11 Temmuz 2012

,

Dalavere

Ahlâk iç hukuk; hukuk ise dış ahlâktır. Hukuk ve ahlâk, doğası gereği, iç-dış ayrımına tabidir. İkisi de belirli sınırlar çekmekle ilgilidir. Sınır varsa sınıf vardır ve her sınırda sınıflar mücadelesi açıktan ya da örtük olarak yansır. İç-dış ayrımını silmek fani kullara mahsus bir pratik değildir.

İnsanların doğası gereği bencil oldukları, bu nedenle komünizmin ütopyadan ibaret olduğu, yüzlerce yıldır söylenen bir yalandır. Bu yalanın kendi öznel pratiğini “komünist” olarak nitelesin ya da nitelemesin, belirli kitlesel kolektif yapıların belirli dönemlerde ve yerlerde güç biriktirmiş ve zafere ulaşmış olmaları ile ilgili bir tarafı vardır. Egemenlerin, bu zaferin yayılması ve başka yerlere, özellikle kendi hâkimiyet alanlarına nüfuz etmesine mani olmak için bu türden yalanlara başvurmaları gayet doğaldır. Mesele, bizim safımızda olan ya da en azından öyleymiş gibi görünenlerin söz konusu yalana kanabilmeleridir. Nesnel planda yalana kananlar, bizim yenik tarafımızdır.

Bu yalanın masummuş gibi görünen bir biçimi şudur: “komünizm, yüksek, hatta mutlak ahlâka ihtiyaç duyar. İnsan bu hâliyle söz konusu ahlâk düzeyine ulaşamayacağından komünizm imkânsızdır.”

Yüce düşünce kisvesindeki bu dalavere, bize bir önerme sunuyor, bizi o önermeyi kabule zorluyor, kabul etmeyeni, en berbat hâliyle, faşizan bir dille “hayvanlık”la, en iyi hâliyle, liberal bir dille, “cahillik”le suçluyor.

Kafada kurulan huzurlu dünya hızını kesmiyor, kendisini rahatsız etmesi muhtemel her tür unsura saldırmayı sürdürüyor. “Aman cenneti yeryüzüne indirmeyin, semada kalsın, orası da anarşizmin bana öğrettiği biçimiyle zaten olmadığından, zararı da olmaz” demiş oluyor. Çünkü cennet tasavvur olarak “özerklik”e izin vermiyor. Olmayan bir Allah’ın kulu olmanın rahatlığı ile rahatsız edici her şey düşman ilân ediliyor. “Bu özerklik, birey, özgürlük, iyi-kötü… tüm bunlar neden aydınlanma ve modernizmin kavramları olarak görülmüyor?” diye kimse sormuyor.

Özerklik ne ki?

Komünizm neden yüksek ya da alçak, belirli bir ahlâk tasavvuruna muhtaç olsun ki?

Sanıldığının aksine Karmatilerde dinî ritüeller sıkı bir disiplin içinde gerçekleşiyor ama aynı zamanda erkeğe olduğu kadar kadına da eşini seçme özgürlüğü veriliyor. Tüm mal üretilip birlikte tüketiliyor. Burada ilerlemeci bir tefekkürle yüksek ahlâka yer var mı?

Yani birileri “bu komünistler sizin malınızı namusunuzu alacak” diye korkutuyor, dalavere gibileri de malın ve namusun eşitlenmesi iddiası üzerinden komünizme güya içeriden saldırı gerçekleştiriyor. Marx’ın Komünist Manifesto’da söylediği gibi, “mesele bir kısım insanın başka insanları mal sahipliği üzerinden egemenlikleri altına almalarına son vermek” oysa. Burada kalın harflerle vurgu, üretim araçlarına yapılıyor ama üretim araçlarını elinde bulunduran azınlık korkularını kitleselleştirmekte usta olduğundan, üretim araçlarının ortaklaştırılmasını savunan komünistleri, her tür mal sahipliğine düşman olarak kodlayıp avamın üzerine atıyor. Batı Anadolu üzerinden Avrupa ile ticari ilişkilere bağlı olarak palazlanmış sermaye sahiplerinin kültürlerini ve yaşam tarzlarını genelleştirmek zorunda olmaları gibi, bu yalan da kamusallaştırılıyor ve iliklere işleniyor.

Dalavere demek ki hasbelkader bir iki bildiri yazmak ve adam yurduna konulmak için solcu olduğu dönemden biriktirdiği kini kusuyor ve Müslüman ahaliye akıl veriyor. Ama bu akıl verme işlemi nedense premodernist ve aydınlanma düşmanı bir yerden gerçekleşiyor.

Zira o, esas olarak akıl ve felsefe yekûnu ile oluşmuş ya da oluşan bireylerden öte bir şey söylemiyor. Sonuç olan şeyi neden olarak görmeyi ve göstermeyi maharet zannediyor. Aydınlanmanın şiarı ile dinin toplumsal niteliğini bireyin aklına ve kalbine indirgeyerek onu dağıtıyor. Bilinen bir şeydir: Aydınlanma dinin toplumsal ayağının, ruhbanın ve kilisenin, güç olarak burjuvazi lehine tasfiyesi sürecine eşlik ediyor. Bu tasfiye işleminde gene burjuvazi lehine tanrı bireye mündemiç kılınıyor ve birey burjuvazinin yeni tanrısı olarak kutsanıyor. Dalavere, bu işlemi kendince yineliyor ve meseleyi bireyin “ontolojik” gerçekliğine çekiyor. Tüm bu işlem de herkesi birey bilincine yükselterek onları komünizme düşman kılmak amacıyla yapılıyor. Akıl ve felsefe yekûnu ile oluşmuş bireye içine girdiği fanusu kıracak her tehdidin “komünizm” olduğu öğütleniyor, böylelikle akıl ve felsefenin dinî, millî ya da sınıfî formuna ait sınırlar daha da kalınlaştırılıyor. Dalaverenin “gelin Müslüman olalım” derken, Müslüman’dan kastı, ortaklaşmaya ve paylaşıma düşman bir bireycilik oluyor.

Kur’an’ı Peygamber’in, halifelerin, sahabilerin yanında oturarak okumak da mümkün, Allah katından anladığını ve bildiğini iddia etmek de. Dalavere’de Allahçılık Allah’sızlık için var esasında. Olmayan bir yer belirlemek, her şeyi olumsuzlamak, olan her şeyi olmazlamak, tümüyle hiçliğe, hiçlik ise bireyin mutlak metafizik alanına işaret ediyor. Bu birey ne had biliyor ne hak! Söz konusu hiçlik, sadece bireyin özgürlük alanı olarak kodlanıyor kafada, geri kalan her şey düzleniyor. Birey tekil olarak sivrilsin diye, her şey aşağıya çekiliyor, doğa da Allah da tasavvur ve fikrî öz olarak, bireyi belirginleştirmek için istismar ediliyor. Ortak olan, bu fikrî pratikte geri çekiliyor.

Dalavere de zaten ikrar ediyor: Peygamber’i de vahye itaat etmeyi emrettiği için önemsiyor. Yani O’nun toplumsal-tarihsel pratiğinin hiç önemi yok. Yani Allah mecazî olarak dalaverenin kendisini işaret ediyor ve o özünde “kendimden başka kimseye kulluk etmem” demiş oluyor. Bir tasavvur olarak bu “kendi” de nasıl oluyorsa Aydınlanma ve modernizm dışı.

Mesele politika… Politik herhangi bir dönem ve durum dâhilinde yaşanan ayrışmaların ya da birleşmelerin karşı yönünde bir hareket daha açığa çıkıyor. Deniliyor ki “bu insanlar yan yana geliyor ama bunların yan yana gelişlerinde akıl yok” ya da deniliyor ki “bu insanlar ayrışıyor ama bunların ayrışmasında akıl yok.” Hep akla ve bilgiye doğru çubuk bükülüyor. Yücelme, sivrilme ve belirginleşme için aklı öne alanlar, kendisini herkesten akıllı zannedenler hizayı akıldan yana çekiyor.

İnsan doğası iyi mi kötü mü? Marksizm bu soru etrafında dönmüyor. “İnsan” denilen kategorizasyondan çıkıp teorik planda kuralları ve yasaları tespit ediyor. Ahlâk ekseni üzerinden tüm düşün tarihine baktığınızda sadece iyi-kötü ayrımını ve bu ayrıma göre konum alanları görürsünüz. Oysa Marx ömrü boyunca akıl dünyalarında tuhaf kurgular üretenleri eleştiriyor. İlk işaret “Alman İdeolojisi”. Temelde Marx, öznel ahlâk ve hukuk dışında, onu tayin eden maddî yasalara dayanarak, fikrî tüm tasavvurları maddî teorik bir zemine kavuşturuyor ve onları disipline ediyor. Marx’a yönelik itiraz, bu tasavvurlardan ekmek yemek isteyenlerin itirazı esasında. Bu dükkân sahiplerinin “birey” diye feveran etmelerinin nedeni de bu.

Allahsızlık ve olmayan Allah’ın kulu olma iradesi sinsi bir anarşizm esasında. Allah’ı buradan söküp almak ve O’nu olmayan bir yere ve mekâna fırlatıp atmak dini de devre dışı bırakıyor, mesele doğalında bireyin kendi içsel yolculuğu oluyor. Tolstoy gibi “mutluluğu başka yerde değil, kendi yüreğinizde arayın. Huzurun kaynağı dışımızda değil içimizdedir” deniliyor.

Dalaverenin Marksizm düşmanlığı ile Nietzsche’nin üst-insanından feyz almış Hitler’in Marksizm düşmanlığı aynı yerde duruyor. Mesele politika ve politik olandır. Faşizm politika ve politik olana hayat hakkı tanımamaktır. Ben lehine bizi düşman kılmak için bireyi, dini ve milleti öne çıkartmak mümkündür. Bizin aslî bağlamı mücadelenin kendisidir. Onun dışında bir önemi yoktur.

Din ve millet ölçüsünde bu hayat hakkı tanımama işlemini gerçekleştirebilirsiniz. Dalaverenin tercihi ilkidir. Önce “milletleşelim” demekle önce ve esas olarak “Müslüman olalım” demek arasında pratikte fark yok. Zira burada “millet” ve “Müslüman” zaten sonra ele alınması öngörülen meseleleri ele alacak kolektif öznelere karşı/düşman bir kurgu olarak teşkil ediliyor. Meselelerin içinde, onlarla boğuşan ve onları çözme pratiği dâhilinde kendisini var eden bir şey değil ikisi de. Millet ve Müslüman, kurgu olarak meseleleri çözecek kitleleri iğdiş etmek için kurgulanıyor. Kitleler kolektif mücadeleleri ile meseleleri çözecekken birileri o kitleleri daha steril ve daha huzurlu yataklara akıtıyor. Elbette bu pratik, o meselelerin kitlelerce çözülmesini istemeyen egemenlerin işine geliyor.

Yani Mekke’de ve Medine’deki pratik, Kelam ve Hadis başlıklarında ayrıştırılıyor, eldeki emsalin içi boşaltılıyor ve yeni meselelerle yüzleşmiş halk kitlelerinin elinden silâhlar birer birer alınmış oluyor. Allah da Kur’an da Muhammed de yeryüzünden siliniyor. Dalavere, “sosyalizme ve Marksizme bir darbe de ben vurayım” hinliğinde iken, bilerek, yeryüzünde yapılacak işleri de boşa düşürmüş, değersizleştirmiş oluyor. O da “sosyalizm ve Marksizm batı modernizminin ürünüdür” diyen dinidarların yüzyıllık kervanına katılıyor. Böylelikle kavramlara düşman edilen kitleler, o kavramları şu veya bu biçimde çağrıştıran ya da öne çıkartan gerçeklikten uzaklaştırılıyor.

Modernizm eleştirisi, doğalında, “modern, çağdaş ve bugün”e dair olana yönelik yarılmaların düzlenmesi ile ilgili. Yani modernizm eleştirisi, nedense bugünde olan bitene kitleler biraz daha eğilme emaresi gösterdikleri noktada belirginleşiyor. Kitleler, meselelerin bilincine vardığı noktada Aydınlanma eleştirisi, kurucu-yıkıcı bir pratik içinde bugüne müdahale etmeye başladığı noktada da modernizm eleştirisi gündeme geliyor. Bir burjuva liberalin ya da Kemalistin tarihi 1789 ya da 1923’ten başlatması gibi, bunlar da ilgili tarihleri bir mihenk taşı olarak belirliyor. Olumlu ya da olumsuz manada mihenk taşı olarak belirlemenin arasında fark bulunmuyor. Özünde “Osmanlı özgürlükçüsü” (ne demekse?) ya da Kemalist aydınlanmacı olmak aynılaşıyor. Her iki kesim de kitlelere politik durum ve dönemde tarihsel bir momenti dayatıyor.

Aydınlanma eleştirisi de aynı şekilde aydınlanmanın kurumsal mirasını reddedermiş gibi görünüyor ama dönüp dolaşıp teorik ve pratik faaliyetleri ile bugünü aydınlatan ve bugünden aydınlanan kitleleri kör etmeye meylediyor. Söz konusu eleştirinin zuhur etmesinin nedeni de bu. Bilinçli, örgütlü mücadeleye girene, akıl ve aydınlanma ölçütü üzerinden, eleştiri yöneltiliyor; öfke ve hınç ile düşmana saldırana, vicdan ve ahlâk öğretiliyor, devamında da eylemli pratik içinde kurucu bir faaliyet içine girildiği noktada da modernizm eleştirisi gündeme geliyor. Belirli bir durumda, düşmanın gücüne karşı güç kuran özneye, doğa gibi genellikler ve tümellikler anımsatılıyor. O özne hiçleştiriliyor ve boşa düşürülüyor.

Dalavere demir ağlarla örüyor tuzağını. Bu pratikte yüz yıl öncenin Sorel’ini anımsatıyor. İtalya, İspanya ve Almanya’da yaşanan bu hikâyede sınıflar mücadelesi yüce millet teranesi ve kurgusu ile ezilmeye çalışılıyor. Dalavere, bu hikâyeye dönemin de gereğince dinî ve metafizik bir boyut katıyor.

Kelimelerle oynamak çözümmüş gibi görünüyor. Kur’an Allah’ın kelâmı ise eğer, dalavere, bir tür Allahçılıkla, kelâmın öznesine ikame ediyor kendisini. Bir anarşist, Kafkaesk bir böceğe dönüşüyor zamanla.

O “göreli denge” kavramını “eşitlik” kavramının karşısına çıkartıyor, onları yarıştırıyor, çarpıştırıyor. Ama bilmiyor ki “denge” zaten “eşit” demek. O hâlde dalaverenin kafasında “göreli”den kasıt, kurguda birey-özne olarak yer bulabilmesi ve adam yurduna konulabilmesidir. Onun kurguyla ilgili bir derdi bulunmuyor. Temel meselesi kendisi. Hedefi “insan-ı kâmil” olmak olarak belirleyip bu kadar çene ishaline tutulmak da tam bir tezat.

Eşitlikçilik, gizde özgürlük talebinin arkasındaki güçlerin bir sloganı iken, özgürlükçülük, eşitlik talebinin arkasındaki güçlerin bir sloganı olarak vücut buluyor. Dalavere, genel olarak İslam coğrafyasında zenginliğin ve mal biriktirmenin gelip dayandığı duvarları Berlin Duvarı’na saldıranlardan ödünç aldıkları balyozlarla kırmak isteyenlerin terini siliyor yazılarıyla. Onların yüreğini serinletip vicdanlarını rahatlatmak suretiyle özgürlüğün arkasındaki güçlerin yolunu açmak istiyor. Zenginliğin, mal biriktirmenin, eşitsizliğin ilahi, kutsi olgular olduğunu haykırıyor. Allah’mış gibi konuşup vahiy indiriyor.

Mussolini, yirmilerin başında makas değiştirerek burjuvaziye işmar ediyor ve ülkedeki kargaşaya son verecek tek gücün kendisi olduğunu söylüyor. Dalavere de anarşizan bir yerden Müslümanlara ayar veriyor. Özetle bu Ali Şeriati vs. isimlerin “haltlarına kanmayın” diyor. Bir tür liberalizm formu olarak Allahçılığın değirmenine su taşıyor.

Mesele politika ve politik olandır. Gerisi teferruat ve tezvirattır. Politikada ve politik olanda meseleyi bu şekilde sağa sola çekiştirmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar gerçeklikte sömürülen-mazlum kitlelerin güç biriktirmeleri ile ilgilidir. Güç az ise, sağa sola çekiştirenlerin sesi daha çok çıkacak, meseleyi kafaya ya da tek başına vicdana kapatmak isteyenlere rastlanacaktır.

Mesele eşitlik ve özgürlük sloganları ya da eşitlikçilik veya özgürlükçülük değil, mesele, ortaya çıkan yenilgilerin ve zaferlerin eşitlik ve özgürlük hanesinde muhasebe edilmesi değil, sömürü ve zulüm düzenine son vermektir.

Zenc İsyanı yenilmişse bu eşitlikçi ideolojinin doğası gereği uygunsuz, “ezik”, atıl ya da geçersiz olması değil, isyanı örgütleyen güçlerin uygun taktik ve strateji geliştirememiş olması ile ilgilidir. Mesele kavramlar değil, kavramların mutlak kurgusu değil, devrimci pratiktir. İnsanlık tarihi ve evrim gibi şematik yaklaşımlarla Zenc İsyanı’nın ya da Karmatilerin doğası gereği, yenilgiye mecbur olduklarını söylemek müstekbirliktir, kibirdir ve bu söz tezvirattan ibarettir. Komünizmi hem ilerlemeci manada en yükseğe yerleştireceksiniz hem de bugünde bu hedefin boş ve saçma olduğunu söyleyeceksiniz. Bir yandan komünizmi olmaz bir yere ve zamana fırlatıp atacaksınız bir yandan da onun için dövüşenleri “hayalci” deyip değersizleştireceksiniz. Her şeyin Yahudi gibi sözle başladığını söyleyip her şeyi söze indirgeyeceksiniz, kitlelerin kolektif mücadelelerinde açığa çıkan sözleri bu mutlak sözle kıyaslayıp değersizleştireceksiniz. Sonra da kendinize “ahlâklıyım” diyeceksiniz. Hem had bilmeyeceksiniz hem had bildirmeyeceksiniz hem de ahlâktan bahsedeceksiniz. “Uygarlık tarihi” bilgisi ile gerçeğe bakıp uygarlığın ölçüsünü bencillik ve bireylik olarak belirleyeceksiniz. Bu bencilliğe ve bireyliğe Müslüman’ı ve İslam’ı alet etmeye çalışacaksınız. Sonra insan-ı kâmilden söz edeceksiniz. Burjuvalar gibi insanın doğasını gasp edeceksiniz, sözel ve pratik olarak bu doğaya ipotek koyacaksınız, sonra da “eşitlik ve komünizm bu doğaya uygun değil” diyeceksiniz. Hem burjuvaların ideolojisi ile düşünüp yazacaksınız hem de dini anarşizmle kurtarmaya çalışacaksınız, bir zamanlar Türk Ordusu’nun, Kenan Evren’in, Diyanet’in ya da şeyhlerin yaptığı gibi… Hikâye aynı figüranlar farklı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası temel psikolojik durum şu şekildeydi: düşman saldırdı ve solcuların önemli bir bölümü düşmanın saldırı argümanlarını “başarıcı” bir yerden edinip benimsedi. Asıl derdi başarılı olmak olanlar, yenilgiyi buradan karşıladılar. Anarşistinden troçkistine, liberalinden komünistine birçok kesim, saldırı ve yenilgi sonrası düşmanın gölgesine sığınmayı tek yol belledi. Dalavere bu sürecin ürünü. O, şirket müdürlerine yönetişim ve kişisel gelişim dersleri veren hocalar gibi, Müslümanlara akıl veriyor ve burada efendilerin ortak olana karşı teşkil ettikleri mühimmatı kullanıyor.

Marksizme yönelik düşmanın temel saldırı argümanı, ta Marx’ın canlı kanlı yaşadığı günden beri, onun bireyi ezdiğine ilişkindir. Kapitalizm bağlamında, belli bir dönem üretim şemasında yer bulma, şimdilerde özellikle tüketim akışında adam yerine konulma ile bağlantılı olarak gündeme getirilen bireylik ve birey olma üzerinden insanlar kışkırtılmış, bireyin düşmanı olarak kodlandıktan sonra Marksizm öcü mertebesine indirgenmiştir.

İslamî ideolojinin oluşum mekanizmasında da kapitalizm-komünizm denkleminde ara yol olma ya da ikisini de aşan bir katman olma arasında belirgin bir salınım söz konusudur. Bu mekanizma uzun süre muhafazakâr bir seyir izlemiştir ve bugün söz konusu salınımın diğer ucuna, yani liberalizme doğru bir savrulma içindedir.

Ellilerden başlayarak Marksizme ilişkin kalem oynatmış kim varsa aynı cümleyi tekrarlar: “Marksizm bireyi ezer.” İyi de “birey nemenem bir şeydir?” diye sorana rastlanmaz. Bunu dua gibi tekrarlayıp duran Müslümanlar “kul olmaya ne oldu?” diye sormaz.

Karl Popper, “ben ömrüm boyunca eşitliğe karşı mücadele etmiş bir kişiyim” der. Yahudi filozoflarından beslenir. Bu okulun bir öğrencisi de Soros’tur. Dalaverenin de Martin Buber’den feyz alması şaşırtıcı değildir. Onuncu yüzyıldan sonra İslam felsefesine ilişkin tartışmalar ve oradan tasavvufla, tarikat ehliyle kurulan ilişkilerde Yahudilerin belirgin bir ağırlığı vardır. Ve Yahudi, paranın ideolojisinin cisimleşmiş hâli olarak özgürlük adına her daim eşitliğe saldırmak zorundadır. Zira kitabî anlamda Yahudi üstün ırktır ve Yehova başka ırklar kendilerine hizmet etsin diye yeryüzünü onlara bahşetmiştir. Tevratik tefsire göre misal, Yehova esas olarak Kabil’in yanındadır, Habil’in değil. Buradan beslenenin Habil’in safındaki Ali Şeriati’yi küçümsemesi doğaldır.

Dalaverenin yazılarını buradan okumak mümkündür. O esas olarak 1 Mayıs yürüyüşünde Anti-Kapitalist Müslümanlar kortejine dışarıdan sızmaya çalışan ve elinde “İnşallah Sosyalizm Gelecek” yazılı döviz bulunan şahsın, Müslüman ahali içre, provokatif müdahalesini zamana yayarak gerçekleştirmektedir. Esas derdi, anarşizmin Marksizm ve sosyalizm düşmanlığından mülhem, özellikle Müslüman gençlerin bu hat ile temasını kesmektir.

Adil Medya, bu açıdan tuhaf bir biçimde, er meydanına dönmüş durumdadır. Kemalisti, anarşisti, liberali bu minvalde elindeki kalemi kılıç niyetine sallayıp durmaktadır. Ve sömürüye ve zulme karşı mücadeleyi temel eksen olarak belirlemiş olmakla bizim, çift uçlu Zülfikar’dan başka silâhımız yoktur.

Eren Balkır
10 Temmuz 2012

0 Yorum: