam içi tepki ve başkaldırı momentlerini, bu tepkileri ortaya koyan ve başkaldırıları gerçekleştirenlerin dertlerini anlamak istemiyor. İstemiyor, çünkü İslamî ideolojisini bu türden tepkileri ve başkaldırıları tarihten ve bugünden silmek amacıyla örgütlüyor.

Bugün sokakta, camide ya da ev sohbetlerinde kimi Müslümanlar, esasında tam da Hz. Muhammed’e karşı çıkan, O’nu boğmak isteyen münkirler ve müşrikler gibi konuşuyorlar. “Muhammed bozuculuk yapıyor, milletimizi bölüyor, dinimizden sapıyor, putlarımıza küfrediyor ve birliğimizi dağıtıyor” diyen müşrikler gibi.

Suriye, İran, Mısır, Bahreyn, Yemen, Çeçenya, Bosna… Tüm bu coğrafyalarda olup bitenlerle kendi ülkesindekileri kendi çıkarları adına ayrıştırıyor. Sonuçta bu topraklara mülkiyet esasına uygun olarak bakıyor ve “ümmetin birliği” şiarını tevhidî bir zorunluluk olarak değil, kısa vadeli gündelik kârlar ve çıkarlar bağlamında atıyor. Ümmet, kendisi gibi Müslüman olanları, birlik ise bu Müslüman gerçeği üzerine kurulu devletin ilahi tekliğine işaret ediyor.

* * *

Geride kalmış, linç edilmiş bir dönemin filmiydi “Çağrı”. Bu filmde müşrikler açık biçimde karşı safa atılmışken, Hz. Ömer dizisinde bu tarafa, içimize, yanı başımıza sokuluyor. Kişisel düzeyde onlarla irtibatlanıyoruz, dertleniyoruz ve “yanlış tarafımız” deyip onlara acıyoruz.

MBC, sunduğu İslam tarihi yorumuyla, bize bugüne ilişkin mesajlar vermiş oluyor. Kaddafi desteği ile Suriyeli bir yönetmen tarafından çekilen “Çağrı” filmi bugün bombalanıyor, bombaların açtığı çukurdan o filmin karşı tarafa attığı mağluplar zafer nidaları ile çıkıyorlar.

Ümmetin birliği, bir coğrafya, bir fetih ve bir yayılmacılık çağrısına dönüşüyor. Bu nedenle Şii olan İran, Nusayri olan Suriye ve bozucu olan Kürd kapı dışarı edilmek isteniyor. Türk filozofu Nihat Doğan bile faşizan bir yerden “savaş bizi diri, iri ve bir tutar” diyor mealen. İçerideki yarılmalar, ayrışmalar, kopuşlar ve başkaldırılar bu şekilde ezilmek isteniyor. Rüşeym hâlinde iken “devletin sağlığı savaştır" diyen emperyalizm, kendi figüranlarını buluyor.

Ümmet, batının pazarın salahiyeti adına gerçekleştirdiği düzleme işlemine nefer kılınıyor. Daha doğrusu, bu neferler ümmet olarak yüceltiliyorlar. Ümmete Kürd’ün Esad’dan silâh aldığı söyleniyor, Amerikalı ve Türk askerlerin savaştığını gizlercesine, İran askerlerinin Şam’da olduğundan bahsediliyor. Myanmar ile ilgili asparagas haber yapanlar, sonra bu haberin Suriye’yi gizlemek için İran tarafından uydurulduğunu söylüyorlar, bunca yalan söylemenin “hakiki Müslümanlık” olduğu iddia ediliyor ama esas olarak zulme karşı mücadeleye küfrediliyor.

Aklı ve kalbi, tek olan Allah’a bağlı Müslüman savaşmayınca, bir anda tekleşmek isteyen güçlerin önünde diz çöküyor. Kopartılan kıyamette tüm canlar batı denilen gücün karşısında haşroluyorlar. Bu güçler, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından da önce ikinci cepheyi Ortadoğu’da açacaklarını söylüyorlar. Soğuk Savaş’ın tüm kalıntıları temizleniyor ve tek’e bağlanmış kitleler, artık günlerinin geldiğini zannederek sevinç çığlıkları atıyorlar.

Abdurrahman Dilipak, bu tekleşme, düzleme ve birlik edebiyatında sürekli Ak Parti’yi işaret edip duruyor. Ak Parti zarf, mazrufta ise sömürü ve zulüm yazılı. Dilipak, Nusayrileri “animist” ilân ediyor[1]; ne tuhaf ki İhsan Eliaçık da CHP’den gelen çağrı üzerine, “cehepeliler, Kemalistler, sosyalistler, anarşistler, Rumlar, Ermeniler ve Aleviler Müslümanlığı Kur’an’dan öğrensinler” diyerek[2] bu kesimlerin “Müslüman” olmadıklarını söylemiş oluyor. Rumlar ve Ermeniler tamam da diğerlerinin dışarlıklı bir unsur olarak gösterilip öğrenmeye davet edilmesi anlaşılır değil.

İhsan Hoca, “[…] ‘oruç tutmak’ ise Osmanlıcanın Farsça ile Arapça arasında sentez ve hakemlik misyonunu ifade eden en güzel deyimlerindendir. Bir imparatorluk dili olduğunun en güzel göstergelerindendir.” diyor.[3] Zorlama bir etimolojik işlemle Farsça ile Arapça harmanı “imparatorluk dili” Osmanlıcaya güzelleme yapılıyor ve bir ihtimal, bir yerlere “yanlış anlamayın” mesajı verilmiş oluyor. Dili birleştiren Osmanlıca ise coğrafyayı birleştirecek olan da “neo-Osmanlılık” olmalı galiba.

“[…] İhvan ilk önce Ürdün, Suriye ve Körfez ülkelerine sığındı. 1958'de ilk önce Suriye'nin Nasır önderliğindeki Mısır'la birleşmesi ve 1963'te de Baasçı radikallerin iktidara gelişiyle İhvan'ın oradaki varlığı tehlikeli bir hâl aldı. 1962'de Sıbâi'nin halefi olan Issam Attar'ın liderliği altında, Suriye İhvanı radikal sosyalist geçmişinden uzaklaştı ve kendilerine şehirli sünnî temellerinde meydan okuyan Nasırcılığa olduğu kadar Baas'a ve diğer sol güçlere de karşıt tavır aldı. Başka herhangi bir yerdeki İhvan için olduğu gibi onlar için de tek açık sığınak Körfez krallıkları ya da Batı yanlısı Lübnan'ın liberal demokrasisiydi. İlk olarak şartların gerektirmesiyle ortaya çıkan bu ittifak, daha sonra hareketin bilinçaltında silinmez izler bırakacaktı.”[4]

Bugün de değişen bir şey yok. Körfez krallıkları ve Lübnanlı Hariri ailesi Suriye’deki muhalifleri besliyor. Parayı verenin düdüğü çalacağı kesin. Süreç bu minvalde ilerliyor ve batıya karşı içeriden modernist bir tepki biçimi olarak İslamcılık, kendi çıktığı yuvaya gerisin geri yerleşiyor. Sol ile yaşadığı rekabet ve kavganın sebebi de aynı maddenin aynı anda aynı yerde olamaması kuralı.

Kendi dertleri, çileleri üzerinden bugünü bölmemeleri için ümmete bu “birlik” zokası yutturulacaktır. Bu kesindir. Kesin olan bir diğer husus da bu zokanın ümmetin nefesini keseceğidir. Nefesi kesilen tevhidî mücadele, kısa vadeli varoluş pratiklerine imanı ve ibadeti gibi sarılacaktır.

Liberal bir bir’cilik yerine devrimci bir ikicilik yeğdir. Bu nedenle kılıcı bugüne çalmak ve bugünün Ebu’l Hakemlerine (Bilgeliğin Babası) ilk devrimci Müslümanlar gibi Ebu Cehil (Cahilliğin Babası) demek şarttır. Devrimcilik, içi boş birlik edebiyatını değil, sömürülen-mazlum kitleleri efendilerden ayrıştırmayı ve mücadele içinde onları tek safta birleştirmeyi ifade eder.

Eren Balkır
23 Temmuz 2012

Dipnotlar:
[1] Abdurrahman Dilipak, “Etitürklerin Esed’le İmtihanı”, 22 Temmuz 2012, Haksöz.

[2] Rant, Yağma ve Çapula Gidiyorlar”, 20 Temmuz 2012, Adil Medya.

[3] İhsan Eliaçık, “Ramazan Kelimesinin Anlamı”, 22 Temmuz 2012, Adil Medya.

[4] Abdulvahap El-Efendi, “İslamcılar, Sol ve Sağ”, Ocak 1990, Haksöz.

0 Yorum: